Nereden nereye! diye bir söz var. Bu söz niteliksel ve niceliksel olarak çok anlam ifade ediyor. Nerden nereye dediğinizde ya çok ileridesiniz ya da çok geride kalmışsınız, aynı yerde olmadığınız kesin. Kürt meselesi de barıştan savaşa, kardeşlikten düşmanlığa, selam vermekten tehdit etmeye zıt yönlere doğru ilerleyen bir belirsizlik sarmalında. Basit gündelik bir olay bile gelip Kürt meselesine çarpıyor ve mesele, toplumun yararına olan bir çözüm yolu esas alınarak tartışılmıyor; cömertçe araçsallaştırılıyor ve pragmatizmin olmazsa olmaz malzemesi haline getiriliyor.
Oysa kısa bir süre önce, HDP çözüm sürecinin en önemli aktörlerinden biriydi. AKP ise bir daha asla yakalayamayacağı bir toplumsal desteği arkasına alarak Kürt meselesinde çözüme doğru gidiyordu. Kürtlerle Türklerin stratejik ortaklığı, komşuluğu ve dostluğu birçok platformda övülüyordu, güya Malazgirt’ten başlayan yolculuğun devam etmesi vurgusu yapılıyordu; şimdi ise bu mitolojik anlam dünyası geçen her an anlamsızlaşıyor, tüm bu ilişki ağı hızla tersine işlemeye başlıyor. Dost yerine düşman, stratejik ortaklık yerine çıkarları ters düşmüş iki aktör söz konusu. Onun için “nerden nereye” diye sorduğumuzda “nereye doğru gidiyoruz” sorusuna verilecek yanıtımızın ne kadar belirsizleştiğini de görmüş oluyoruz.
Kürt-Türk ilişkisinin değişim serüveni üzerine onlarca tez yazılır aslında. Fakat biz bu yazımızda geçen hafta HDP genel merkezinin önünde meydana gelen olaylar, kullanılan dil ve orada gelişen karşılıklı öfke savaşını anlamaya ve buradan bir çıkış aramaya odaklanacağız. Bu öfke savaşını televizyondan veya telefonun ekranlarından milyonlarca insan izledi. Şunu başta söyleyelim: HDP önünde cereyan eden öfke savaşı salt Batman milletvekili Ayşe Acar Başaran ile bir polis memuru arasında geçen, hepimizin alıştığı sıradan bir polemik değildi, kanımca provokasyon olarak tanımlamak da yetersiz kalıyor. Başaran ile polis memuru arasında yaşanan gerilim, Kürt-Türk, kadın-erkek, ezen-ezilen ilişkisi gibi hiyerarşiyi yeniden üreten geniş bir bağlama sahip olmasının yanında, aslında bizleri her defasında gerilim yaşayan iki insandan birinin arkasına dizilmeye ve tarafını seçmeye zorlayan tarihsel ve politik hikâyemizin güncel haliydi.
Oturma Eylemi Nereden Nereye
Bilindiği gibi uzun süreden beri çocuklarının PKK’ye katıldığını söyleyen bazı aileler HDP’nin Diyarbakır il binasının önünde oturma eylemi yapıyordu. HDP’liler önce bu eylemi demokratik kültür gereği ve yüreği yanan aileler olması hasebiyle normal karşılamıştı; hatta HDP, ailelere gelip partinin içinde eylemlerini sürdürmelerini bile önermişti. Ancak eylem zamanla çocuklarını arayan ailelerle sınırlı kalmayıp asıl amacının dışına çıkarılarak HDP siyasetini tümden hedef alan bir saldırıya dönüştü. Eylemin amacının dışına çıktığını gören birçok aile eyleme katılmaktan vazgeçti. Bazı günler eylemciler arasında çeşitli kavga ve tartışmalar yaşandı. Eylem amacının dışına çıkıp uzadıkça ve katılımcılar azaldıkça, daha doğrusu istenilen sonuç alınamayınca eylemi sürdürmeye devam eden grup artık HDP’ye gelen herkesi “potansiyel düşman” olarak görüp sataşmaya ve herkesi hedef gösteren “saldırgan” bir tutum almaya başladı. HDP’liler kendilerine karşı günlerce süren “sataşmalara, küfürlere ve hakaretlere” sessiz kalmayı ve cevap vermemeyi tercih etmelerine rağmen bir süre sonra birçok HDP’li yönetici bu sefer de eylemcilerin “fiziksel saldırısına” uğramaya başladı; bu saldırılarda kendilerini savundukları için birçok parti yöneticisi gözaltına alındı ve bazıları tutuklandı. Böylece yüreği yanmış ailelerin demokratik talebini dile getirmek için başlayan “oturma eylemi” HDP’lilere karşı her türlü hakaretin yapıldığı ve şiddetin kullanıldığı saldırgan bir eyleme dönüştü.
Hedef HDP Genel Merkezi
Diyarbakır’da istismar edilen ve tek yerden planlandığı aleni olan eylem, diğer Kürt illerinde bulunan HDP teşkilatlarının önüne taşınmak istendi. Muhtemelen buralardan da istenilen sonuç alınamadığı için bu sefer HDP genel merkezinin önü yeni rota olarak belirlendi. Bu plan kapsamında daha önce bir kişi genel merkezin önünde oturmak istemişti ve HDP’liler buna sert bir tepki göstermişti; geçen hafta ise üzerinde Türk bayrağı ve çocuklarının resimlerinin basılı olduğu tişörtleri giyen üç kişi yüzlerce polis eşliğinde HDP’nin kapısına siyah çelenk bırakmak istedi. Sonra da olanlar oldu.
Polislerden biri videoda görüldüğü gibi öfkeli bir şekilde gidip geliyor, sonra kapıya yanaşıyor ve HDP milletvekili Ayşe Başaran’la konuşmaya başlıyor. Hem poliste hem Başaran’da arka planı güçlü olan bir “öfke” dikkat çekiyor, zira kırk yıldır çözülemeyen bir sorunun taşıyıcısı olmanın zorluğu her iki tarafın temsilcilerini en ufak olayda hızlıca geriyor.
HDP’nin uzun süreden beri bu tür provokasyonlarla oyalanmaya çalışılması, yakın zamanda parti çalışanı olan Deniz Poyraz’ın parti içinde katledilmesi ve yetkililerin bu provokasyonlara karşı suç işleyenlerin ilişkili olduğu ağı görmezden gelerek meseleyi bireyselleştirmeye yönelik tavırları hem Ayşe’yi hem de tüm HDP’lileri öfkelendirmesi gayet normal. Eş başkanları tutuklanmış, belediyelerine kayyımlar atanmış, partiye kapatma davası açılmış, her gün yapılan gözaltı ve tutuklamalarla siyaset yapma hakkı gasp edilmiş bir gerçeklik karşısında bir siyasetçiden normal siyaset yapmasını beklemek mevcut düzenin devamından yana olmakla eş değer bir durum olsa gerek. Bir siyasetçinin bu anormallik silsilesini normalleştirmesi abes olurdu. Haliyle Başaran’ın ve diğer HDP’lilerin öfkesi haklı bir öfke.
Düşmanlığın Kaynağına Bakmak
Bu haklı öfkenin kaynağında ortak bir konsept ile HDP’ye uzun süreden beri yapılan ve kamuoyunun sessiz kaldığı aleni bir düşmanlık politikası var. Onun için sadece Ayşe Başaran değil tüm HDP’liler son zamanlarda Türkiye’de kendilerine karşı düşmanca davranıldığını düşünüyor. Siyasi yollarla herhangi bir karşı koymadan öte, siyaset dışı tüm güç aygıtlarıyla, yargının, şiddetin, polisin ve ırkçıların saldırıları eşliğinde yapılan şey, HDP cephesinde bir siyasi rekabet, karşıtlık, kutuplaşma gibi yumuşak terimlerle değil “düşmanlık” olarak tanımlanıyor. HDP’ye karşı işlenen konseptin yarattığı şiddet siyaseti onları dost-düşman aralığında sıkışan bir siyasete zorlamayı hedefliyor. Basın, kamuoyu ve diğer mecralarda kendilerinin düşman gibi gösteren bir ablukayla karşı karşıya olduğunu düşünen Parti doğal olarak bu politikanın faillerini bir siyasi rakip kategorisinde değil dost-düşman ilişkisi bağlamıyla ele alıyor. Onun için Ayşe de polisi kendilerine düşmanlık yapmakla eleştiriyor. Karşılıklı bir düşmanlaşma duygusu gittikçe derinleşiyor.
Uygarlığın Çıkan Çivisi
Polis memuru, kimseye düşman olmadığını ve görevini yaptığını söylemek yerine Başaran’a dönüp “kes sesini, çivilerim seni valla” diyor. Tüylerimiz ürperiyor. Doksanlarda devlet için kurşun attığını iddia eden akıl, AKP’nin ileri demokrasisinde devlet için kadınları çivilemeye girişiyor. Çivi, ucu sivri olan, güya uygarlık düzeninde gündelik hayatımızı kolaylaştıran metal bir cisim. Demir’i bulmak insanlık için büyük bir buluştu, bu buluşun 21. Yüzyılda muasır medeniyetin merkezlerinden biri olarak düşünülen Ankara gibi bir kentin ortasında resmi görevi olan bir memurun elinde, bir kadın milletvekilini cezalandırmaya yönelik silaha dönüşeceğini sanırım demiri bulan icatçılar hiç düşünmemişti, bizler de öyle.
Fakat hemen çivinin arkasından ekliyor: “Ben şehit çocuğuyum, sen kimsin ki benim yanımda, sen sıfırsın sıfır” diye bağırıyor. Hem şehit çocuğu hem polis olmanın haşmetiyle güvenlikten sorumlu diye görevlendirilen polis memuru, o sırada resmî görevini bir kenara bırakarak her gün bangır bangır ve yeniden düşman ilan edilen HDP’ye kendisi de saldırmaya başlıyor. Polis şefi, devletin tüm gücünü arkasına alarak Ayşe Başaran şahsında aslında lafı “ben vatan evladıyım, siz de düşmansınız, ben her halükarda sizden daha haklıyım” demeye getiriyor.
Polis memurunun bir kadına “seni çivilerim” demenin yüz kızartıcılığıyla mı yoksa feminizmin erkeklerde yarattığı muhteşem korkunun etkisiyle mi bilemiyoruz ama hızlıca “ben şehit çocuğuyum” diyerek çiviyi meşrulaştırma yoluna başvurması dikkat çekici ama şaşırtıcı değildi. O sesin taşıdığı cinsiyetçi nobranlık ve egemen ulus kimliğinden aldığı güç, bir polis memuru şahsında sembolikleşen Türklük kimliğini taşıyan genel nüfusun ruh halinin dışa vurumuydu.
Bilinen klasik yöntemlerle hakikatin alt edilmeyeceğini fark edince kendisini kurtaracak bir meşruiyet alanı arayan birçok devlet görevlisi gibi bu polis memuru da “şehit çocuğuyum, sen kimsin” diye bağırdığında beklemediği bir cevap da almıştı: Ayşe Başaran “ben de şehit çocuğuyum” deyince Polis memuru orada biraz kekeliyor, duruyor, şaşırıyor aslında.
Sonuç
Şimdiye kadar HDP genel merkezinin önünde yapılan iki eylem de muhtemelen istenilen sonuçları doğurmadı. Hem il ve ilçe merkezlerinde hem de HDP genel merkezinin önünde yapılmak istenen eyleme -HDP’lilerin sert tepkisinden de anlaşılacağı üzere- asla müsamaha gösterilemeyeceği çok net bir şekilde görüldü. İlk zamanlarda HDP’nin demokratik bir olgunlukla karşılamasına rağmen meselenin zamanla istismar edilmesi haklı olarak HDP’lileri daha temkinli davranmaya zorladı. İstismarın yanı sıra HDP’ye uzun süreden beridir yapılan baskı, tutuklama ve gözaltı furyası devam ederken genel merkez kapısının önüne taşınmaya çalışılan ve “provokasyon ötesi” olduğundan artık kimsenin şüphesi olmadığı bu eylem için HDP’den Helsinki demokrasisi beklemek de absürt bir durum.
Yazının başında dikkat çekmeye çalıştığımız polemik gibi görülen hakikate geri dönmek gerekirse; hem Ayşe’nin hem polisin şehit çocuğu olduklarını ifade etmesi bu gerilimden ahlak ve vicdan sahibi olan herkesin pay çıkarması gereken bir hakikat. Nesilden nesile süren çözümsüzlük ve öfke siyaseti gittikçe kurumsallaşıyor ve kavganın en hassas yeri olan “şehitlik” mertebesine sıkışan bir an yaşıyoruz.
Kürt ve Türk cemaati son zamanlarda siyaseti ve toplumsal-tarihsel ilişkileri tamamen bir temsilci seçmeye indirgedi, her iki cemaat de birçok durumda konfor istiyor; kendi adına seçilenlerin onların yerine dayak yemesi gibi, cezalandırılması ve öldürülmesi gibi. Türk siyaseti buna daha alışkın… hatta daha rahatlayıcı bir yol bulmuş; işin fıtratını referans göstererek, iş bölümü bile yapmış. Fıtrat bunu emrediyormuş.
Kürt meselesi bir HDP’li ile bir polis şefi arasında sıkışıp kalan ve herkesin kendi temsilcisinin arkasına dizildiği bir sorun olmaktan çıkarılmalı. Uzun süreden beri bir düelloya dönüşen bu yöntemin sınırlarına vardığını söyleyebiliriz. Mesele iki kişinin değil siyasetin temel konusudur. Buradan çıkmak ve daha geniş bir yerden bakmak demokratik siyaset açısından hayati düzeyde önemli. Özetle sahici bir çözüm için her aktörün kendi kendisini alkışlayacağı bir meseleden öte hepimizin birlikte alkış tutacağı ortak bir hikayeye ihtiyacı var.