Madun hikayemiz

Madun hikayemiz

Mehmet Nuri Özdemir

29 Ekim Cumhuriyet bayramında 675 No’lu KHK ile birçok arkadaşım gibi mesleğimden ihraç edildim. Üzerinden beş yıl geçtikten sonra OHAL komisyonuna yaptığım başvuru 19 Kasım 2021 tarihinde “ret” edildi. Bu kararla beş yıl sonra AİHM, Anayasa, Danıştay ya da bölge mahkemelerine değil halk diliyle söylersek birinci derece ya da en alt düzeyde “mahkemelere başvurma hakkına erişme hakkını” kazanmış oldum.

Bu kararla 29 Ekim 2016 tarihinden 19 Kasım 2021 tarihine kadar tam beş yıl boyunca aslında herhangi bir hukuki karşılığı olmayan OHAL Komisyonu adalete erişebilmemin önünde durarak haklarımı kullanmamı engellemiş oldu ve bu ülkede adalete erişmeyi engellemek hala yasal bir suç olarak görülmüyor.

Eğer OHAL Komisyonu olmasaydı ve bizlere doğrudan mahkemelere başvuru hakkı verilmiş olsaydı bugün on binlerce insan işlerine erkenden dönmüş olacaktı, belki bazı arkadaşlarımız inşaatlarda çalışırken yaşamını yitirmeyecekti; belki hastalıktan, stresten, geçimsizlikten dolayı boşanmalar, göçler, kazalar olmayacaktı. İnsanlar üst hukuk yollarına daha erkenden başvurma hakkı elde edecek ve bu kadar yıpranmamış olacaktı. Bu açıdan benim için OHAL Komisyonu yargısız infaz yapan İstiklal Mahkemeleri kadar hukuk dışıdır.

OHAL Komisyonunun ret kararı, bizlere “mahkemelere başvurma hakkına erişme hakkını kazanma hakkı” veriyor. Ne erişim ama, ne adalet ama; çelişkiye bakın hele, biz ona doğru yaklaştıkça o arkasına bakmadan kaçıyor; çünkü adil ve haklı olan biziz, günahkar ve suçlu olan o; bu yüzden yüzleşmek istemiyor, bu yüzden işi uzatıyor, yüzümüze bakamıyor ve kaçıyor, bizim haklı olmamızdan ürküyor.

Haklı çıkmamız, savaşın barışa, karanlığın aydınlığa yenilmesi gibidir. Onun için bize “ret” kararı verilmesi savaşın ve karanlığın yeniden tercih edilmesiyle eş değerdir. Oysa ne en basit barışın ne de en zayıf aydınlığın, merhametini yitirmiş beyaz azınlığın onayına ihtiyacı yoktur ve bizler de zalimden merhamet dileyecek kadar aciz değiliz.

Bunu ihraç olmayan arkadaşlarımızdan bağımsız olarak söylüyorum; biz eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesi verirken işimizi haysiyetimizin önüne koymadık, midemizle beynimizin yerini değiştirmedik; ki eğer böyle olsaydı zaten ihraç edilmezdik. Fakat adaletsizliğe sırtını dayayan beyaz azınlığın her gün yeniden büyüttüğü sefalet içinde ayakta kalmaya çalışan ihraçlara tüm zamanların en büyük haysiyetsizliğinin dayatıldığını herkes görmeli artık.

İrademizin dışında özgürlüğümüze ve yaşamsal haklarımıza yönelik hakkımızda fütursuzca alınan bu kararlar, aslında aldığımız her nefesin ne kadar politikleştiğini gösteriyor. Bu nedenle politik saldırıya karşı kendimizi hukuki olarak değil politik olarak savunmak en doğrusudur. Bize yapılan politik bir saldırıydı; zira barışı savunmak da politik bir tutumdur; savaşa karşı olmak ve bir etnik grubun üzerinde uygulanan şiddete karşı çıkmak da öyle. Çünkü savaşın kendisi ve çoğunluğun hakimiyeti politiktir.

Bizler yaptığımız işle ilgili herhangi bir usulsüzlükten dolayı ihraç edilmedik; 1980 darbesinde sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanan genç bir Kürdün dediği gibi “At hırsızlığından yargılanmıyoruz.” Doğru bulmadığımız politikayı hem birer yurttaş olarak hem de emeğiyle yaşama katkı sunan emekçiler olarak eleştirdik ve müdahale ettik. Bu etik müdahaleyi yapmak için legal ya da illegal bir yapının üyesi olmaya gerek yok. Eleştirmek, onarmak ve düzeltmek hem hakikatin bir parçası olmaktır hem de çağdaş yurttaşlığın temel bir görevidir.

Fakat bu müdahaleye karşı iktidar tüm hayatımızda izleri silinmeyecek şekilde radikal bir karşılık verdi. İşimizi ve ekmeğimizi zor yoluyla elimizden aldı. Savunma yolunu kapattı ve ne zaman sokağa çıkıp hakkımızı aradıysak polis şiddetine ve yargı sopasına maruz kaldık.

Bugün gelinen aşamada dönüp geriye baktığımızda, halkın yaşadığı derin yoksulluğu ve ödenen ağır bedelleri görünce ne kadar haklı olduğumuzu daha iyi görebiliyoruz. Bizler daha o zamandan beri savaşa değil barışa bütçe ayrılmasını, savaşın büyük bir yıkım yaratacağını ve yeniden müzakere yoluna geri dönülmesini talep ettik. Kibriyle böbürlenen iktidar tüm toplumun yararına olan bu çığlıklarımızı “teröre destek” olarak görerek bildiği yoldan ilerledi. “Sarhoşu itmeyin zaten kendi kendine düşer” misali gibi bugün gelinen aşamada tamamen ve hiçbir şekilde kuşku duyulmaması gereken şekilde yapılan bu yanlış politikalardan dolayı iktidar bugün baş aşağı gidiyor ve kesinlikle oyunu kendi lehine çevirecek ne manevra alanı ne de takati kaldı. Elbette iktidar adına üzülecek değiliz ama yukarıda söylendiği gibi saf saf geriye dönüp baktığımızda insan “bu kadar ağır bedellerin ödenmesine gerek var mıydı” demekten kendini alamıyor.

İktidarın bu müdahaleleri ile birlikte güncel hayatlarımızı yeniden geçmişimizle birleştirerek nasıl da adım adım siyasallaştırıldığını görüyoruz. Haliyle yaşadıklarımızı bize yapılan devlet ve iktidar müdahaleleriyle birlikte değerlendirme gereği duyuyoruz.

Kendi açımdan ihracımla ilgili kısa bir şeyler paylaşmak istiyorum. Hepi topu bir öğretmendim; tezlerim, bilimsel araştırmalarım falan yoktu. Ama size anlatacağım basit bir hikayem var. Kuvvetle muhtemel ihracımın potansiyel kökenleri bu hikayenin dehlizlerinde saklıdır. Müesses nizamın pek zeki bir memuru bu dehlizdeki detayı yakalamakla övünüyordur şimdi. Peki nedir bu detaylar? Bakalım.

Öğretmen deyip geçmeyin; kültürel sermayemiz buna yetti. Kaldı ki soy kütüksel ve soy kültürel araştırmama göre bizim sülalede tarihte ilk üniversiteye giden kişi unvanı bende ve sormayın ama bazen bunun altında eziliyorum. Ailede de on kardeş arasında basit bir arzuya yenilen ben, sadece ben üniversiteye gidebilmişim. Diğerleri Harvard’dan terk değil; okulu bırakan 9 kardeşin ortalaması ilkokul 3. sınıf. Anne baba da tek bir gün okul yüzü görmemişse bu koşullarda aileden bir öğretmenin çıkması aslında az buz bir başarı sayılmaz.

Aslında ben de okulu terk etmiştim; liseden sonra dört yıl mevsimlik tarım işçiliği yaptıktan sonra bazı arkadaşların gazına gelerek üniversiteye gitme kararı almıştım ve hasbelkader bir taşra üniversitesine kapağı atmıştım. Taşra diyorum, çünkü gerçekten bölümdeki yobaz ve ırkçı hocaları hatırladıkça ülkenin niye bu halde olduğunu daha iyi anlayabiliyorum.

Neyse bizimkiler için üniversiteyi kazanmam Washington’ a vali seçilmekle eş değerdi. İşten atılmak ise bizimkileri Demirtaş’ın hapse girmesi kadar üzmese de yine de her defasında bana baktıklarında fena üzüldüklerini hissedebiliyordum.

Bu üzüntünün önüne geçmek hakikaten beni çok yordu.

“İhracımız siyasaldı” çıkarımından hareketle sıradan bir memleket hikayesi olan siyasal hikayemi kısaca anlatayım; zira bizim coğrafyamız siyasalı pek sevmiştir, bir kere siyasal doğasında vardır ve bünyesinde arsız bir reddetme potansiyelini her zaman taşımaktadır. Kuşkusuz “reddetmek” köklerimizde mevcut olduğu için reddedildik.

Dicle ile Fırat arasında kalan bir bozkır üzerine yayılan kadim medeniyetimizin kaderini omuzlamak siyasalın öznesi olmak için yeterliydi. Siyasal derken öyle Ankara siyasal falan değil, Kızıltepe siyasalı anlayın; bilen bilir, Kızıltepe siyasal, bizim için Diyarbakır siyasaldan sonra, Ankara Siyasaldan önce gelir; ve bizim Kızıltepe’deki kuşağımıza göre düz bir ovanın sonsuzluğunu, sadece sınıra çekilmiş teller ve gece yanan elektrik lambaları kesintiye uğratabilir. Kızıltepe’nin siyasalı bu sınır tellerini aştığınızda ve elektrik lambalarını taşladığınızda başlıyordu.

Böyle bir coğrafyada topraksız bir köylü ailenin ferdi olarak büyürken siyasalın her deneyimini direk yaşıyorsunuz zaten. Siyahsınız bir kere, olan olmuştur. Siyah Kürt olmak pek eğlenceli olmasa da beyazına göre hakikate daha yakındır. Siyah Kürdün taşralısı ise bedeninde ve ruhunda siyahın en koyu renklerini taşımaktadır.

Fakat siyah olmanın avantajları da vardır; mesela göbekli ve ikiyüzlü bir beyazdan daha samimi olabiliyorsunuz; sonradan görme bir işverenden daha dürüst. Sadece biraz zengin olmak ya da itibar sahibi olmak için kendi insanının omzuna basıp yükselmeye çalışan, zayıf ve savunmasız olanı ezen ve sömüren zavallı biri değil; dayanışan, anlayan ve paylaşan olabiliyorsunuz. Böyle bir kariyer ile mutlu olabiliyor, bu itibarla saygınlığınızı koruyabiliyorsunuz.

Siyah Kürtlerin toplumsal hikayelerini birbirine düğümlediğiniz zaman ortaya Kürdün hem siyasalı hem de direnişi ortaya çıkmış oluyordu.

Siz de taşralı bir siyah Kürt olarak bu siyasal kimliğin kabaca düğümlenmiş bir yerindesiniz.

Örgütlü bir yapıda vasat bir göreviniz olsun ya da olmasın, korkakça katıldığınız bir eyleminiz olsun veya olmasın, topraksız Kürt köylüsü olmak sizi doğal olarak siyasal bir Kürt yapmaya yetiyor; taşralı siyah Kürtlüğünüzün üzerine taşra üniversitesinden alınan bir diplomayı da eklediğinizde sizden muhteşem bir “terörist” çıkması kaçınılmaz oluyor.

Üniversitenin ilk yılları faşist hocanın biri stadyumda bizi sıraya dizmiş, Esat Oktay gibi içtima alırken önümde durarak öyle durup dururken “senin benden çekeceğin var” dediğinde bu düzenin nasıl işlediğini anlamıştım. Evet tacizle yargılanan ve üniversiteden atılan bu ırkçı hocanın “akepemehepe” iktidarında yeniden üniversiteye dönüp profesörlük unvanı aldığında biz ihraç edildik ve o zaman bu düzende yanlış hayatın doğru yaşanamayacağını bir kez daha anlamıştım. Ancak varlığımızın hissedildiği her yerde tacizciler, hırsızlar, üçkâğıtçılar, yalancılar, yobazlar, ikiyüzlüler, merhametsizler ve kötüler titremeye devam edecek.

Bazı meseleler vardır ki izah ettikçe izah etmenin ne kadar gereksiz bir çaba olduğunu bir süre sonra anlıyorsunuz. Dolayısıyla bizim hikayemizin izah edilecek bir tarafı yok; bizimkisi bu zulmün kayda geçmesi, tarihe not düşülmesi ve unutulmaması için küçük bir çaba.

Annemin gizlice döktüğü gözyaşı ve habersizce cebime bıraktığı harçlık, babamın suskunluğundaki asalet ve bugüne kadar hiç kimseye boyun eğmeyen iradesi ve elbette iki çocuğumun gözündeki yaşam coşkusu umutlu olmak için yeterince haklı ve güçlü nedenler.