Batının modernitesinin sonuçlarını yaşıyoruz; modernitenin devlet ve devlet aygıtları, üretim biçimi, siyaset biçimi, güvenlik mimarisi, bürokrasi ve kültürel yaşamın kendisi bir bütün olarak tamamlanamayan ve yağmalanan devrimci ve aydınlanmacı aklın sapmasıyla hayatımızı kolaylaştıran değil zorlayan birer aparata dönüştü.
Her çağın kendisine has bir ütopyası olduğu gibi batı modernitesinin de bir ütopyaları vardı ve hepimiz buna inanmıştık; ancak bu ütopyalar gerçekleşmedi; ne Campenalla’nın Güneş Ülkesi, ne Thomas Moore’un Ütopya’sı, ne sosyalistlerin sınıfsız toplumu, ne de liberallerin özgür dünya tezi. Bu ütopyaların tümü modern arzuların içinde yağmalandı. Bu da her zaman için başka bir modernite mücadelesini ve arayışını zorunlu kılıyor.
Bu arayış, bize, yeni ütopyalarımızdan vazgeçmememiz gerektiğini de söylüyor. Vazgeçmemeyi Immanuel Wallerstein’a atfen söylersek “ahlaki, politik ve entelektüel görevler” olarak önümüzde duruyor. Kurumsallık ve bu kurumsallığı sağlayacak kimi araçları güçlendirerek yol yürümek ve mesafe kat etmenin olmazsa olmazların başında geliyor. Siyaset bu araçlardan biri, belki de en önemlisi; ama örgütlü toplum, eleştiri kültürü, yeni bir sosyal bilim okuması, özgür basın, özgür siyaset ve sivil toplum olguları da hayati düzeyde önemli.
COVID19 uzun bir süre zamanı durdurdu; ancak durgunluk gibi görünen karanlığın içinden sinsi hesaplaşmalar, dizaynlar, yeni ölüm listeleri hazırlandı; durgunluk gibi görünen sinsilik yeni savaş bölgelerinin ajandasını yeniden hazırlamak için önemli fırsatlar sundu.
COVID19 pandemisi tıbbi bir hastalık olarak kabul edilmesine rağmen sınıfsal, siyasal ve sosyolojik sonuçları bakımından sistemik bir krizdi. Ve bu kriz, genel nüfus üzerinde bir yönetim biçimi olarak uygulandı. Birçok riski ve fırsatı bir arada sunmasına rağmen; toplum, hastalığın veya krizin ortaya çıkardığı fırsatlara değil risklere boyun eğdi. Devrimin temel öznesi olması gereken sol hareketler, Covid’in iktidarlarda yarattığı çatlakların hiç birisini fırsata çevirmeyi beceremedi ve ortaya çıkan derin çatlakların kapatılması krizin bir yönetim tekniğine dönüştürülmesiyle aşıldı.
Savaş genel olarak kriz yönetiminin vazgeçilmez bir aracıdır; savaşın üzerini örtmeyeceği kriz yoktur. Salgın sonrası başlayan Ukrayna savaşı, Covid’in yarattığı yönetim ve üretim krizlerini aşamayan her iktidarın istediği bir savaştı. Yakın zaman önce başlayan bu savaşı ve aslında her savaş, toplumda otomatikman otoriterliğe-totaliterliğe yol açtığını yollarca deneyimledik. Deyim yerindeyse Covid ile birlikte ortaya çıkan otoriterlik savaş aparatıyla sürüyor.
Covid krizine sol hareketlerin ve toplumun sessiz kalması ve fırsata dönüştürememesi bakımından hegemonyanın 1970 Krizi ile kısmen kimi benzerlikler taşıyor. Habermars bu dönem için kitlelerin sisteme olan sadakatinin sistemi yeniden ayağa kalkmasına neden olduğunu söylemişti.
1956’daki Süveyş kanalını Mısır’ın modern lideri Nasır tarafından millileştirilmesi, akabinde Saddam’ın Irak petrolünü millileştirilmesi 1979’lerde ortaya çıkan sistemin krizin en büyük nedenleriydi. Bu krizin nasıl aşıldığını anlamak günümüz krizlerini anlamanın olmazsa olmazlarından biridir.
Yetmişlerde petrolün millileştirilmesi ile ortaya çıkan kriz savaş rejiminin genişletilmesi ile aşıldı. Çünkü Ortadoğu petrolü, batının silahları ile korunur; zira savaş en sonuç alıcı yönetim biçimidir. Daha önceki yazılarda şiddet kurallarıyla geniş bir nüfusun idare edildiği düzeni savaş rejimi olarak tanımlamış ve savaş rejiminin genel olarak yaşadığımız çoklu krizlerin anası olduğunu öne sürmüştük. Modern aklın kurucu öznesi Machiyavelli’nin “çözerseniz çözülürsünüz” sözü çağımızın krizlerine ruh üfleyen temel mottosudur. Çözüm çözümsüzlüktür ve kriz yönetim haline getirilmelidir. Krizleri yönetenler savaş ve güvenlik paradigmasını her defasında yeni teknikler ve haklılaştırma stratejileri ile güncelleyerek yola devam ederler. Henüz devam eden Suriye savaşı, Güney Kürdistan savaşı ve Ukrayna savaşı kötü yönetimlerin çatlaklarını kapatmanın şiddetidir.
Savaş rejiminin merkezinde zaman zaman kaymalar olsa da bir aparat olarak savaş asla bitmez. Savaş Suriye’den Ukrayna’ya kaymış olsa da “Suriye” hala savaş rejiminin kalbi durumundadır. İlk Mezopotmaya uygarlıklarında başlayan su savaşlarından günümüze doğru hala süren enerji savaşlarına kadar Ortadoğu savaş rejiminin gövdesidir. Kanıtlanmış dünya petrol rezervlerinin %57’si ve doğalgazın %41’inin Ortadoğu’da olması burayı “hem dünya siyasetinin ve hem dünya savaşının merkez üssü” haline getirmeye yetiyor.
Ortadoğu’da savaşlar zinciri
Suriye, hala savaş rejiminin kalbi, Ortadoğu ise bu rejiminin gövdesini oluşturuyor demiştik. Güncelliği anlamak bakımından savaş rejiminin tarihsel olarak zincirlenen bağlantılarını hatırlamakta fayda var. Batının Yahudi katliamını bertaraf etmek için Ortadoğu’da bir İsrail devleti kurması, uzun yıllar süren Arap- İsrail savaşlarını doğururken savaş rejimini kalıcı hale getirdi. Batının ameliyatla halletmeye çalıştığı Yahudi sorunu ise devletleştirilerek hala çözülemeyen Filistin sorununu doğurdu. Filistin, bölgesel bir mesele olarak uzun yıllardan beri Ortadoğu’nun gündemini meşgul ediyor. Bu mesele 1945-60 yılları arasında Arap uluslaşması çerçevesinde, 1960’lı yıllardan sonra FKÖ’nün kurulmasıyla Marksist ideoloji etrafında (Filistin Ortadoğu’da uzun yıllar Marksist örgütleri çerçeveleyen şemsiye konumundaydı) reel sosyalizmin çöküşü ve Afganistan savaşının etkisiyle 1990’lardan sonra siyasal İslam’ın yön verdiği bir mesele olarak hala capcanlı. Arap-İsrail savaşları ile başlayan Filistin sorunu kitlesel göçlerle birlikte Lübnan İç Savaşı’na zemin hazırladı: 1975- 1990 yılına kadar devam eden Lübnan iç savaşında yaklaşık olarak 150.000 – 230.000 insan yaşamını yitirdi. Gelinen aşamada ise uzun yıllar Ortadoğu gündemini belirleyen Filistin sorunun yerini bölgeselleştirilen Kürt Meselesi alacak gibi görünüyor.
Savaş zincirini kuran 3 temel olgu dikkat çekicidir. Birincisi “devrimler”; örnek olarak İran devrimi- Arap baharı, Rojava devrimi, ikincisi “devrimleri sapmaya uğratmak için yapılan savaşlar”: örnek olarak İran- Irak savaşı, Arap Baharının radikal dincilerin savaşına dönüşmesi ve Rojava’nın savaşlarla politik amaçlarının ötesinde tamamen askerileştirilmesi ve silahlandırılması. İran devrimi ve Arap baharı güvenlikleştirilerek politik amaçlarından uzaklaştırılan devrimlerdir. Rojava bu yönüyle hala bu kavgayı sürdürmektedir.
Devrimlerin ve ikinci aşamada devrimsel sapmaların yanında savaşları başlatan bir üçüncü olgu ise hegemonyanın devrimi sapmaya uğratmak için silahlandırdığı kesimlere yönelik başlattığı “hegemonik iç savaşlardır.” Hegemonyanın beslediği ve hortladığı şiddet öznelerinin kontrol edilmesi için birçok savaş yaşandı. Örnek olarak yıllarca Rusya’ya karşı desteklenen ve 2001’de başlayan Afganistan savaşı, İran devrimine karşı dünyanın en gelişmiş silahlarıyla organize edilen Irak savaşları serisi ve Arap baharını amacından saptıran ve Rojava devrimini güvenlikleştiren radikal dincilerle yapılan savaşlar.
Afganistan Savaşının hem Filistin meselesini Marksist ideolojiden kopararak İslamlaştırdığını hem de Ortadoğu’nun ve dünyanın başına bela olan radikal dinciliğin yayılmasına neden olduğunu hatırlatalım. Afganistan, Ortadoğu’nun yoksul kitlelerinin İslamlaşmasında önemli bir merkezdir, dahası Afganistan radikal dinciliğin kuluçka merkezidir. Birçok radikal dinci hakeza burada yetişmiştir. Ancak bu tespiti yaparken Afganistan olgusunun nasıl inşa edildiğini görmezsek kör bir analiz yapmış oluruz.
Tüm bu savaşlar zincirinde Ortadoğu’daki “Halk direnişleri” otoriter ve baskıcı rejimlerin değiştirilmesi gibi meşru amaçların dışına çekilerek, küresel ve bölgesel ölçekte politik, ekonomik ve sosyolojik sonuçları olan büyük hesaplaşmalara malzeme edildi ve asıl amacından uzaklaştırıldı.
Sonuç; Savaşlar halk hareketlerine karşı
Ortadoğu’nun dönüşümü ideolojik bir meseledir. Ortadoğu’daki Marksist solun mirasçısı olan Kürt hareketi ve Siyasal İslam dinamikleri Ortadoğu’da iki temel ideolojik blok olarak karşı karşıya getirilmeye devam edilecektir. Bu nedenle Kürt meselesini bölgesel düzeyde dominant bir mesele haline geldiğini görmek ve buna göre okumalarımızı yeniden gözden geçirmek zorundayız. Bu açıdan sorunları başka bir açıdan okuyan yeni bir siyasal ve sosyal bilime ihtiyacımız var. Çünkü var olan okumalar yeni gerilimleri yeniden üretiyor.
Bunun yanı sıra Ortadoğu’da bir “Kader Birliği” yaratmak ve bölgesel savaşlara karşı bölgesel barışı savunmak zorundayız. Bunun yanı sıra siyasi partilerin yanında onları aşan daha geniş formlar geliştirmek ve krizlere yerinden ve yerelden çözümler bulmak zorundayız. Yeni formlar ve geniş platformlar kurarak savaş rejiminin hesaplarını bozabiliriz. Evet “YAPABİLİRİZ”