Dünyamız hızla değişiyor ve onunla birlikte sosyal bilimlerden beşerî bilimlere, psikososyal dinamiklerden toplumlar arası iletişim şekillerine kadar birçok şey değişiyor lakin değişmeyen kimi olgular da var hiç şüphesiz. Bunların başında yüzyılın önemli düşünür ve ruh bilimcisi Adler’in “aşağılık ve üstünlük kompleksi” üzerine savlaştırdığı olgusal belirlemesi gelir. O günden bugüne insanlığın kaydettiği gelişim ve dönüşüm süreçlerine rağmen insanın bir parçası olan aşağılık veya üstünlük kompleksi mefhumu adeta destrüktif bir gelişim göstererek gelişmiştir. Birbiriyle siyam ikizleri gibi yapışık o bir düzlemde gelişim gösteren insan ve onun kompleks meselesi modern ve postmodern çağda da yıkıcı bir yönde gelişim gösterdiğini bugün daha net görüyoruz. Saldırganlıktan utanca, haklı çıkmaktan şiddete kadar birçok şey Adler’in bahsettiği aşağılık ve üstünlük kompleksinin diyalektiği bağlamında ortaya çıktığını bugün daha iyi anlıyoruz.
Adler’e göre, “aşağılık kompleksine sahip birinde çok ufak da olsa üstünlük kompleksi; üstünlük kompleksine sahip birinde ise az da olsa aşağılık kompleksi nitelikleri vardır.” Dolayısıyla bugün iletişim toplumu olarak ifade edilen çağımızın toplumsal ilişkileri ister kamusal düzlemde ister bireysel nitelikte seyretsin hepsinin temelinde bu olgu yatmaktadır. Başka bir ifadeyle değişmeyen tek şey o kompleksin aşağılık ve üstünlük diyalektiğinin çelişki yumağıdır. Bugün bile birçok yönüyle bizlere konuya dair yararlı kavramlar sunan Adler’in temel düşüncesi, özellikle toplumsal ilgi kavramının ötesine de geçen tazminat ve telafi savları yıkım sonrası yeniden inşa veya onarma olarak algılanmasa da kişinin eksiğini tamamlama açısında bir kapı arayabilir ama bu kapı yüzleştirici bir kapı değildir.
Onun için özellikle Doğu toplumlarında yüzleşme ve yeniden barışma yerine telafi, tanzim veya helalleşme kavramları kullanılır ve bu Adler’in bahsettiği kompleks karmaşasıyla ilgili bir olgudur. Çünkü aşağılık ve üstünlük kompleksi olan bir bireyin talepleri göz ardı edildiğinde, birey aşırı tazmin edildiğinde, aşağılık kompleksi daha gelişir, egosentrik, güç veya agresif bir karakter gelişimi için olası dirençler gelişir. O nedenle tazmin veya telafi fikri aşağılık veya üstünlük kompleksinin yol açacağı kırımlar sonrası onarım ve inşa süreci için önemli bir süreç olsa da işlevsel bir yüzleşme mefhumu değildir.
Yüzleşmenin bu olgusal hakikati ve etkisi bireyler arasındaki ilişkiler için geçerli olduğu kadar toplumlararası yaşanmış kimi yıkımların ve kırımların onarım ve telafisi içinde önemli bir barışma çabasıyken tazmin ve telafi edici yaklaşımlar pejoratif özelliklere sahiptir. Adler’in bahsettiği tazminat ve telafi maneviyat üzerinden inşa edilmiş değerler ilkesini ne kadar kapsarsa o vakit onarıcı bir karaktere bürünebilir, aksi takdirde Bahçeli ve Kılıçdaroğlu’nun kendi eksikliklerini kompanse etmek için başvuracakları düzenleyici cihazları olarak kalır. Anlaşılır bir örnek üzerinden konuyu daha açık bir ifadeye kavuşturmak için Bahçeli’nin başlattığı soy/sop karmaşasıyla Kılıçdaroğlu’nun yeni bir soy-kütüğü icadına kadar bütün bu süreçleri yüzleşmeden uzak birer aşağılık ve üstünlük kompleksinin bir dışavurumu olarak görmek mümkün. Her ikisinin çıkışında da herhangi onarıcı veya yüzleşmeci herhangi bir iz yoktur, sadece kendi handikaplarını tazmin ve telafi edici çabası vardır ve buradaki tazmin ve telafi tamamıyla olumsuz içeriklere sahiptir.
Lakin Adler’e göre “aşırı telafi mefhumu ‘özürlünün’ aşağılık duygusuna aşırı derecede hassasiyet” göstermesinden başka bir şey değildir. Ve bu durum kişinin sosyal yaşamındaki bütün enerjisini o noktaya aktarması ve eksikliğini kompoze etmesi ve diğer alanlarda başarısız olması anlamına gelmektedir. Burada hem Bahçeli hem de Kılıçdaroğlu soy-kütüksel olarak bir yüzleşme fikrinden ziyade aşırı derecede aşağılık kompleksine sığınma, hassasiyet gösterme ve yıkıcı şiddetin en güçlü retoriğini kullanarak aşağıdan yukarıya doğru bir üstencilik yarışı içinde olmalarıyla ilgili bir durumdur. Lakin Adler’in psikolojik alana yaptığı en önemli katkı olarak kabul gören tazminat ve telafi fikri Bahçeli ve Kılıçdaroğlu’nun maruz kaldıkları kompleks yıkımını ortadan kaldıramayacağı bilinmektedir.
Kendi kimliksel aidiyetleriyle barışma, kucaklaşma ve içselleştirme yerine daha yıkıcı, ötekileştirici ve kompleks karmaşası içinde debelenmeyi tercih etmelerinin ilk evreden bugüne kadar hissettikleri aşağılık kompleksiyle ilgili olduğu muhakkaktır. Söz konusu bu debelenme durumu hem Bahçeli’nin hem de Kılıçdaroğlu’nun siyam ikizleri olarak kursaklarında taşıdıkları kompleks dozajının dışavurumu ve olup bitenlerle baş etmeyi başaramamalarıdır. Adler’in zamanında dediği gibi “bir kişinin ister doğal ister hayali olsun, varlığında bir eksiklik yaşadığında ya bunu onarıma tabii tutacak ya da algılanan aşağılığı başka yol ve yöntemlerle telafi edecektir. Dolayısıyla hem Bahçeli’nin üstenci Türklüğü hem de Kılıçdaroğlu’nun “secere” (Soy-kütüğü) arayışı bunun bir sonucudur. O nedenle sağlıksız bir iletişim biçimi olarak topluma nüksetmiştir bu son iletişimsel söylemler.
Oysa optik anormallikten azade herkes kendisiyle yüzleşme durumunda hem yol açtığı haksızlığın telafisini hem de kendisinin uğradığı haksızlığın onarımını mümkün hale getirebilir. Adler, bağlamın bu noktasını daha da güçlendiren bir deneyim aktarmıştı zamanında: Aktarma göre “bir Alman sanat okulunda okuyan öğrencilerin özerinde yapılan bir araştırma bazı öğrencilerin doğuştan gelen optik anormallik nedeniyle ‘normal’ olanlarla kıyasla daha belirgin bir aşağılık kompleksi refleksini” göstermişlerdir. Böylesi bir aşağılık kompleksiyle başa çıkma deneyimi uyumsuz hale geldiğinde, sürecin doğal bir sonucu olarak kırılgan narsistik kompleks gelişir ve bu nedenle artık popüler olan aşırı aşağılık veya üstünlük dinamikleri devreye girer. Hem Adlar hem de birçok akranı, nevrozların çoğunun çocukluktan kalan aşağılık duygulardan kaynaklandığına inanmıyordu ve bu deneysel kanı bugün hala devam eden bir olgu olarak karşımızda durmaktadır.
Kültürel aktarım sekteye uğradığında, düzgün bir şekilde ilgilenilmediğinde, kimlik aşırı teşvik edilmediğinde veya sağlıklı telafi için güçlendirilmediğinde, söz konusu aşağılık duyguları farklı bir şekil almaya başlar ve kişide uyumsuz davranışlara sebep olur ve sosyal ilgiden uzaklaşma süreci başlar. Söz konusu sürecin etkilerinin yetişkinliğe kadar taşındığına inanıyordu Adler. Hatta yetişkinliğe adım atan birçoğumuzun telafi edilmeyen kompleks karmaşasının bir dışavurumu olarak utanç ilkel bir sahnesinde oynanan bir marazlık oyun gibi sergilendiğini gözlemliyoruz. Bugünün terimleriyle, bu karakterolojik aşağılık duygusunu mevcut tanımlamaların yanı sıra “utanç” kompleksi olarak adlandırabiliriz herhalde. Lakin o günden beri birçok psikolojik araştırma, Adler’in teorisini doğruladı, aşağılık ve üstünlük kompleksi kadar utancın mefhumu da kopukluk, yabancılaşma ve izolasyonu artırdığına kanaat getirdi.
Bugün bu savsal fikirlerin, aşırı telafi edici kişiliklerin hâkim olduğu ve sosyal ilginin yetersiz olduğu mevcut siyasi iklimde önemli ölçüde psikolojik faktörler olarak rol oynadığını belirtebiliriz. Algılanan aşağılık anları kaçınılmaz olarak hem bireysel hem de kolektif deneyimde ortaya çıkmaktadır; karşılaştırma, insan varlığının ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak, tüm farkı yaratan, bu algılanan aşağılıkları nasıl telafi ettiğimiz, nüansları nasıl bulduğumuz ve bu dinamiklerle uğraşırken karşılıklılığı nasıl sürdürdüğümüz önemlidir. İster aşırı telafi edici statü espritüelliği ister yıpratıcı bireyciliği veya onarım ve tazmin edici bir süreci seçelim önemli olan yüzleşmedir. Bu aynı zamanda, toplumun özgürlük ve refahına yapılan yatırım duygusunu etkilediği kadar onarma ve yeniden barışma için de öğretici niteliktedir.
Adler, işçi sınıfı içinde psikoterapist olarak çalışırken, toplumsal cinsiyet eşitliğini savunurken ve kendisini siyasi eylem yoluyla toplumsal dönüşüme adamış insanlarla çevriliyken bütün bunları birebir gördü, deneyimledi, teoriden pratiğe aktararak “tüm bireylerin ideal varlıklarına dair fikirleri olduğunu” ortaya atarak kurgusal finalizme vurgu yaptı. O, bu yeni kurgusal teleolojiyle (amaçlılık) yeni bir kurtuluş paradigmasına yön verdi. Lakin, Viyana kızardığında, Adler evvelden bugüne kadar ezilenlerle aynı siperlerdeydi. O hep bireyi ve toplumu vurgulayan diyalektik çizgide yürüdü, kolektif duyguyu teşvik etmek için bireysel insanları güçlendirmeye çalıştı. Adler, Freud’un toplumsal olanı ilk başta ihmal etmesinin, çiftçi işçisinin ya da ezilen eşin sıkıntılarının kökenine inmek için yeterli olmayacağını biliyordu. İnsanlar arasında eşitliğe olan inançtan yola çıktı ve sorunlarımızın cevabının birbirimizde olduğuna dikkat çekti.