RadioJin -Kadınlar için Podcast Platformu- geçen hafta yeni bir podcast serisi yayınladı.[i] Bu vesileyle siyasetin kadınlar için nasıl da asli bir mesele olduğunu yine siyasetin farklı boyutlarını, öznelerin yani kadınların sesleriyle dinlemeye başladık. Selen Doğan’ın hazırladığı Mutfak Politiktir![ii] benim için serinin en çarpıcı bölümlerinden biriydi. Politik bir mekân olarak mutfağa, o mutfağa girenlere ve yine orada üretilenlere yaklaşımımızın ters yüz edilişine karşı ekoloji politik ve elbette ekoloji-kadın ilişkisi üzerinden yeniden düşünme imkânı yarattı.
Ekoloji mücadelesinin iktidarların büyük saldırıları karşısında kurduğu söz ve pratik artık mevcuda razı gelmemenin, kitleleri örgütlemenin, kendi alternatifini ortaya koyabilmenin zeminini kurmuş durumda. Günden güne hiyerarşinin, kaba insanmerkezciliğin ve kapitalizmin tüketim dediği illüzyonun dibini oymaya da devam ediyor. Ancak bu zemin üzerinden yaşamın nasıl yükseleceği demokratik işleyişin ve kadınların özgürlük arzusunun, mücadeledeki konumlanışına bağlı.
İktidarın büyük saldırılarına karşı ekoloji hareketinin büyük karşı adımları var, dedik (bu heyecan verici direnişler bu yazının sınırlarını aşıyor). Ancak gündelik saldırılar hâlâ yeterince görünür değil. Bilhassa kadınların gündelik yaşamında ne olup bittiğini yeterince görünür kılmadıkça, farkındalık yaratmadıkça ekolojik yıkımın patriarkal failliği sinsi sinsi yoluna devam edecek. Cinsiyetçi rollerin mutfaktaki yansımaları, mutfakta olup bitenlerin ne denli politik olduğu, doğadan, üretimden, ekonomiden koparılan kadın gerçekliğinden asla bağımsız olmadı. Bu koparma hamlesinin ekolojik yıkıma dahil olduğunu hatta yıkımın buradan başladığını, ekoloji mücadelesinin sözüne-eylemine katmadıkça bir damar hem de azımsanamayacak kadar güçlü bir damar hep eksik kalacak.
Peki mutfakta tam olarak neler oluyor? Sokakta, kentte, doğada ne oluyorsa tam olarak o oluyor. Doğada gözlemlediğini zihnini genişleterek üretim ve yönetim faaliyetlerine dayanak yapan kadının, birinci cinsel kırılma ve bağlı olarak üretim araçlarının değiştirilmesiyle eve çekilmesi-kapatılması aldığı ilk darbe oluyor. Ekolojik ekonomiye, kadının ekoloji politiğine, kadının ekonomi politiğine vurulan bu darbeye rağmen kadınlar deneyimlerini bir süre daha-hatta bugün hâlâ- ev ekonomisinin üretilmesi ve yönetilmesinde kullanmaya devam ediyor. Ancak zamanla doyurmak biyolojik bir yetenekten zorunlu bir role, cinsiyetçi bir role dönüştürülüyor. Doğurduğunu doyurmaya, tohumu ekmeye, filizlendirmeye, üretileni kaldırmaya, üretilenden yemek çıkarmaya devam eden kadın olduğu halde emek sürse de değer günden güne kayboluyor.
Bu edimin gerçekleştirilmesi kadının kendi bedenine, emeğine yabancılaştırıldığı tahakkümle açığa çıkıyor. (Zaten bu tahakkümden bağımsız olarak anne sütünde mikroplastik bulunmasını açıklamak imkânsız.) Devamında neyle doyuracağı da bu yabancılaşmanın bir parçası haline getiriliyor. Biraz daha somutlaştırırken Selen’in örnekleri bize eşlik etsin. “Bahçesinde sebze yetişen gecekonduyu yıkıp toplu mezar gibi siteler inşa etmek” mesela… “Komşu mahalleden gelen elmanın artık dünyanın öbür ucundan gelmesi” mesela… “Betonu övmek için zeytini, inciri, pamuğu kurban etmek” mesela… “19. yüzyılda askeri lojistiği dönüştüren buluşlardan biri olan konserve besinin bugün yemek pişirmeye vakit bulamayanlar için bir alternatif olarak görülmesi ama mutfak mesaisini kadınlar için kısaltmaması” mesela…
Kadınlar için çelişki böyle böyle devam ediyor. Ailenin iyi annesi, iyi kızı, iyi gelini olmanın koşulu tüm bu zehirli besin-yaşam zinciri içinde hâlâ her öğünün el yapımı ve leziz olmasını dayatırken aslında sofrada hiyerarşinin, militarizmin, endüstriyalizmin ve patriarkanın ruhunu dolaştırıyor. Üstelik kadınlar da sofraya ne koyduklarını artık bilmiyor çünkü kendileri üretmiyor. Yaşamı, aileyi çok yönlü doyurmaktan ibaret kadın oluşlar yaratılıyor. Yani her öğün, kadına dayatılan cinsiyetçi rolleri, militarizmin, kapitalizmin, transnasyonal şirketlerin ve patriarkanın işbirlikçiliğiyle şekillendirmenin bir parçası haline geliyor.
Zaten ekolojik yıkım da böyle gerçekleştirilmiyor mu? Daha fazla doğa sömürüsü, daha fazla beden sömürüsü, daha fazla baraj, daha fazla maden iktidarların-şirketlerin kazandığını sonsuz bir biçimde sürdürmesini “tüketim” denen yalana dayandırmıyor mu? Kimin ihtiyacı ki bunlar, tüketiliyor üstüne durmadan dahası üretiliyor? Toplumun bu “daha” kısmına ihtiyacı yokken, gecekonduya gelesiye kadar kendi köyünde zaten üretimin yeterlisini sürdürüyorken o köy neden boşaltılıyor, bu mega kentler neden inşa ediliyor? Market zincirleri peki? Kadınların o marketlerin indirim günlerini, ürünlerini takibe harcadıkları vakit peki? Ya savaş? Ya güvenlikçi politikaları? Ya tam da zehirle beslenmenin sebep olduğu kadınlara özgü hastalıklar? Dünya yıkılsa akşam yemeği yine de hazır mı olmalı? Sahi oğlan çocuklarının över gibi söyledikleri “benim annem güveci öyle güzel yapar ki” cümleleri kadınların hangi ahlaki değerini temsil ediyor?
Değil ki ev işlerini marslılar yapsın ya da evi pislik götürsün. Beraber yaşam hiyerarşiden ve cinsiyetçilikten arındırılsın, toplumsal iş bölümü mutfaktan köylere, kentlere, bölgelere, enternasyonale kadar olabildiğine yataylaştırılsın, bir zahmet kadınların yönetime katılmaya da hakkıyla zamanları kalsın.
Elbette beslenme, barınma, üreme ve korunma bugün hâlâ yaşamın temel dinamikleri ama cinsiyetçilikten arındırılmış ahlaki-politik bir perspektife de oldukça muhtaç. Yine bu dinamiklerin yeniden kurulacağı, öncesi, sırası ve sonrasında “daha” olandan kurtarılacağı ve toplumsal olanla ilintilendireleceği bir öncülük ihtiyacı olduğu da açık. Bu durumda doğayla kurulacak bağın kadınların yeteneklerini gözeten, eşitlikçi ve özgürlükçü bilgisini yine kadınlarla birlikte yorumlayan ve hayata geçiren muhtemel bir yaklaşım fena görünmüyor.
Umut var çünkü ekoloji ve kadın mücadelesinin kesişimselliği, kurtuluş için, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar, zengin bir ortaklık yaratma potansiyeli taşıyor. Bir yandan kadın hareketlerinin tarihsel deneyimi, yeni toplumsal hareketler içinde görebileceğimiz ekoloji hareketine güçlü yöntemler ve dayanaklar sunarken diğer yandan kuramda-eylemde ortaklaşmak geniş bir toplumsal kesim ve güç anlamına geliyor.
Özcesi, yüzü kadınlara çevirmekte her daim fayda var; bu sebeple ben de Selen’in Fran Winant’tan alıntıladığı gibi bitireyim; “Pilav ye, kadınlara inan”.
[i] RadioJin Platformundaki podcast içeriklerinin tamamı için bkz. https://open.spotify.com/show/3shMHc3UA81BRlGliLIOLO?si=4e44cd64473943a6
[ii] Selen Doğan’ın Mutfak Politiktir! programı için bkz. https://open.spotify.com/episode/1BqwQGDle2RpqdedepT8Cq?si=e114022421504508
Ruşen Seydaoğlu kimdir?
LL.M. Avukat, 1988’de Amed’de doğdu. 2011’de Dicle üniversitesi Hukuk Fakültesinde lisans eğitimini tamamladı. Yüksek lisans eğitimini, İstanbul Bilgi Üniversitesinde İnsan Hakları Hukuku alanında aldı ve “Sivil İtaatsizliğin İlkesel Özellikleri ve Meşru Dayanakları Bağlamında Hevsel Vakası İncelemesi” konulu teziyle 2019’da tamamladı. 2012’den bu yana Diyarbakır Barosu’na bağlı olarak avukatlık yapıyor.
2006-2014 yılları arasında kadının insan hakları alanında faaliyet yürüten, kadına yönelik her türlü şiddetle mücadele eden aynı zamanda DÖKH (Demokratik Özgür Kadın Hareketi) bileşeni olan Selis Kadın Derneği’nde; 2012-2015 yılları arasında DTK (Demokratik Toplum Kongresi)’nin hukuk çalışmalarında yer aldı. 2018’den bu yana Jineolojî dergisinin yayın kurulu üyesi. Kadınların ve Kürtlerin statü ve hukuk mücadelesine dair yazıları yayınlandı, bu alandaki çalışmaları devam ediyor.