Azad Barış
Kara kıtanın nadiren tanıklık edebileceği ışıltılı bir an yaşandı diyemesek de, gök kubbesinde herkesi şaşırtan bir ses yükseldi diyebiliriz. Hemingway’den sonra bir kez daha eridi “Kilimanjaro’nun Karları” (The Snows of Kilimanjaro) ve yankılandı “yenilmez adamın” sesi. Hem de Batı dünyasının tamamını şaşırtan bir adamın sesiyle ve eksantrik ismiyle, Abdulrazak. Neden mi şaşırttı bu isim? Her şeyden önce sıra dışı bir yazar olan Abdulrazak Gurnah -sadece Nobel Ödülü geleneği açısından veya İngiltere’de yaşayan Afrikalı bir yazar olduğu için değil-, alışageldik aydın alanının dışında kalmayı beceren, Batı sol geleneğe de mesafeli olan ama çalışmalarında mutat olguları ve olayları önceleyerek post-kolonyal kuram ve edebiyatı başat topik haline getiren nadir yazarlardan biri olduğu için şaşırttı. Eserlerinde genellikle yersizlik ve yurtsuzluk temalarına yer veren yazar, özellikle post-kolonyal edebiyat, dil hareketleri, ırkçılık ve insan hikâyeleriyle ilgilenmektedir. Daha önce iki kez İngiliz Booker Ödülü’ne aday gösterilen Gurnah, bir zamanlar dünyanın “merkezi” olarak anılan İngiltere’de büyümüş olmasına rağmen doğduğu Hint okyanusundan hiç uzaklaşmamış ve eserleriyle otokton bir Zanzibarlı kalmaya çabalamış bir düşünür ve yazardır.
Evet, bu seneki Nobel Edebiyat Ödülü, 1963 yılında İngiliz sömürge idaresinden barışçıl şekilde ayrılan Zanzibar’da yönetime gelen rejimin Arap yurttaşlara yönelik uyguladığı baskı ve zulümler yüzünden ailesiyle beraber yeni kurulan Tanzanya Cumhuriyeti’nden kaçmak zorunda kalan, Tanzanyalı edebiyatçı, edebiyat eleştirmeni ve bilim insanı Abdulrazak Gurnah’a verildi. Bu seçim, bir yandan beyaz dünya elitlerini alttan alta kızdırırken diğer yandan Almanya ve Portekiz başta olmak üzere kıta Avrupa’sının post-kolonyal geçmişine de ışık tutmuş oldu. Yazarın çalışmalarında Almanya ve onun Doğu Afrika tarihi önemli bir rol oynuyor. Hemen her koşulda tarihle yüzleşme vurgusu yapan ve envaiçeşit mekanizmalara başvuran Almanya’nın, bizatihi Almanya’nın sömürge tarihine odaklanan bir yazarı bugüne kadar fazla günışığına çıkartmamaya çalışması muhtemelen çoklu sebeplere dayanmaktadır ama bu durum bundan böyle ister istemez değişecektir.
Nobel Komitesi’nin yapmış olduğu bu seçim, Almanya’nın emperyal-sömürge geçmişine güçlü bir ışık tutacaktır. Zira, Gurnah’ın özellikle 2020 yılında yayınlanan “Afterlives” adılı son romanı, halen Almanca ’ya çevrilmemiş olsa da, Alman sömürge tarihinin önemli ve karanlık bir bölümünü ele alıyor. Yazarın diğer eserleri de ağırlıklı olarak kolonyal geçmişin izleklerinden ilerliyor. Bu sebeple de, Doğu Afrika halklarının Alman sömürgeciliği döneminde yaşadıkları mağduriyetlerin bir kısmına ışık tutma çabası içinde olan yazarın eserlerinin bugüne kadar bütünlüklü olarak Almancaya kazandırılmamış olması manidardır. Alman elit sınıfı da bugüne kadar bu konuya girmemeyi tercih etmiştir. Nitekim yazarın Almancaya çevrilen ilk kitabı ‘Schwarz auf Weiß‘ ve 2006 yılında Almanca yayınlanan “Die Abtrünnigen” (Admiring Silence) daha düne kadar ancak (8 Ekim) e-kitap olarak mevcuttu. Anglosakson dünyasının, dünyanın verdiği birçok edebi ve bilimsel eserleri en hızlı şekilde kendi dillerine ve kültürlerine kazandıran kültürler olmasına rağmen, Gurnah’ın ana dili olan Swahili yerine İngilizce ’den vermiş olduğu bunca eserin Almanlar tarafından görülmemiş olması tesadüf olmasa gerek. Ben de birçok Alman yoldaşım gibi bunun Almanya’nın Almanlar tarafından vahşice bastırılan, yüz binlerce insanı öldüren ve soykırım özellikleri taşıyan 1905 Maji Maji ayaklanmasından kaçma gayreti olabilir diye düşünüyorum.
Edebiyata 1994 yılında “Kayıp Cennet” romanıyla başlayan ve post-kolonyal izleklerde ilerleyen Gurnah, kendisinin de ait olduğu geçmişi kültürel bir aktarım olarak deşifre ederek yaşananlara farklı biçimlerde yaklaşıyor. Böyle bir yazarın eski sömürge yöneticilerinin topraklarında bilinirliği geç gelmiş olsa da, son yıllarda hız kazanan gecikmiş yüzleşmeye göz kamaştırıcı bir ışık tutması kuvvetle muhtemeldir. Yağmalanmış sanat eserlerinin iadesine ve Nama ve Herero’nun Almanya’nın güneybatısındaki, bugünkü Namibya’daki soykırım için tazminat taleplerine de yardımcı olacak bir yeniliktir! Zira Akademi kararını açıklarken Gurnah’ın “Kültürler ve kıtalar arasında sömürgeciliğin etkilerine ve mültecilerin kaderine yönelik tavizsiz ve merhametli tavrı”na vurgu yaptı. Ayrıca Akademi yaptığı açıklamada Gurnah’ın gerçeğe olan bağlılığının ve basitleştirmeden kaçınmasının dikkat çekici olduğunu söyleyerek, “Romanları, basmakalıp betimlemelerden uzak ve bizim dünyanın başka yerlerinde, insanların pek de aşina olmadığı, kültürel olarak çeşitlendirilmiş bir Doğu Afrika’ya bakmamızı sağlıyor.” ifadesine yer verdi. Oldukça genel ve soyut bir ifade olmasına rağmen küresel iddiası olan ama son yıllarda elit ve Avrupa merkezli bir ödül olmakla sıklıkla eleştirilen Akademi en azından bu yıl vermiş olduğu kararla böylesi bir tehlikeyi atlatmış oldu.
Bu arada, yeterli olmasa da çağdaş Alman edebiyatı da bir süredir Tanzanya’yı keşfetmeye doğru bazı adımlar atıyor; örneğin Büchner Ödülü’nü kazanan yazar Arnold Stadler’in yeni romanı “Am siebten Tag flog ich zurück” (Yedinci günde geri uçtum) Kilimanjaro Dağı’nın eteklerindeki Arusha’da geçiyor ve masum bir gezi sefasındayken ansızın Alman sömürge geçmişinin izleriyle karşılaşmasını anlatıyor. Stadler’in o karşılaşma anının dehşetini anlama çabası içinde belki Gurnah’un neden bahsettiğini daha iyi anlayabiliriz.
Tüm bu nedenlerle bu sene verilen Nobel edebiyat ödülü, özelde en çok Almanları ama genelde bütün kıta Avrupa’sını ilgilendiren bir ödül oldu. Tüm edebi politik tartışmalı durumuna rağmen, dünyanın belirli bir bölgesinden hikâyelerin, bazen kendimizle çok daha fazla ilgisi olan kaderlerin ve yaşam hikâyelerinin odak haline gelmesine vesile oldu.
Bir anlık da olsa diniyor insanın kederi, Kilimanjaro’dan yankılanan o ‘yabancı tanıdık’ ses ile!