Hasan Kılıç
Türkiye’de Kürt sorunu tartışmaları AKP-MHP ittifakının gömmek istediği yerden filizlenerek boy veriyor. Rivayet odur ki, J. Lacan’a “hayaletler neden geri döner?” diye sormuşlar ve yanıtı “Gerektiği gibi gömülmedikleri için” olmuş.
AKP-MHP ittifakının Kürt sorununda inkâr noktasındaki birleşimi, Kürt sorununa dair tartışmaları görünür olmaktan çıkarmaya yönelmişti. Bu ittifak, Nietzsche’nin “görünür olan hakikatini eline alır” dediği koordinatların eksisini hayata geçirmeye çalışıyordu. İktidar ittifakının uyguladığı Şok Terapisi, toplumsal belleğe saldırıyor; ödül-ceza mekanizmalarını kendisinin belirlediği kamusal tartışma başlıklarına uyum-uyumsuzluk ekseninde harekete geçiriyordu. Kuşkusuz bu mekanizmanın en önemli kriteri Kürt sorunu ve eksenindeki tartışmaları görünmez kılmak üzerine kuruluydu.
Kürt sorununu görünmez kılmaya iktidarın Kürt politikasını yeniden biçimlendirmesi eşlik ediyordu. Biçimlenen bu politika, her ne kadar klasik devletçi zor ve baskı uygulamalarından ruhunu alsa da siyasi aklı içinde barındırması bakımından dikkate değerdi. 2015 yılı sonrası devreye giren bu politikalardaki siyasi akıl, en çok kayyım atamalarında kendisini belli etti.
Liberal yanılsama ve etnik yanılsama ekseninde kayyım
Kürt siyasetinin seçimle kazandığı belediyelere kayyım atanmaya başlandığında iki tür eğilim, kayyım atamalarındaki siyasi aklın analizini engelliyordu. Bunlardan ilki, kayyım atamalarının konjonktürel siyasetten kaynaklı “geçici” olduğuna dair liberal yanılsamaydı. İkincisi ise “etnik yanılsama” içeren kayyımın arkasındaki siyasi aklı es geçen ve kayyım atamalarının sadece Kürt siyasetinin iradesine yönelik olacağına dair apolitiklikti.
Oysa 16 Nisan referandumundan sonra bir AKP’li temsilci kayyım atamalarının “klasik devlet siyaseti” olarak okunmaması ve hegemonyanın yeniden tesisi üzerinden planlandığını satır aralarında ifade ediyordu. Kürt siyasetinin kurduğu hegemonyanın önemli ayaklarından birinin yerel yönetimler üzerinden yürüdüğü tespitinden hareketle, hegemonyanın bu yönüyle sekteye uğratılması için kayyım atamalarının gerçekleştiğini ifade ediyordu. Bu açıklamanın arka plan mesajı hem “geçiciliğe” yaslanan liberal yanılsama hem de “etnik yanılsama”nın değersizliğini-yetersizliğini ortaya koyuyordu. Nitekim liberal yanılsamanın aksine kayyım atamaları sürekli hale getirildi. Yanı sıra etnik yanılsamayı ayyuka çıkaracak şekilde kayyımlık yayıldı ve yoğunlaştı. Kayyım atamaları özel sektör üzerinden sermaye birikimine, üniversiteler üzerinden özgür düşünceye, kurumlar üzerinden idari örgütlenmeye kadar genişledi. Aynı zamanda her bir kayyım ataması, bir diğerini çağırarak yoğunlaştı.
Kayyım rejiminin genişlemesi
Hegel, Haiti ve Evrensel Tarih adıyla Türkçeye çevrilen kitabın yazarı Susan Buck-Morrs, Manchester’da kurulan ve organize edilen ilk fabrikaların İngiltere’nin sömürgelerde kurduğu plantasyonların benzeri şeklinde vuku bulduğunu ifade etmişti.
Buck-Morrs, Hegel’in tarihi olmayan toplumlar ile devletleşme arasında kurduğu iktidarcı ilişkiyi eleştirdiği eserinde halkların tarihinin olabileceğini ifade ediyor; iktidarcı anlayış ile toplum arasındaki ilişkide tahakküm mekanizmasının diyalektiğini analiz ediyordu. Bu analizin çarpıcı yanlarından biri de iktidarın önce “laboratuvarda” sonra egemenliğinin geçerli olduğu tüm sathı mahalde rejimini ve uygulamalarını tesis etmeye yöneldiğiydi. Bu yönüyle plantasyonlar, Manchester’daki fabrikaların laboratuvarı olarak işlemiş, sömürgedeki emeğin yerini İngiltere’de işçi sınıfı almıştır. Sermaye birikim rejimi ve üretim ilişkileri dönüştükçe tahakküm araçları, mekân ve toplumsal ilişkiler de dönüşüyor, yayılıyordu. Nitekim ezen-ezilen denkleminin verdiği deneyim ile ezilen her bu denklemi bozamadığında ezenin hamleleri genişledi ve ezilenler çoğaldı. Bu ezenin yasası olarak tarihte çokça tekrarlandı ve tekrarlanmaya devam ediyor.
Aradan yüz yıllar geçse de tahakkümcü siyasi akıl Türkiye’de devreye kondu. Önce Kürt siyasetinin belediyelerine kayyımlar atandı. Yeni bir yönetim sistemi denendi. Test edildi. Sonra Türkiye sathına doğru yayıldı. Üniversiteler rektörlerini seçemez oldu. Yüksek yargıyı iktidar temsilcileri atamaya başladı. Bürokrasi baştan aşağı ele geçirildi.
Öte yandan sermaye transferleri gerçekleşti. Milyar TL’lik sermaye transferi kayyım rejiminde belli kesimler açısından sermaye birikimine dönüştü.
Amed Büyükşehir Belediyesi’nden başlayan kayyımlık, Boğaziçi Üniversitesi’ne kadar sıçradı. Köy muhtarlıkları kayyımlıktan payını aldı. Yandaş sermayenin biriktirmesinin aracı haline geldi. Toplumsal yaşamın kılcal damarlarına kadar sızdı.
Rejim olarak kayyım
Peki bu kadar yaygın ve yoğun bir durum nasıl ifade edilebilir? Öncelikle bir yerden başlayıp her yere yayılan ve kaide olarak işler hale gelen kayyımlık, rejim olarak kabul edilebilir mi?
Yaygınlık ve yoğunluk ile iktidarın tahakkümü açısından kaide olması itibariyle kayyımlık bir rejimdir. Çünkü rejim kelime kökeni olarak bir düzene -hatta sıkı düzene- işaret eder. Köken anlamında yatan yönetmek fiili ile birlikte düşündüğümüzde bir tür iktidar kipine tekabül eder. Her yerde olabilen, herkese yaptırım uygulayabilen, davranışları ve duyguları etkileyen dolayısıyla düzen haline gelen bir durumdur. Norm ve istisna arasındaki çizgide ortaya çıkan düzenin adıdır. Belli bir düzen anlayışı ile inşa edilen hegemonyanın sübuta ermiş halidir, kayyımlık. Bir düzeni imleyen kayyım rejimi, toplumsal açıdan bireylerin nasıl davranacağını, ödül-ceza sınırlarını, kurumların biçimi ve idaresini düzenleyen merkezde yer alıyor.
Toplumsal, kurumsal ve siyasal kapasitesinin yanı sıra ekonomik kapasitesini de gerçekleştiriyordu. 20 Temmuz OHAL ilanı sonrasında genişleyen sermayeye el koyma ve transfer etme bu kapasite gerçekleşmesinin bir örneğini oluşturuyor. Öte yandan anayasa ile çerçevesi belirlenen ve kanunla tanımlanan ihalelerin yandaşları istisna usullerle dağıtılmasını sağlayan da kayyım rejimidir. Çünkü devletin sadece kurumlarına değil, cüzdanına da atanmışlık söz konusudur.
Siyasi akıl ve kayyımı
Bir rejim olarak kayyıma karşı Diyarbakır’dan Boğaziçi’ne kadar toplumsal itirazlar yükseldi, yükselmeye devam ediyor. Bu mücadelenin bir bileşeni olarak kayyım rejimini anlama çabaları da sürüyor.
Bu çabaların sonuncusu İstanbul’da gerçekleşti. Halkların Demokratik Kongresi, 19 Eylül 2021 tarihinde “Türkiye’de Kayyım Rejimi ve Kendini Yönetme Hakkı” başlığıyla panel-forum gerçekleştirdi.
Siyasetçiler, akademisyenler, öğrenciler, aktivistleri bir araya getiren bu çalışmada kayyım rejiminin hem tanığı hem mağduru olanlar fikir paylaşımında bulundu. Deneyimler ve duygular paylaşıldı, iktidarın kayyım rejiminin MR’ı çekildi. Kayyım rejimin anlaşılmasında açı farkları kapandı, iktidarın oluşturmak ve yaymak istediği rejime karşı mücadelenin ortaklaşması vurguları ön plana çıktı.
Gerek panel gerekse de forum kısmında kayyım rejimine karşı güçlü fikirler öne çıktı. Ama belki de en önemlisi, kayyımı anlamanın arkasındaki siyasi aklı anlamakla güçleneceğine dairdi. Çünkü kayyım çeşitli liberal ve/veya etnik yanılsamalarla değil, hegemonyayı tesis etmek isteyen bir rejimin konusudur. Bu rejimle mücadele diğer tüm mücadele biçimleri ile birlikte rejimi tanıma, anlama ve kritize etmeyi de gerektiriyor. Bu açıdan fikir ile eylemin birbirini besleyerek büyüttüğü, deneyimlerin ortaklaştığı bir dönem, yeni bir siyasal dönemin kapısını aralayacaktır.