Kürt aşiretlerini, cemaatlerini ve kurdukları modern siyasal partileri anlamanın ilk yolu Kürtleri yerleşim yeri olarak köy ile yani toprak, dağ, nehir, güneş ve gökyüzü ile ilişkileri irdelenerek daha iyi anlaşılabileceğini düşünüyorum. Bu yazıda bazı gözlem ve deneyimlerle bu hakikate dokunmaya çalışacağım.
Doksanlarda köylerimiz devlet eliyle zorla boşaltıldı. Yaşlı, kadın, çoluk çocuk demeden bize verilen üç günlük süreden sonra kendimizi kamyon kasasında bulmuştuk.
O zamanlarda bir dilek tuttuğumuzu hatırlıyorum. Köyden ayrılırken kardeşlerle, kuzenlerle, “gözümüz ile köy” arasında kalan mesafenin hiç bir zaman kapatılmamasını dilemiştik. Köy, o mesafede kalan ve kimsenin dokunamayacağı bir yerde durup bizi bekleyecekti. Bu dileğimizin, bir halkın ülkesi için tuttuğu kocaman bir dilek olduğunu zamanla anlayacaktık.
Zira Kürtler için ülke (welat), siyasi sınırlarla çizilmiş, başında duran bir adamın, elinde sopasıyla bekleyen bir derebeyin ya da ırk olarak kendisini bizden üstün tutan bir siyasi otoritenin hiyerarşisi ile çitlenmiş bir mekan değildi.
Ülke her şeyden önce geceleri uzaklardan ışığı sönmeyen evlerdi; evlerin içindeki sıcaklık ve üşüyen kardeşlerin masallarda anlatılan canavarlardan korunmak için birbirine sokulmasıydı.
Ülke yapay sınırlarla çizilmiş bir yer değildi. Güneşin doğuşuyla gözün gördüğü güneşin sıcaklığı, mavi gökyüzü, dağlar, nehirler ve bildiğimiz tüm canlılar, yaşadığımız tüm iklimlerdi. Komşular, misafirler ve hayallerdi. İhtiyacımız kadar kazandığımız ekmek, kimseyi sömürmeyen ekonomiydi ülke. Ülke, küresel olimpiyatlardan, uluslararası festivallerden daha cazibeli olan şenlikli vadimizdi.
Kürt Gözünün dağ, güneş, nehir, gök ve toprak ile ilişkisinin hikayesini ne modern şehirler, ne yapay ulusal inşalar, ne şiddet ve savaş, ne bir başka ülkeye uzanan yolculuklar, ne de sürgün alt edebildi. Ülke, “göz ile köy” arasında kalan; göz ile toprak, göz ile dağ, göz ile güneş, göz ile nehir arasında hiçbir zaman kapatılmayacak bir mesafenin uzantısıydı. Asırlardır sopayla yönetilen ülkemiz hala o uzantıda durmaktadır. Hala Kürdün gözüyle gördüğü mesafede kalandır ülkemiz. Gözün dokunduğu masallarda ve kulağın duyabildiği anda bir daha asla unutmadığı stran ve çirokta bekleyendir.
***
Modernitenin Kürtlere dayattığı direniş ve savaş denkleminde tarif edilen köy ve köyün taşıdığı yaşam doksanlarda büyük bir tahribata uğradı, zorunlu göç ile köylerimizi terk ettik. Doksanlarda başlayan ve birkaç yıl süren zorunlu göçler sırasında ve sonrasında iki kuşağı hızlıca yitirdik. Birincisi dağlara giden gençler, ikincisi kentlere alışamayan yaşlı kuşak. Yaşlı kuşağın bir kısmı modern şehirlerde karşıdan karşıya geçerken arabaların altında ezilerek yaşamını yitirdi; önemli bir kısmı da yalnızlıktan…
İlk göçlerde iş olanakları için büyük şehirlere gitmek zorunda kalan Kürt aileleri ancak nemli bodrum katlarında barınacak evler bulabilmişlerdi. Sabah işe gitmek zorunda kalan genç nüfustan sonra evde tek başlarına kalan yaşlı kuşak büyükşehirlerin nemli bodrumlarında yapayalnız kalmıştı.
Yaşlıyı yalnız bırakmak toplumsuz bırakmaktı, dahası tecrit etmekti. Yaşlılarımız için yalnız bırakılmaktan daha büyük bir ceza biçimi olamazdı. Dağ esintisinin olduğu ve özgürce nefes aldıkları doğal yaşamdan kent bodrumlarına kapatılan yaşlı Kürtler, bu toplumsuz, güneşsiz, rutubetli ve insan sıcaklığından yalıtılmış hapishanelerde yaşamlarını yitirdiler.
Yıllardır bu ölüm biçiminin etkisinden kurtulamadım. Bir şairin “ben ninemi yalnızlık sanmıştım bir keresinde” dizesini okuduktan sonra, o günlerden geriye hala “bizim yaşlıların ölümünden daha büyük bir yalnızlık var mıdır” diye sorup duruyorum kendime. O yaşlanmış yalnızlığın kendine has gözleri vardı, hiçbir yeri ülke olarak kabul etmeyen, hiçbir kente alışamayan yaşlıların gözlerindeki yalnızlığın üzerini hiçbir şey örtemedi.
Göçten sonra ülkeyi; dağı, taşı, toprağı, güneşi, dereyi yalnız bıraktığımız gibi şimdi yaşlıları yalnız bırakıyorduk ve yalnızlık yaşlıyı öldürüyordu. Her bir yaşlı öldüğünde toplum ölüyordu sanki, tarih ölüyordu, masal ölüyordu, ölçü ve saygı ölüyordu. Her yaşlının ölümü daha büyük bir yalnızlığın, daha büyük bir yön karmaşasının habercisi gibi geliyordu bizlere.
Bizler, her yeniyi gördüğünde elindekine şımarıkça tekme sallayan bir kültürden gelmiyorduk. Bizim yitirdiğimiz köktü ve yeni olan, tüm barbarlığıyla üstümüze geliyordu. Bizim gözlerimiz yaşlının gözlerine, yaşlının gözleri uzaklarda kalan köye, dağa, toprağa, suya ve gökyüzüne uzanıyordu.
Kent yaşamı bizim için gözlerin birbirine dokunarak dinlenebileceği zamanlardan yoksun kalmanın barbarlığıydı. Bizim tüm zamanlarımıza el koymuştu kent, iş, yoksulluk ve zulüm… Yaşlının gözlerinin kapanması, köy ile gözümüz arasında büyük bir duvarın örülmesi, kent barbarlığının kesintisiz şiddetinin galip gelmesi gibiydi.
Yitirilen yaşlılarla birlikte sorgulamalar artıyordu. Tüm ailenin birlikte üretip birlikte tükettiği ekonomiden sofraya ekmek getirmeyen aile bireyinin mikrop olarak görüldüğü vahşi kapitalizme geçerken her Kürdün yüksek sesle “bu düzen bize göre değil! dediğine defalarca tanıklık ettim ve sonradan sorgulamalar uzuyordu: bu kentler bizim değil, bu insanlar iyi değil…
Komşuların uzun süre öcü gibi baktığı, onlarca nüfusun tek gözlü evlerde yaşamak zorunda kaldığı ve devletin bodrumlarda rahat bırakmadığı yoksul ve yurtsever Kürt köylüsünden geriye bu yazıya asla sığdırılmayacak yaşlı Kürtlerin yapayalnız ölümleri, köye uzanan gözleri, yoksullaştırılmış, yoksunlaştırılmış yaşamın hiçbir zaman silinmeyecek izleri kaldı.
***
Ülkesinde doymayanların ve ülkesini sevmeyenlerin gözü başkasının ülkesinde olur. Kürtlerin ülkesi bereketliydi; hem kendilerine, hem misafirlerine hem komşularına, ülkeden geçen savaşçı, yolcu veya tüccarlara yetecek kadar bereketliydi.
Kendi ülkesini sevmeyenler, başkasının ülkesini de sevmez; sevgisizlik kişiyi başka ülkelerin işgalcisi yapar. Kürtlerin insanlık tarihinin başından beri ülkesi vardı. “Ne yapsak da başka ülkelere sahip olsak, ne yapsak da başkasının nehirlerini kurutsak, başkasının tarlasında yangın çıkarsak, başkasının evini taşlasak” demedi Kürtler. Kürtler başkasının evinde yangın çıkarmanın, camlarının kırmanın sinsiliği ve ahlaksızlığı ile değil, başkasının evinden düşmek üzere olan taşı yerine koymanın, çıkan yangına su taşımanın onuruyla yaşadılar, yaşıyorlar.
Kürtlerin göz ile gökyüzü, göz ile güneş, toprak, dağ ve dere arasındaki mesafede kalan ülkesinin dışında başka kimsenin ülkesinde gözü yoktu. Kürdün gözü hala toprakta, doğan güneşte, akan nehirde, yükselip yükselip mavi gökyüzüne meydan okuyan dağlardadır. Hala bir kuşun cıvıltısındadır kulağı, gözü bir misafirin yolunda, komşuya olan saygıdadır. Ülke Kürt için göz ile köy arasında konulan modern karanlığa rağmen hala aynı mesafede duruyor.