Kısalan gövdemiz: Roboski

Kısalan gövdemiz: Roboski

Mehmet Nuri Özdemir

Daha düne kadar ekmek ve su taşıyorduk sınır boylarına, şimdi ise sömürgenin yükünü taşıyoruz omzumuzda.

Yükümüz ağırlaşınca gövdemiz kısaldı.

Daha düne kadar katır sırtında kaderimizi taşıyorduk, şimdi mahkemelerin tozlu raflarında yerimizi almaya çalışırken adalet saraylarının sütunlarına çarpa çarpa ön bahçeye gömüldük.
Daha düne kadar biz dünyayı tanımaya çalışıyorduk, şimdi ise dünya bizi.
Dünya bizi tanıdıkça ön bahçedeki mezar büyüdü.

Düne kadar çocuktuk biz; ve çocuk kalanların listelerine eklenmemiz için hakkımızda yeni fermanlar hazırlandığında, Seyit Rıza Pirimizin Reşik Hüseynik’i gibi, Erdal Eren gibi nizamın uzaması için ömrümüzün kısalması uygun görüldü. Böylece Uğur’un minik gövdesi mahallede oynadığı oyunun ortasına, bizim de kadim Zagros dağ silsilesinin yamaçlarına düşmüştü.

Tarihin yapay sınırlarını ihlal ettiğimizde komşularımız gökyüzünden üzerimize metal parçalar yağdırmıştı.
Yağmur değil, çiçek değil, ekmek hiç değildi; üzerimize yağan nefesimizi geri gelmemek üzere
kesen karbon monoksitin mavi aleviydi.
Üzerimize yağan modern metal parçacıklar, aydınlanma aklının üçüncü dünya halklarına hediyesiydi.

Ekmek davasında yol alırken, toprağa yakın olmanın sevinciyle, meşe ağaçlarının gölgesinde dinlenerek yürüdüğümüz yolun sonunda, sıcak bir çorba içme hayaliydi bizimkisi.
Doyurulmamış kardeşlerin midesine bir parça kuru ekmek yetiştirme telaşıydı.
Telaşla ön bahçeye gömüldük.

Bizler sınır boylarında donarken, insanlık, sanki tüm merhametini sınırlara gömmüştü; bizimkiler ise sınırların içinde kalan konforlu bölgeden bağırıp duruyordu. Merhamet değil Adalet!

Dönüp geriye baktığımızda gövdemiz un ufak olmuştu; Ceylan gibi paramparça olup taşlara, ovalara, meşe ağaçlarına dağılmıştı gövdemiz,
Gövdemiz kısalmıştı.
Dönüp geriye baktığımızda bahar dalına takılı kalan kara kirpiklerimiz kuruyup gitmişti.
Ve en az Cemile kadar donmuştuk traktöre istiflenmeden önce.

Aktığımız dereler, yürüdüğümüz yollara ne olmuştu böyle,
Uzun yollar mı kısalmıştı,
Yoksa boynumuz mu,
Ellerimiz ve ayaklarımız mı kısalmıştı,
Yoksa yeniden mi doğmuştuk, dikilen elbiseye mi sığmamıştık,
Belli ki boyumuz sınır boylarını aşınca, gövdemizin muasır medeniyete göre orantılanması gerekmişti.

Yoksulluğumuzun telaşlı yürüyüşünü yaparken üste üste yığıldı gövdelerimiz,
21. yüzyılda bir gün bile ısınmadan öldük,
Isınmadan öldüğümüzü, kısalan gövdelerimiz üst üste yığılınca anladık; katırın sırtında, traktörün kasasında ısınabildik.

Sınır boylarında ekmeğin verdiği umut, traktörde ısınmanın lanetiyle yer değiştiğinde kendimize sorular sormaya devam ettik:
Neydi bizim davamız!
Bize dava edilen neydi?
Kimin ülkesini bölmek, kimin bahçesine girmek istemiştik, kimin ekmeğinde kalmıştı gözümüz!
Bunların tümü koca birer yalan değil miydi, zira kısalan bizim gövdemiz, ön bahçeye gömülen biz değil miydik.
Çalınan bizim ekmeğimiz, talan edilen bereketli topraklarımızdı,
Sınır boylarında vurulan boyun bizim, yalana boyun eğmediği için ikiye bölünen gövde bizimdi.

Bizi ısıtan bir palto giymek için uykularımız hep kısa sürmüştü, şimdi ise gövdemiz kısaldı.
Ömrümüzün kısalacağını, ellerimizin ve ayaklarımızın koparılıp atılacağını bilemezdik.
Kör bir kibir uğruna komşularımızın yolumuzu kesebileceğini, kanımızla un yoğurabileceğini, zeytin karası gözlerimizin kıyısında onlarca kardeşimizin paltosuz donabileceğini bilemezdik.

Telaşla ekmek taşırken kardeşlerimizin midesine,
komşularımızın bölünme telaşına kurban edildik.
Sabah ezanını beklemeden, birbirlerini bile dinlemeden, vakitsiz bir telaşla mühürlediler gövdemizi.
Onlar un ufak ederken etimizi, biz gökyüzü boşluğuna onları şikayet etmekle meşguldük.

Gençliğimiz yoksul babanın gururunu kurtarma telaşıyla geçti; küçük kardeşlere oyuncak yetiştirememe mahcubiyetiyle vedalaşamadan kısaldı gövdemiz,
Oysa sıcacık bir çorba özlemiydi bizim hanemizin hayali.
Hayalimiz; öfkeli, telaşlı ve tedirgin bir subayın tuşlara basmasıyla donduruldu.

Bütün hesaplar yoksul gövdemizi; sıcaktan, ekmekten, zeytinden mahrum bırakılması uğrunaydı,
Bu koca panik ayaklarımızı ısıtan ayakkabıdan mahrum bırakmak içindi.

Ey mağduriyetimizi anlatmanın utancını bize öğretme cüretini gösterenler!
Ayıptır söylemesi ama aç karına gömüldük biz, bir gün bile ısınmadan öldük.

Ey utancını bize olan nefret ile bastıranlar!
Cenaze namazımıza sakın gelmeyin!
taziyemize gelmeyin,
ön bahçedeki mezarımıza hiç gelmeyin,
çünkü siz mezar taşlarını kıranların torunlarısınız!

Ve sen, baldırımızı çıplak bırakan ey Aralık!
Sen de sıcak iklimlere olan hasretini gövdemizle ısıttın ya,
Sen de saçlarımızla örttün ya donmuş derini,
Sen de kanımızla çorba yaptın, un yoğurdun ya!

Kör nafaka uğruna yola düşen yoksullarımızı hidrojen yağmuruna tutan ey Aralık!
Senin de kapın mühürlensin!
Seni zaman olmaktan men etsin kısalan gövdemiz!

Eğer mahcup bakıyorsa gözlerimiz,
Eve geç geldiğimiz için,
Ön bahçede gömüldüğümüz için,
Eğer mahcup bakıyorsak,
Atlara, katırlara, dağlara, ve toprağa yük olduğumuz için.

Ama siz bir kez bile utanmadınız
Kısalan gövdelerimizden!
Katırın sırtından sarkan ayaklarımızdan,
Traktörlere istiflenen kollarımızdan.

Beyazlarınızın medeniyet cinneti geçirdiğini biliyoruz,
depresyondan çıkamayan orta sınıfınızı da biliyoruz.
Biliyoruz bilmesine de tüm iyi niyetlerimiz koparılan gövdemize eşlik etti.
Öldüğünde ısınabilen gövdemizin, öldüğünde duyulabilen sesimizin peşinden gitmeye yemin ettik.
Zira ne varsa, bizden koparılanda var.
Ne varsa erken gidenlerimizde…
Feqê Teyran gibi ömrümüzü bir kuşun sesinin peşinden giderek kısaltmaya karar verdik.
Feda ettik gövdemizin bir kısmını,
Fedamızı abartacağız!
Kimse bir daha feda olmasın diye sınır boylarında!

Merhaba!
biziz biz, tanımadınız mı?
1071’ de Malazgirt’te sırtında buğday taşıyanlar,
1514’de Çaldıran’a duvar olanlar,
1915’te çıplak ayaklarla Çanakkale’ye yetişenler,
1923’te Cumhuriyetin çimentosuyduk ya hani; cumhuriyetin temeline gömdünüz bizi; nasıl tanımazsınız!

Gecenin zifiri karanlığına karışan çığlığımız; evlerinize, sokaklarınıza, fabrikalarınıza, parlamentolarınıza kadar gelmişken siz gövdemizi kısalttınız.
Bin yıllık kardeşliğimizden bir kez olsun utanmadınız!
Bizi de, kendinize de başkasının kapısına mecbur ettiniz,
Evimize gidecek, sokağımızdan yürüyecek, çocuklarımızın yüzüne bakabilecek yüz kalmadıysa bu utancı paylaşmadığınızdandır.

Oysa karşı köye seslenmenin sadeliğiydi bizim yolculuğumuz!
Pasaporta sığmayan hikayemizi bir kez bile dinleyebilseydiniz bu sadelik hepimizi iyileştirebilirdi.

Meşe ağaçları nelere tanıklık etmişti, şu kanlı tepe ve hemen arkasında uzayıp giden insanlık tarihine beşiklik etmiş kadim Zagros dağ silsilesi.

Yorgunuz oysa! borçlu değil.
Kimseye ne savaş, ne de barış,
ne ayakkabı, ne ekmek, ne palto, ne millet borcumuz var.

Tüm barış mutabakatlarını baş ucumuza koysanız,
tüm savaş meydanlarını cennete çevirseniz ,
yine de kısalan gövdemizi bir gram uzatamaya yetmez,
kırılan serçe parmağımızı onarmaz.

Unutmayın! Kısalan gövdelerin öfkesi uzun, barışı kısa olur!