Mültecinin kimliği – 1: ‘Acı Dünya’

Mültecinin kimliği – 1: ‘Acı Dünya’

HABER MERKEZİ – Dicle Üniversitesi’nde okurken hapis cezasına çarptırılması nedeniyle Almanya’ya iltica eden ve yaklaşık 7 yıldır yaşamını orada sürdüren gazeteci Osman Oğuz, yazı dizisiyle kendi deneyimleri üzerinden mültecilik ve ‘mülteci kimliğinin’ dinamiğine eğiliyor. İlk bölümde ‘Acı Dünya’ filminin açılış sahnesinden yola çıkan Oğuz, bu konuda genel çerçeveyi sunuyor.


Osman Oğuz


Ümit Efekan’ın yönettiği, Harika Avcı ve Tarık Akan’ın başrollerini paylaştığı 1986 yapımı “Acı Dünya” filmi, açılış sahnesi. [1]
Kentte bir türlü dikiş tutturamamış, yolu biteviye hapishaneye uğramış, itilip kakılmaktan iflahı kesilmiş Yusuf, basın mensuplarının ve yurttaş kalabalığının arasında mahkemeye çıkarılıyor. O güne değin hiçbir meselenin öznesi olmamış Yusuf, spot ışıklarının tam ortasında. Hayatında ilk defa, uyguladığı şiddetin yüzü suyu hürmetine, özne olarak kabul görmüş. Toplumsal tanınmanın açığa çıktığı form yuhalamak, o da aslında bir “anti-özne” ama olsun: Yusuf, öyle ya da böyle varlık kazanıyor.
Cıklama senfonisinin orta yerinde, toplumun “sınır-figürü”dür Yusuf; diğerlerini bir araya getiren, “bir şey” yapan, biraz da ona benzemiyor olmalarıdır. Yusuf’un anlaşılan aklı da, gücü de pek yetmez böyle işlere ama bu önemli günde onlara benzemeyi o da bir kez daha denemiştir: Üzerinde bir ceket ve gömleğini kapatan bir örgülü kazak vardır.
Hakimin sorgusu başlar, malum, resmi evraklar hakikati bekliyor.
“Nerelisin?”
“Diyarbakır.”
“Kaç yaşındasın?”
Önce bir sessizlik, sorunun tekrarlanması. Ardından resmi evrakların kabul edemeyeceği türden bir yanıt: “Yaşım yok. Ben yaşamadım.”
Görülmeyen ve duyulmayanın yaşı var mıdır? Mevcut tanınma süreçleri içinde “yaşamak” ne anlama gelir?
Hakim, yüzyılların izini taşıyan bir ton ile yanıtlıyor: “Akli muvazenen bozuk mu yani, bunu mu demek istiyorsun?”
Akıl hastası, yüzyılların anti-öznesidir. Egemen diskurun öznesi, kendisini biraz da ona bakarak, onun gibi olmayarak kurar. Toplumun, başka deyişle iktidarın, bir işleme prensibi vardır. Onun dışına çıkan veya zalimliğini açığa çıkaran deliye dönüşür. Bugünün depresifi ve eziği, biraz da o günün delisine benzer. “Hayır” diyebilene veya “hayır”ının altında ezilene deli deniliyor, kralın çıplak olduğunu ancak hamlığına hakim olamayan söyleyebiliyor. Kralın toplumunu “evet efendim” kuruyor, “hayır” diyeni yuhalamak herkese iyi geliyor. Böyle bir toplumun ne olduğu da en iyi “ne olmadığına” ve en çok neyi yuhaladığına bakılarak anlaşılıyor.
Yusuf, gözlerinde öfke, yanıt veriyor: “Hayır, aklım başımda ama ben yaşamadım.”
İyi ama yaşamayan, yaralamayı nasıl başarıyor? Yusuf yedi kişiyi yaralamış, hakim konuya dönmek zorunda. Soruyor: “Bu şahıslarla bir alışverişin, husumetin oldu mu?”
“Hayır, hiçbirini tanımam etmem.”
Hakim şaşkın. Bu davranışı nereye koyabilir? Hangi hukuk kitabı ona tanımadan etmeden insan yaralamanın nedenini, nasılını açıklayabilir? Soruyor: “Tanımadığın insanlara niçin saldırdın öyleyse? Sebebi ne?”
“Sebebi yok.”
Elbet var bir sebebi ama belli ki Yusuf, anlaşılmayacağından emin. Ne söylese girmeyecek bu toplumun kafasına. Onun vereceği yanıt da diğerleri gibi halı altına süpürülecek, yokmuş gibi yapılacak, tımarhane ya da hapishane duvarları ardına gömülecek.
Hakim -kuşku yok ki uygar toplumu temsil ediyor- sorusunu tekrarlıyor: “Deli misin sen oğlum?”
Yusuf’un gözleri doluyor. Kendisini uygar olana anlatmak zorunda, onun tarafından tanınmak bir varlık yokluk meselesi çünkü. Onun şefkatinden kıymetlisi yok. Aslında ondan başka hiçbir şey yok.
“Deli değilim! İnsanlar beni tekmelerken deli miydiler? Kalleşlik yapanlar deli miydiler? Kuru ekmeği çok görenler deli miydiler? Beni tanıyorlar mıydı? Bir husumet mi var ki vurdular, ha? Vurdular beni!”
Bu anda, Yeşilçam’ın klasik “babacan hakim” tipi giriyor devreye, sahnenin tüm çarpıcılığını yerle yeksan ediyor. “Anlat oğlum, dinliyoruz” diyor, ağarmış saçlarıyla. Bu şefkatle yumuşayan, belli ki bir umut ışığı gören Yusuf, devam ediyor:
“Rıza’dan olmuş, Zehra’dan doğmuşum. Ne anam ne babam kalmış, ölmüşler. Her çocuk gibi koşmuşum, ağlamışım. Yoksulluk yakamı hiç bırakmamış. Hep yalın ayak dolaşmışım bu şehirde. Çoğu geceler aç yatmışım. Ne zormuş yoksulluk, ne zormuş yaşamak!”

***

Alman sağı, mültecileri suç ile, toplumsallığın kabul etmediği eylemlerle eş tutarak anlatıyor; yabancıların görünür olduğu şiddet sahnelerini yaygınlaştırıyor, “uygarlıktan nasibini almamış bir güruh” imajı üretiyor. Solun buna tepkisi ise yabancıların karıştığı suçların oranına dair işe yarar istatistikler arayıp bulmak, meseleyi genelgeçer insan hakları ve demokratik haklar düzleminde tartışmak, “entegrasyona” ve onun güleryüzlü, iyi örneklerine dair haberler yayımlamak oluyor. Mülteci, ayrı bir politik kimliği olmayan bir “hepimiz gibi insan”a dönüşüyor; onun “acıklı hikayesi”, “öfkesine yenik düşmüş Alman”ı yeniden selamete erdirmenin aracı yapılıyor.
Mülteciler, tartışmanın sağ yanında “duvarın ardındaki ak gezenler” olarak resmediliyor; sol yanındaki refleks, onların “da” insan olduğunu kanıtlamaya çalışmak, varlıklarını ise yardım ihtiyaçlarına indirgemek oluyor. Meselenin Yusuf örneğinde de vücut kazanan “görülme/tanınma biçimleriyle” ilişkisi, bu biçimleri yaratan öz ise neredeyse hiç tartışma konusu olmuyor. Hengâmenin kudretsiz ve dilsiz nesnesi olan sömürgeli “yabancılar” da tanınma bulmak için çareyi gözyaşı dökmekte veya “onlara” benzemeye çalışmakta buluyor. Sömürge ülkelerden göç edenlerin “doğal öfkelerini” politikleştirmek veya onları sosyopolitik gerçekleri içinde tartışmak, hiç değilse sol bir tavır olarak görünür olmuyor; hatta sol, bu öfke hiç yokmuş gibi davranıyor, onu “birlikte yaşamanın faziletleri” parantezinde boğuyor. Böyle olunca da bir yığın soru, bir kuyuya hapsedilmiş hâlde bekliyor.
O soruları, başlangıçtaki filme dönerek sıralayalım…
Yusuf, yedi kişiyi neden “sebepsiz yere” yaralamıştır mesela? Peki onun kendi yarası, tam olarak nerededir, nedendir? Basın mensupları ve yurttaş kalabalığından oluşan cık cık senfonisi, Yusuf’u nasıl tanım(lam)aktadır? Şiddet, Yusuf’un varlığı ve özneleşmesi sürecinin neresinde, nasıl devreye girmektedir? Yusuf’un yoksulluğu, hikayenin neresindedir? Yusuf’un “yok”luğu ile bu senfoninin “var”lığı arasında nasıl bir ilişki ve çelişki vardır? Yusuf’un hikâyesini, başka bir ifadeyle Yusuf’un “dilini, konuşma yeteneğini” belirleyen/belirsizleştiren nedir?
Ben mülteci tartışmalarının görünmez öbeğinin -tıpkı tartışmanın nesnesinin gerçekliği gibi- bu soruların yanıtlarında olduğunu düşünüyorum. Bugüne değin edilen sözlerin önemli kısmı aynı iktidar ekonomisinin cevherlerinde üretiliyor, egemen diskura gerçek bir müdahale potansiyeli taşımıyor. “Dayanışma” bile mevcut tahakküm ilişkilerini hiç değilse sorgu altına almayacak, hatta çoğu zaman teyit edecek biçimde yeniden üretiliyor.
Bu metin ile hem kendi mültecilik deneyimimin, yabancılığımın hem de Alman solu ve sosyal pedagojisi ile kurduğum ilişkinin çıktılarını katık ederek bu sorulara kafa yoracağım bir diziye ilk adımı atmak istiyorum. Keza “bizim” hikayemizin de uzun süredir önemli bir parçasına dönüşen mülteciliğe kafa yormanın ve “mülteci kimliğinin” dinamiğini anlamaya -belki de hatta onu politik bir kimlik olarak yeniden inşa etmeye- çalışmanın kıymetli olduğunu düşünüyorum.


[1] Filmin kalanı, derinlik sorunları ve Yeşilçam’ın tipik hikaye anlatımı handikapları ile dolu. Bahse konu açılış sahnesi buradan izlenebilir.