“Sadece dehşete düştüğümde felsefe yapabilirim, fakat bu, delirmeye karşı duyulan itiraf edilmiş bir dehşettir.” Derrida
Sımsıcak insan kokusuna, içten gülen, sımsıkı sarılan dostlara hasret kalmışız… Yeni yollara, yeni yolculuklara ihtiyacımız var. Öylesine yola çıkılması gereken yolculuklar… Yol üstü rastgele bir evin kapısını çalıp “bir tas suyunuz var mı” demeyi özlemişiz; “suyumuz da var yemeğimiz de var” diyen insan sıcaklığını… Romantik değil bu; tam aksine gerçekçi, yaşamsı ve insancıl.
Geçen gün bu konuda hayal kırıklığına uğrayan bir arkadaşımın serzenişini dinlemiştim. Tarihi ama yoksul bir mahalleden geçerken tandırda ekmek yapan bir kadını görmüş; sıcak ekmek kokusu alınca nostaljik bir hevesle tandıra yanaşıp, önce bakmış, kadının ekmek ısmarlamasını beklemiş ama olmayınca “bir paça sıcak ekmek alabilir miyim” demiş. Kadın “alabilirsin ama ekmekleri satıyoruz” demiş. Arkadaşım para verip ekmeği alsa da pek üzülmüş. Vay efendim, tandır başında ekmek mi satılırmış, geleneklerimiz kayboluyormuş, kültürümüz eriyormuş… Kültürü tandıra indirgemek, tandırdan bu kadar kültür çıkarmak da bizim aydınımıza kalmış. Kültür savunuculuğu ile ilgili kurduğu bağlama, kendisi hayran kalmış, ama ben öfkelenmiştim. Yoksulluk başta olmak üzere onlarca sorun yetmiyormuş gibi bir de halkımız aydınımızın görmek istediği kültürel ritüellere sadık kalmayı da başarmalıymış. Halkın ne yediğini, ne içtiğini bilmeden, hal hatırını sormadan, keyfin istediğinde ve sana birazcık dokunduğunda… Olmuyor bu işler beyefendi, böyle değil… Gidip dert edeceksin biraz. Buruk bir geçiştir bu.
Henüz bu hakikati anlamayan arkadaşım kendince haklı olduğunu, sömürge ülkenin aydını olmanın hazzıyla bir toplumsal eleştiri geliştirdiğini düşünürken aslında yoksulları suçladığının farkına bile varamıyordu. Doğrudur; bizim buralarda hiçbir zaman tandır başında ekmek parayla satılmamıştır, tandırdan çıkan sıcak ekmeği ikram etmek de bir kültürdür; ancak köylerinden zorla göçertilip sağlıksız mahallelerde yoksullukla boğuşan insanlardan hala tandır bereketi beklemek de bizim aydınımıza düşmüş. Genel olarak aydınımızın içinde yaşadığı fanus zaten mide bulandırıcı; topluma öncülük yapma değil suçüstü yakalama görevi verilmiş sanki bu mübareklere.
Hayatımızın her tarafı hesaplarla, tuzaklarla, komplekslerle şişirilmiş profillerle dolu. Gerçekten insanı yoran absürt bir ilişki ağının içinde yaşamaya çalışıyoruz. İnsanları dinliyoruz, insanları yaşıyoruz. Bir taraftan çok sade ve sahici hikayeler diğer taraftan sofistike edilmiş -mış gibi hayatlar. Bir taraftan laf arasında çocuğunun hapishanede bilmem kaçıncı yılına girdiğini söyleyen aileler, diğer taraftan bilmem kaçıncı yaş gününü nasıl kutladıklarını ağzından salyalar akarak anlatan ebeveynler… Makas açılıyor; aynı mahallenin çocuklarından bahsediyoruz. Ne oluyor? Bozulan içki midir yoksa kabın kendisi mi, diye sormuştu Epikuros; insan mıdır, zaman mı? Nedir gerçekten? Daha tehlikeli olanı şu değil midir: Sorgulanmayan bir hayatı yaşamaya razı olmak ve bunu dert etmemek. Herkes özgürleşti de biz mi duymadık. Tarih mi bitti yoksa? O zaman bu sahtekarlığın arkasına inelim, gerçekten tarih bitti mi?
Paraya, zenginliğe, düşmanlığa, kariyere doyamayan küçük bir azınlık tüm dünyanın güzelliklerini yağmalıyor, herkesi kendi arzularının kölesi haline getirmeye çalışıyor; tüm insan sıcaklığı da bu sahteliğin peşine takılmış gidiyor. Bu sahte düzen hepimize kader diye yutturuluyor, buna talihsizlik de deniliyor, rıza göstermemiz isteniliyor! Bunun kader olmadığını hepimiz biliyoruz ama susuyoruz çünkü çoğu zaman bizim de işimize geliyor. Egemenlerin bir kez daha ezilenlerin kanını emmesi ve sömürmesi dağ gibi, taş gibi, bal gibi de tarihtir; akışkan, sürekli ve yaygın tarih…
Zamanın yitimi
Kaçımız sevdiklerimize zaman ayırabiliyoruz; dost ve arkadaşlarımıza. Çoğumuzun hayatında böyle bir zaman ayırma sorumluluğunun çoktan çıktığını söyleyebilirim. Ya aşırı ailecilik, akrabalık veya popüler deyimle nepotizm ya da ailenin, dostların ve çevrenin tasfiyesi… Modern kentin yapay-suni aurasına kapılan geniş yığınlar belirsizliğin nesnesi oluyor, özne olmakta zorlanıyor.
Zamanımız yok tabi. Zamanımızı çalan, her şeyimizi de çaldı. Geri alamıyoruz. Ve işin kötü tarafı tüm zamanları elimizden almaya tuzaklanmış bir sistemin içinde bizler de bıçak bekleyen kurbanlık koyunlar gibi bekliyoruz, hatta geriye kalan zamanlarımızı da kaptırmaya eğilimliyiz. Oysa zaman en büyük sermayeydi ve bilimsel kesinliğe yakın bir motto ile söylersek özgürlüğümüz, hala zamanımıza sahip çıktığımız kadardır. Kırılgan zamanlardan geçtiğimiz doğrudur, kimisine göre sert ve düşmanca, kimisine göre tüm zamanların en büyük yalanlarını omuzlayan hakikat ötesi çağdayız. Velhasıl zaman bizim değil. Zamanımızı yitiyoruz.
Sessizce geçmişe dalıp giderken umuda hasret kalmış kitlelerin çaresizliği keskin bir bıçak gibi saplanıyor içimize. Sorumluluk hissetmek lazım. Altı yaşındaki çocuğun cinsel istismara uğramasından, okulda açlıktan bayılan çocuklardan, savaş ortasında evi başına yıkılan milyonlarca mülteciden, cenazelerden geriye kalan ve bayrakların asıldığı yoksul gettolardan dolayı sorumluluk hissetmek ve utanmak lazım.
Başkalarının mutluluğundan mutlu olabilenlerin azaldığı, başkasının her türlü başarısını takdir etmekten aciz, kendisini sürekli bir yarışın içinde gören, sürekli kıyaslayan ve böyle bir yaşam felsefesi içinde yarım kalmış kişiliklerin bir kültür yarattığı ve kritik bir kitlesel güç haline geldiği bir eşikte çocukların aç kalması, kadınların hala sokak ortasında sırtından vurulması, savaşın yeniden cenaze rekabeti üzerinden aritmetik bir yarışa dönüşmesi bu kitlenin gündemine girebilir mi? Korkunç bireyci olan bu kitle korkmuyor, tedirgin değil; korkunç bir duyarsızlık yaşıyor, tüm hakikatlere yabancılaşmış profiller bolluğu.
Bu profil, gece horladığı için kendisini uyaran arkadaşını uykuda defalarca bıçaklayabilir; yaşı ve cinsiyeti yoktur; 13 yaşındaki kız arkadaşını aldığı düşük nottan dolayı kendisiyle dalga geçtiğini bahane ederek okul tuvaletinde bıçaklayıp öldürebilir. Zira hayattan her gün bunu öğreniyor. Her gün işsiz kalırsa aç kalacağını, yanındakinin rakibi olacağını ve onunla yarışması gerektiğini öğreniyor; evet her gün bu barbarlığın ortasında yaşıyoruz. Devlet elitlerinin kan, öfke, şiddet, fetih arzusu topluma sirayet ediyor; bıraksan sarı torbalarla poz verecek bir savaş bürokrasisi varken biz kime neyi anlatacağız? Bu bir anomali…
Bir nefes almaya indirgenmiş yaşamımız. Nefes alamıyoruz işte. ABD’li beyaz polisin dizleri altında nefessiz kalan siyahi George Floyd gibi nefessiz kalıyoruz bazen. Kendimizi bacasız badanasız evlere gelen cenaze sahiplerinin yerine koyalım, çocuklarının kemiklerini posta kutusunda teslim edilen ve yas tutması yasaklanan babanın yerine koyalım.
Bugün yine yumruklarımız sıkılı, gözlerimizden kan fışkırıyor, yine düşman arıyoruz. Yine komşuların evlerinden çığlıklar yükselecek, diğer evlerden yoksulluk ve açlık akacak, bir diğerinden ise kahkahaların şiddeti yükselecek. Yine eşitsizlikler alıp başını gidecek. Henüz gençlerimiz katledilmeden önce her şeyi gökyüzünün mavisi kadar berrak ve tertemiz olduğunu düşündüğümüz zamanlarda, henüz kötülüğün ne olduğunu bilmiyorken o zamanlarda da kolay değildi; yine evlatlar yitirmiştik, yine sofradan hızlıca eksilenler olmuştu. O günlerden bugüne çirkinlik ve yabancılaşma kristalize oldu. Kurtulamıyoruz ve yeni biçimleriyle tüm geleceğimizi, umutlarımızı ahtapot gibi sarıyor. Bu nedenle dönüp dolaşıp ölüme, savaşa, insanların gün ortası katledilmesine gelir bizim sözlerimiz. Çünkü biz yaşamın değil ölümün, barışın değil savaşın, yaşatmanın değil katlin çocuklarıyız. Savaş ve ölüm ile büyüdük. Barışı anlamadık, yaşatmanın değil katlin hezeyanlarının ortasında kaldık. Yoksulluğu da anlamadık… Sevdik! İşte bugün yine savaştayız, yine ölümde, yine yoksullukta, yine katl hesapları. Yine birileri kökümüzün nasıl kazılacağı üzerine dar odalarda derin brifingler alıyor; şatafatlı salonlarda ekmeğinizin nasıl küçüleceğinin vizyon belgeleri sunuluyor; vizyon belgesiymiş, vizyonunuz batsın! sen önce bir çık, de ki “dur ulan, dur! biz toplumuz de!”
Yüksek betonarme evlerin içine, fabrikaların, hastanelerin ışık almayan odalarına, dar ve rutubetli bodrumlara kapatılmış insanın soğukluğu kaçınılmaz bir durummuş gibi bize sunuluyor ve bu durum çağın en büyük barbarlığı ile birlikte en büyük yalnızlığını getiriyor. Dost muhabbetlerinin çevrimiçi platformlarla ikame edildiği günümüzde anlatılan hikaye dert edilmiyor. “Anlatılan senin hikayendir” demekte ve toplum ile birey ile bağ kurmakta zorlandığımız zamanlardan geçiyoruz. Hikayeyi uyarlamakta zorlanıyoruz. Hangi kitleye hangi bireye hangi gruba ne diyeceğimizi şaşırıyoruz. Fakat Levinas’ın uyarısını hatırlayalım: Kurtuluş bir başkasının kederine ortak olmaktan geçer.
Bir taraftan bir kelebeğin kanadının narinliği; diğer taraftan sinsi yılanların barbarlığı. Eğer Sodom yok edilmek üzere ise sakinlerinin hatalarını tartmanın sırası değildir diyor yazar. Öyle mi! konuşmayalım mı yani… Bu tarihi alarmizm ocağımıza incir ağacı dikti; başka zamanların nesnesi olduk. Bizi öfkesi, kini, rekabet biçimi ve yaşamıyla kendisine benzetmeye çalışan bu korkunç barbarlıktan kurtulmalıyız. Sıyrılmalıyız… Bu bin yıllık kuşatmayı yarmalıyız.
Modernitenin ve uygarlığın demokratikleştirilmesi ideası taktiksel değil stratejik bir yol. Tamamlanmayan aydınlanma ütopyasıdır bu. Tüm insanlığın ortak stratejisi bu ütopya olmalı. Yalnız da değiliz. Dünyanın her yerinde farklı formlarla, farklı kimlikler ve farklı dillerde ifade bulan bu direniş sürecektir. Barbarlığı, bireyciliği, nobranlığı, savaşı ve şiddeti reddetmeye devam edeceğiz. Şairin dediği gibi yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Mehmet Nuri Özdemir kimdir?
MKÜ Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu. 3 yıl sağlık memurluğu, 13 yıl öğretmenlik hayatından sonra 2016 yılında çıkarılan 675 sayılı KHK ile işinden atıldı. Gazete Karınca’da okur-yazar.