Merhamet ve hegemonya

Merhamet ve hegemonya

Mehmet Nuri Özdemir

Gündem dışı ama bir o kadar da gündeme ilişkin olan bu yazıyı yazmakta zorlandım.

“1983” adlı distopik Polonya filminde insan ilişkilerinde -ama özellikle politik ilişkilere lehimlenen insan ilişkilerinde- zaman içinde “merhamet yerini hegemonyaya bırakıyor” diyordu biri. Bu tespit son zamanlarda tanık olduğum en çarpıcı ve beni uzun süre uykusuz bırakan tespitlerden biri haline geldi. ‘Merhamet nasıl hegemonyaya dönüşebilirdi, bu mümkün müydü?’ diye uzun süredir iyiyi, doğruyu, güzeli yozlaştıran, yabancılaştıran ve mekanikleştiren duygu geçişini (hegemonlaşmayı) anlamaya, sorgulamaya ve hayatımızdaki yansımalarını yakalamaya çalışıyordum. Şimdilik bundan daha iyi bir soruşturma olamazdı. Belki de çoğumuz kendimize böylesi iç dünyamızın kalbine doğru sondajlanan soruşturmalar açmalıyız.

Bu soruşturma devam ederken yaşadıklarımızın ve tanıklıklarımızın bir kısmından yola çıkarak sadece merhametin değil aslında daha geniş ahlaki bentlerle ilişkilendirilmiş birçok duygunun hegemonlaştığını; iyilik, dostluk, kardeşlik ve dayanışma gibi bir çok (pek kıymetli) evrensel duygunun belli bir süre sonra başkalarının hayatları üzerinde (özellikle zayıflar, madunlar, en alt tabakadakiler, yoksullar, kadınlar, çocuklar, işçiler, göçmen ve mültecilerin hayatları üzerinde) keskin bir baltaya dönüştüğünü gördüm (Bu yazıda okuyucuya baltayı elinde tutanlara özellikle ve ısrarla odaklanmalarını isteyeceğim); en azından kendi gördüklerimden yola çıkarak bu soruşturmanın izini sürmeye çalışırken durumun vahameti ile iç içe yaşama şansını-şansızlığını da yakalamış oldum.

Kuşaktan Kuşağa Savaş

Bizim kuşağımız savaşın içinde büyüdü; doksanların savaş rejiminden sonra son yıllarda savaşın kentlerin içine taşınması bizde bambaşka bir şaşkınlık yaratmıştı. Kentlerin ve kitlelerin içine taşınan savaş olgusuyla kaybettiğimiz her şey zamanla içimizde birikerek bir başkasına bir türlü anlatamadığımız uzun bir anlatıya dönüştü. Barış talep ederken aramızda patlayan bombaların hesabını hiç kimse hiçbir zaman veremez. Hayatımızın toplamından fazlası olmaya başlayan savaş gerçekliğiyle bir yandan travmatize olduk, diğer taraftan dramatik sonuçların gölgesinde yaşamayı sürdürme zorunluluğuyla boğuşma işkencesine tabi tutulduk.

Savaş devam ederken henüz ihraç edilmemiş bir öğretmendim. Bir taraftan yanı başımızda, üç beş duvar ötede çatışmalar sürüyor, insanlar ölüyor, yurttaşlar mahallerinden ve evlerinden tahliye ediliyordu; diğer taraftan bizler devlet dersinde çocuklara muhteşem gelecekten dem vuruyorduk. Devlet dersinin pek hayati olan karakterinden dolayı çatışma yerlerine çok yakın mahallelerde bile eğitime ara verilmedi. Uzun bir süre çocukların gelmediği okullara öğretmenler bir imza atmak için gönderiliyordu. Anlayacağınız bombaların altında devlet dersi sürüyordu; çocuklar okul ile karakolun beton duvarları arasında can vermesine rağmen.[1]

Yaşam hakkı kutsaldır

Sendikamız çocukların “yaşam ve eğitim hakkı” gibi evrensel bir haktan yola çıkarak çatışmaların durmasını talep eden bir oturma eylemi başlatmıştı. Eğer sesimizi duyurabilirsek belki savaşı ve ölümü de durdurabilme ihtimalimiz olacaktı. Bu ihtimali pek sevmiştik, hala da öyle. Savaş kapımızın dibindeydi, batıda elbette üzülenler vardı ama kahir ekseriyeti uzaktan alkış tutmakla yetiniyorlardı; çünkü savaş kapılarının dibinde değildi ve zaten cenazeler zenginlerin omuzunda yoksulların evine taşınıyordu.

Silah sesleri arasında bir an normalliğe kapılan gereksiz kahkahalar çok kısa sürüyor ve bir süre sonra da insanların tedirginliği upuzun bir karanlığa dönüşüyordu; tedirginlik, belirsizlikle birlikte herkesin kirpiklerine çöküyordu. Bir tarafta Sur’da ciğer yemediği için bunalıma girenler, diğer tarafta mahallenin bir tuğlası için tüm geleceğini ortaya koyanların yarattığı iç çelişki, siyaset biliminin sınırlarını yerle bir ediyordu.

Diğer taraftan hem içimizde hem dışımızda kanser hücresi gibi yayılan popülizm dalgası vardı. Tarihsel Hakikate kör olan “anın” basıncına kapıldığımızda, o anda alkış tutan insan elleri büyük bir yanılgıya dönüşebilir; insanların duygu dünyalarını istismar edip zihin dünyalarını ihmal ettiğimizi görmekte zorlanırız o zaman ve sonradan giden zamanda. Hakikati perdeleyen popülizme hem Türkler ve hem Kürtler yenilmişti. Kitleler politikacılardan haz aşılamalarını istiyordu; bu azgınlaşmış beklenti normalin ölümüydü.

Hegemonya 1: Yerli İmalatımız

Evinden tahliye edilen aileler vardı. Sur’dan çıkıp en yakın ilçeler olan ve yine yoksulların yaşayabileceği Bağlar’a ve Ben u Sen mahallesine geçmişlerdi. Çoğu yurttaş akrabalarının yanına yerleşmişti. Oturma eyleminin yapıldığı yere her gün bazı aileler gelip bizden gıda ve battaniye desteği istiyordu. İmkanlarımız doğrultusunda ailelere gıda ve battaniye desteğinde bulunmaya çalışıyorduk. Aldığımız eşyaları direkt biz evlerine bırakıyorduk. Bir gün bizden destek isteyen bir aileye eşyaları kapıdan teslim ettikten sonra mahalleden bir genç bizlere yanaşarak dedi ki “abi bu aile Sur’dan gelmemiş ki niye yardım ediyorsunuz.” Bunu duyunca bir anda içimizdeki iyilik duygusunun istismar edildiğini düşünmüş ve orta sınıf ruh halimizle hemen öfkelenmiştik, çok kızmıştık. Ne öfke ama! Zayıf olana öfkelenmek, ona kızmak kadar daha çirkin bir hegemonya biçimi yoktur. Yaptığımız devasa iyilik nasıl istismar edilebilirdi?

Hemen aile sakinlerine geri döndük ve direkt “nasıl böyle bir şey yaparsınız, siz Sur’dan göç etmiş bir aile değilsiniz ki, neden yardım istiyorsunuz bizden, ayıp değil mi? diyerek ilk ahlak dersimizi onları en hassas yerinden vurarak, “yoksullukla ahlakı birleştirerek” vermiştik.

O anda kapının önünde dururken içeriyi gördüm; içerinin halini görmenizi isterdim. En büyük ayıbı biz yapmıştık aslında; bu ayıbı fark ettiğimde yine geç kaldığımızı anlamıştım. Aile Sur’dan göçle gelen ailelerden çok daha kötü durumdaydı. O ana kadar gördüğüm evlerin en kötüsüydü diyebilirim. Bize hiç cevap vermediler. Ortalık buz kesilmişti. Tam çıkacakken kadın sessizce “keko em jı Amude hatıne”[2] dedi. Daha büyük bir savaştan ve daha uzak bir yerden göç etmişlerdi.

O an yaşadığım utanç ve şaşkınlıkla adeta aptallaşmıştım. Göç içinde göç, savaş içinde savaş yaşayan insanlar kenti doldurmuştu.

Bazen ne istediğimizi unuturuz, kimin için ne yaptığımızı da unuturuz. Başkası için yaptığımız işin merkezine kendi egomuzu, gururumuzu koymuşuzdur çünkü. Ezilenin ve sömürülenin merkezde olması gereken yere biz göz dikmişizdir.

Toplumsal alt üst oluşların yaşandığı eşiklerde sorunlara yarım yamalak çözümler getirildiği için onlara karşı ahlak bekçiliğine soyunmak büyük bir sorundu, bunu o gün deneyimleyerek öğrenmiştik. Devasa yoksulluğun olduğu mahallelerde, insanlar temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyorken buralarda ahlak arayışı içine girmek en azından benim için her zaman sorgulanması gereken bir davranış olmaya devam edecektir.

Hegemonya 2: İnsan Hakları Anlatısı

Ezilenlerin teorik referanslarının kökeni kendi pratik hayatlarına dayanıyor; ve ezilenler, pratikte bu teoriyi bir başkasına izah etmeye çalıştıkça hep bir şeyler eksik kalır ve anlatı uzadıkça uzar.

Avrupa’dan insan hakları savunucuları gelmişti. O ara çok heyet gelip gidiyordu. Hepsinin derdi farklıydı. Çok değerli heyetler geldiler, samimiydiler ama bir kısım heyetler savaşı önlemeye yönelik bir pozisyon almaktan öte, geliş amaçlarını şöyle keyfe keder bir gözlem yapıp rapor tutmaya indirgemişlerdi. Bunu hissettiğimiz anlardan birini kısaca anlatayım.

Bir gün Diyarbakır insan hakları derneğinde gelen yabancı bir heyet ve kentin sivil toplum kurumlarıyla yan yana dizilmiş, Sur’da üniversite öğrencisi kardeşini kaybeden bir Kürt yurttaşı dinliyoruz. Yurttaş kardeşinin günlerce yerde kalan cenazesine köpeklerin saldırdığını ve cansız bedeninden kolunu, bacağını kopardığını; dolayısıyla anlatıcı, “prosedürler” gereği bunun bir insan hakkı ihlali olduğunu “ıspatlamaya” çalışıyordu.

Kürtler hikayelerini uzun uzun anlatırlar, bu yerli olmanın bir sonucudur. Anlatıcı, kedi ya da köpeğin kardeşinin bedeninden kopardığı parçaları o kadar iyi anlatmalıydı ki işte o zaman bizler ve heyet belki yapılanın bir “insan hakkı ihlali” olduğuna inanmış olacaktık ve bu sayede şayet eğer insan hakkı temsilcileri bu anlatıyı beğenirse belki Kürde bir iyilik yapmış olacaktı; ve Kürtler uluslararası literatürde self determinasyon hakkı olmasa da kırk milyonluk bir halk olarak insan hakkı ihlallerini yaşadığını tüm dünyaya kanıtlamış olacaktı; ama öncesinde anlatıcının bunu kanıtlaması lazımdı.

Fakat Kürt anlatamıyordu, tıkanmıştı; çünkü anlatmanın bir etiği vardı ve o etik hudutlar onu susturuyordu. Bir diğer sorun ortamın anlatıcının hikayesini propaganda ya da duygu sömürüsü olarak anlamaya müsait oluşuydu; neticede dinleyici heyeti insanların duygularını dinlemeye değil paramparça olmuş insan kemiklerinden, liflerinden, sinirlerinden ve etinden bilimsel raporlar devşirmeye gelmişti, kaldı ki sıcak savaşta anlatamamanın travması da olamazdı; o kırmızı yüzlerde bu çirkinliğin tüm hatlarını görebiliyordum.

Sonunda insan hakları temsilcilerinden biri “uzatmadan anlatabilir misin” dedi. Hızlı olmalısın, ihlal yavaş olsa da sen hızlı anlatmalısın, aceleleri var, seni mi dinleyecekler sabaha kadar. Koskoca Heyet bu sonuçta.

Tam da el, ayak, hayvan, ceset, kan, savaş, ölüm sözcüklerinin birbirine karıştığı esnada; bu kanlı anlatımın ortasında heyetten birisi hem bu korkunç anlatıyı dinliyor hem yemek yiyiyordu; elindeki dürüme öyle bir saldırıyordu ki bunun dikkat çekmemesi mümkün değildi. O aralar Dickens’ın Büyük Umutlar romanını okuyordum;  hapishaneden kaçan mahkum aklıma gelmişti, sonra masallardan kaçan devletin soğuk yüzünü, Tevrat’tan yeryüzüne sızan canavarı, Leviathan’ı hatırlamıştım… Sonra modernitenin bozguna uğrattığı insanlık büyüsünü…

Bir taraftan trajediyi dinliyor diğer taraftan adamın etkilenmeden bir futbol maçı izler gibi yemeğine nasıl odaklandığını; gözümü adamdan alamıyordum. Kısa bir an da olsa yüz yüze geldik, o anda rahatsız olmasın diye “dürümcü dinleyiciden” gözümü ayırıp “anlatıcıya” çevirdiğimde o an onun yüzünde morga kaldırılmış bir ceset yalnızlığı görmüştüm. İnsanlık yapayalnız kalmıştı bu anlatıda… her şey nasıl bu kadar hızlı bir şekilde normalleşiyordu ve insanların kederi neden bu kadar derindi.

Hegemonya 3: Dostların İyiliği

Bu yangının ortasında duran bazı dostlar, bir türlü önü arkası alınamayan eleştirilerle adeta varolan yaşama isteğimizi alıp götürüyordu… hakikaten bu dostların beyaz işkenceye dönüşen ve sinirlerimizi tahrip eden mırıldanmaları çok yoruyordu. Birazcık dinledin mi dinlemeyi bir “zayıflık ya da onaylama” olarak algılıyor; dinlemenin dayanılmaz hafifliğini ve dinginliğini absürdleştiriyorlardı; zayıf bir noktayı yakaladıklarını sanıp, yumuşak sözlerle başlayan ve bir türlü bitmeyen eleştiri yağmuru, siz sustukça taşa, çamura, zehire dönüşüyordu; yumuşak sözlerle başlayan diyalog, arka arkaya tüm gövdenize indirilen sert darbelere yerini bırakıyordu.

Paris komününden bir türlü çıkmayanlarla Filistin intifadasıyla zikre duranlar söz konusu Kürdün kendi tuğlası olunca anlamamak adına bin dereden su getiriyorlardı; kaldı ki bu onların hatası değildi; çünkü Kürtler yıllarca “başka davalar” uğruna kendi hayatını bağışlayarak “kendine” yer açmaya çalışan bir strateji ile hareket etmişti ve yine Kürtler kendi gelecekleri adına ne zaman ağzını açtıysa hemen “başka davalar için yaptıkları fedakarlıklar” onları frenlemenin aracı haline getiriliyordu. “Kürtler kardeşti, yoldaştı, iyi Müslüman’dı, iyi ameleydi, iyi komşuydu” falan… eğer bu tutmazsa Kürdün hak hukuk arayışı “siz kim oluyorsunuz” üstenciliğiyle bastırılmaya çalışılarak bir karşı reflekse; şovenizme, faşizme ve lince dönüşüyordu. Bu duygu geçişlerine çok tanık oluyorduk ve kimi zaman bizzat yaşıyorduk.

Sonuç

Kürt halkı hegemonya değil barış istiyordu, bunu anlamak çok zor değildi.

… öyle kenar mahallemizden geçmedi savaş… yüreğimizden, beynimizin içinden, merhametimizden, sağduyumuzdan, evlerimizin içinden geçip gitti! Aldığını aldı; bıraktığıyla hala yaşamaya alışamadık.

Bizler kentin bir tarafına yığılan en yoksul ve en fedakar kitleye dokunmak için kentin huzurlu mekanlarından her gün savaşı durdurmaya gidiyorduk; akşamları da ekolojik hassasiyete duyarlı korunaklı sitelerimize geri dönüyorduk. Gelen heyetler gibi biz de bazen işimizi rasyonel ve fiyakalı bir şekilde yapma derdine düşebiliyorduk. Kötü niyetli değildik ama yetersizdik, yetemedik. Birçoğumuz ihraç edildik. Ve şunu samimiyetle birçok arkadaşımda gözlemledim; Diyarbakır ihraçlarında yaşanan sessizliğin altında savaşı durduramamanın incinmişliği var.

Şimdi hiçbir şey olmamış gibi davranmamızı bekleyenler var; bizi beğenmeyenler, siyah beyaz diye ayıranlar. Mesut Yeğen Hocanın söylediği gibi muhalefetteki siyasi akıl Erdoğan sonrası rejimi ‘taviz vermeden’ Kürtlere onaylatmanın peşine düşmüş.

“Umutla” hayata bakmaya devam edeceğiz elbette; zira umut bizim kadim potansiyelimiz, tarihimizin ve hafızamızın enerjisi burada saklı; şimdi “umudun taşıyıcısı” olma zamanı.

[1] https://www.evrensel.net/haber/276375/gunduz-okul-aksam-karakol

2 Türkçesi “Biz Amudê’den gelmişiz kardeşim” Amudê Rojava’da bir  kentin adı.