Geçtiğimiz yıl Ayrıntı Yayınevi’nden çıkan William I. Robinson imzalı “Küresel Polis Devleti” kitabı, bizi güncel ve yoğun bir küresel siyaset tartışmasına davet ederek, küresel kapitalist sisteme ve bu sistemin bugün yaşadığı dönüşüm süreçlerine ilişkin teorik bir kavrayışı vaat ediyor. Elbette bunu ne kadar başardığı okuyucunun takdiri. En başta Küresel Polis Devleti (KPD diyelim) ne demek, belki bu tanımla başlayabiliriz. Robinson kitabın farklı yerlerinde birden fazla tanım yapıyor. Yani çok bağlamlı bir fenomen bu. Fakat en özet tanımı şu: “Polis ve ordunun baskısı, otoriter yönetim, sivil özgürlüklerin ve insan haklarının bastırılmasıdır.”
Detaya girmekte beis yok, çünkü çok daha totaliter habitusu da imleyen KPD, savaşı kamusal ve özel alanda kalıcı kılan yapısal şiddet aracıdır. İşlevi, birikim ve toplumsal denetim olmak üzere, çift yönlüdür.
KPD, üç temel ‘olaya’ sahiptir. Birincisi, Küresel işçi sınıfı ve artık insanlığın gerçek ve potansiyel isyanlarını sınırlamak için her yere yayılmış kitlesel denetim ve baskı sistemleri; ikincisi, birikmiş artık sermayeyi boşaltma stratejisi olarak askerileşmiş birikim; üçüncüsü ise 21. yüzyıla has gelişen neo-faşist politik katmanlara yönelik artan eğilim. Tüm bunları topladığımızda ise insanlığın zoraki bir dışlanmasına tanık oluruz. Peki KPD, bize nasıl bir perspektif vermektedir? Yazar ‘küresel kapitalist dönüşümün ekonomik boyutlarının, yeni yollarla bu dönüşümün politik, ideolojik ve askeri boyutlarıyla nasıl kesiştiğini belirtmemize olanak tanıdığını’ iddia etmektedir.
Başlarken, yazarın bugün kitlesel hapislere, polis şiddetine, göçmenlere ve sığınmacılara yapılan zulümlere, çevre adaleti aktivistlerine uygulanan baskılara karşı büyüyen hareketlerin radikal değişiklikler yerine ılımlı reformlarla yetinmesine dönük serzeniş haklı bir eleştiri. Çünkü bu hareketler, genel olarak, sosyal adalete yapılan ahlaki bir çağrıyla yetiniyor. Oysa ulus-ötesi kapitalist sınıfı giderek baskıcı ve cebri yönetim formlarını dayatmaya mecbur kılan şey dünya genelinde ezilen ve sömürülen halkların isyanıdır.
Kitap içeriğinin detaylarına geçmeden önce; kitabın pek çok çıkış noktası olduğunu söylemek gerekir, fakat esas nokta insanlığın içinden geçtiği krizdir. İnsan benliği, emek, dayanışma üzerine yoğunlaşan yabancılaşma, küresel kapitalizmin aynı şekilde küresel dayanışmayı kırmak için geliştirdiği stratejiler, açıktır ki bir yıkım projesi önümüze koyuyor. Haliyle kimlik, anlam ve topluluklar açısından sermaye, birikim ve krizlere karşı kendimizi nasıl ve nereden kuracağımız önemli bir soru olarak ortada durmaktadır! Robinson, kitabın sonunda bunlara reçete sunma umudu ile ilerlese de kişisel kanaatim, Avrupa ve ABD kıtası eksenli kaldığı için önümüze yeterince çıkış/kaçış çizgisi koyamayıp, ‘katı faşizmin başarıp başaramayacağı, tamamen gelecek yıllarda toplumsal ve politik güçler arasındaki mücadelelerin nasıl seyredeceğine bağlıdır’ diyerek kestirmesi.
“Artı değerin katlanarak büyümesiyle beraber devletlerin kendi aralarındaki rekabetten çoktan vazgeçip nerede kâr, orada ortaklık ve strateji belirlediğine” işaret eden, ki bence en kritik tespit bu, kitap dört bölümden oluşuyor.
Bölüm başlıkları ve içeriklerine özetle değinerek devam edeceğim.
“Küresel Kapitalizm ve Krizi”
Bu bölümdeki ilk tespit, dünya kapitalizmi ağır bir krizin ortasında olduğu gerçeğine dairdir. Karl Marx, krizleri kapitalizme içkin şeyler olarak tanımlamış ilk kişiydi, bunca zaman sonra bu gerçek değişmedi.
1970’lerin başlarından bugüne ulus-ötesi ekonominin -finans kapitalin- etkin bir küresel güç haline geldiği genel bir konsensüstür. Bu konsensüsü besleyen KPD’nin en güçlü silahı sivil toplumu da not etmek gerekiyor. Ulus-Ötesi Kapitalist Sınıf bugün dünya genelinde sersemletici derecede etkin ve merkezidir. Bu açıdan hegemonik karakterlidir ve uluslar arasındaki gerilimleri, büyük devletler arası çatışmalara dönüşme potansiyeline ulaşacak şekilde tırmandırmaya yatkındır. Yazara göre bu yakınlık aynı zamanda meşrutiyetin sağlandığı sürecin ağzındaki döngüdür.
Krizin es geçilmeyecek bir ayağı da bugün kapitalist küreselleşmenin en ileri noktasında olan teknolojidir. Çünkü teknolojik değişime genelde kapitalist kriz çevrimleri ile toplumsal ve politik kargaşalar eşlik eder.
“Vahşi Eşitsizlikler: Toplumsal Denetim Mecburiyeti”
Bu bölüm, sadist kapitalizm ve denetim mecburiyeti denen olgunun zorunlu açıklaması ile başlıyor. ‘Küresel eşitsizlikler yayıldıkça, dünya piyasası o kadar daralmakta ve sistem yapısal aşırı birikim kriziyle o kadar çok yüzleşmektedir. Yine de toplumsal kutuplaşmanın bu uç düzeylere gelmesi, hakim gruplar için toplumsal denetim kurma güçlüğünün tırmanmasına da yol açmaktadır. İlk aşamada küresel polis devletini öne çıkaran şey bu toplumsal denetim mecburiyeti’ olduğunu iddia ediyor yazar. Sadist kapitalizm ise ‘yoksulluğu ve dışla(n)mayı dahi bir birikim kaynağına çevirmek’ olarak anlaşılmalıdır.
Başlıkta, insanlık tarihinde Neolitik veya Endüstri devrimlerine benzer bir dönüm noktasının yaşandığını iddia eden Mike Davis’ın “Gecekondu Gezegeni” eserine sıkça başvuru yapan Robinson, “İlk kez yeryüzünün kent nüfusu kırsal nüfusu geride bırakacak; 2030’da 41 kentin 10 milyondan fazla sakini olacak ve dünya nüfusunun yüzde 66’sı 2050’de kentsel alanlarda yaşayacak” gerçeğini hatırlatıyor.
Tam da burada belirtmemiz gereken şey, Stephen Graham’ın da ‘Kuşatılan Şehirler’de bolca gösterdiği üzere, ‘Dünyanın yeni mega kentleri, dışlanmış ve ezilmişlerin küresel polis devletiyle yüz yüze geldiği savaş alanlarıdır.’ Ve böylesi bir savaş alanında ötekilere, göçmenlere, evsizlere yer yok. Mesela Kaliforniya’da, evsiz insanların kamusal alanlar da durmasını, oturmasını, dinlenmesini, uyumasını, kamp yapmasını, dilenmesini veya gıda paylaşmasını kısıtlayan 592 kadar yasa vardır ve kamusal olmayan alanlarda kısıtlamalar getiren de 781 ayrı yasa bulunması nasıl tarif edilebilir? Açık bir savaş örneğidir.
“Askerileşmiş Birikim ve Baskı Yoluyla Birikim”
Bu bölüm dikkate değer bir içeriğe sahip. İleride de literatürde sıkça karşımıza çıkacak olan askerileşmiş birikim, adında yer alan askeri diskurdan ibaret değil. Yazar şöyle bir açıklama getiriyor: “Tüm savaşlar en geniş anlamıyla artığa el konmak için verilir. Düpedüz talanların ötesinde savaşlar, artığın bazı gruplar tarafından üretilip diğer grup tarafından el konmasını mümkün kılan koşulların yaratılması, korunması ve yeniden üretilmesi içindir. Analiz edilmesi gereken şey, savaş ve şiddet yoluyla gerçekleşen bu el koyma tarzı ile genel politik ekonomi içinde oynadığı roldür…” Yani küresel ekonominin ‘sürekli devletin örgütlediği savaşlara, sosyal denetime ve baskılara dayandığının’ altı çiziliyor.
Savaş ve baskının özelleştiği bir çağdayız. Weber’in devleti verili bir toprak parçası üzerinde meşru şiddet tekeli uygulayan bir kurum olarak görmesi, Hegel’in devleti yeryüzündeki tanrı ilan etmesi veya politikayı savaşın başka araçlarla devam etmesi olarak gören anlayışın hala geçerli olduğunu ve kapitalist modernite içinde canlı olduğunu belirtmeye gerek yok. Bu tezler üzerinden süregiden savaş ve şiddet uygulamaları ulus-ötesi sermaye birikimine dahil olarak sürüyor.
Yine bu bölümde incelenen “hapishane endüstri kompleksine” ilişkin verilen detaylar kan dondurucu ve ayrı bir yazı konusu olmayı hak ediyor.
“Gelecek İçin Savaş”
Bu son ana bölüm, Eric Hobsbawm’dan alıntıyla tarihsel bir kriz noktasına geldiğimizi gösteren işaretler var diyerek başlıyor. Bu bölümün ayırt edici özelliği, 20 ve 21. yüzyıl faşizmlerini karşılaştırması ve sonuç olarak bunun kapitalizm ile mutlak bağını ortaya koyma denilebilir. Buna göre 21. yüzyıl faşizmi, aynı 20. yüzyıldaki selefi gibi, ‘gerici milliyetçilik ve ırkçılığın feci derecede zehirli bir karışımı olup, hakikat ve yalan arasında ayrım yapmayan ve bu ayrıma ihtiyaç duymayan bir proje’ tespitine yer veriliyor. Bu bağlamda hegemonyanın tesisi ve bu tesisi sağlayan ‘rüşvetler’ (hâkim grupların, tabi gruplar içinde belli kesimlere, bu kesimlerin toplumsal yeniden üretimini ve istikrarını yani esenliğini sağlayacak belli türden maddi koşulları sağlaması) vurgusu kayda değer olduğunu düşünüyorum.
Bölüm alt başlığında yer alan tartışmalardan biri de liberal yaklaşımları yansıtan yeşil kapitalizm ve aydınlanmış seçkinlerin ona bağladığı umuttur. Yeşil kapitalizm, insanlığın krizlerini küresel toplumdaki güçlerle karşı karşıya gelmeden çözülebileceğini ve çıkarları birbirinden taban tabana zıt gruplarla sınıfların ahlaki bir ikna veya akla dönük çağrılar temelinde birleşik bir projede bir araya getirilebileceğini farz ediyor. Önümüzdeki yıllarda güncel ve trend bir tartışma da bu olacak gibi görünüyor.
***
Yazar sonuç mahiyetinde bir ekososyalizm fikrine demir atıyor. Solu canlandırmayı da buradan tartışıyor. Bu öneriyi takip eden final bölümü ise çözüm önerileri ve sorulardan oluşuyor. Robinson, yenilenmiş bir sosyalist solun varlığına vurgu yapıyor. “Devrimci bir ekolojist sosyalist hareket küresel isyanda nasıl kritik bir rol oynayabilir?” sorusunu soran kitap, son olarak “Sermaye taktiksel bir hücum içinde olabilir fakat bugün çözemeyeceği bir krize yanıt ver meye çalıştığı müddetçe stratejik bir savunma çizgisindedir. Onun stratejik savunmasını bizim stratejik hücumumuza dönüştürebilir miyiz?” tespiti ve sorusu ile noktalıyor.
Ez cümle, hiçbir insani ihtiyacımızın konuşulamadığı ve en kötü şartlarımızın bile yeniden bir ‘birikim’ rejimine girdiği süreçte Robinson, mücadele edecek toplumsal hareketlerin önemine inanıyor. Bu inancı bizim de paylaştığımızı ekleyerekten…