Cuma Daş
Bir gün en sevdiğiniz insanla; eşiniz, çocuğunuz, kardeşiniz ya da yakın arkadaşınızla ilgili, öncesi ve sonrası belli olmayan, yaşadığınız rutin, belki de umarsız hayatın tam orta yerinde kötü bir haber aldığınızı düşünün. Zamanla canınızı yakan asıl şeyin aldığınız haberin kötü olması değil de, bu haberin kötülük ölçüsünün ya da sınırın ne kadar olduğunu anlıyorsunuz. İnsanı altüst eden asıl şey bu duygu işte, yani belirsizlik. Bir bilinmezin içinde debelenip durduğunuz, cevabını aradığınız sorunun kimsede karşılık bulamamasının verdiği tarifsiz acı iliklerinize kadar işler. Tahammül edilmesi, katlanması çok zor bir duygu hali.
İşte Gülistan Doku’nun ailesi tam iki yıldır, yani 5 Ocak 2020’den bu yana aşağı yukarı böyle bir belirsizliğin, bir adaletsizliğin içinde, haksızlık ve çaresizliğin arafında yaşıyor. Kızları kaybedildiği günden bu yana gözlerine uyku girmedi, boğazlarından rahat bir lokma geçmedi. Kapı her çaldığında “keşke o olsa” duygusu bir an ayrılmadı yanı başlarından. Nasıl olur da bu çağda, bir şehirde bir insan ortadan yok olur ve devlet dahi onu kimse bulamaz düşüncesi evlerinin duvarlarında asılı kaldı iki yıldır. O kadar çok baktı ki annesi “Gülistan en son burada görüldü” dedikleri Munzur sularına. Elinden gelse her su damlasına tek tek soracaktı “Gülistan’ımı gördünüz mü” diye.
Bizler de sormalıyız, bizler de huzursuz olmalıyız, bizler de uyuyamamalı, yiyememeli, içememeliyiz Gülistan’ın annesi gibi. Gülistan nasıl kaybedildi, neden bulunamıyor sorusu hiç terk etmemeli zihnimizi. En tepesine seslenmeliyiz devletin, “Gülistan Doku nerede, onu gördün mü? Görmediysen bile bulmaya çalışmayacak mısın, mesul değil misin bundan” demeliyiz. Her yurttaşından mesul değil midir devlet? Her yurttaşının, sağlığından, canından, malından, eğitiminden, barınma hakkından mesul değil midir devlet? Kendisi demiyor muydu bunu, önümüze yazılı olarak dahi koymuyor muydu bunları.
Neredeyse yirmi yıldır ülkeyi yöneten Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bu mesuliyetten bahsediyordu 301 madencinin yaşamını yitirdiği Soma maden faciasının üzerinden bir hafta geçtiğinde. Takvimler 20 Mayıs 2014’ü gösteriyordu Cumhurbaşkanı (o günün Başbakanı) Recep Tayyip Erdoğan, AKP’nin Meclis’teki grubuna seslenmek için kürsüdeydi. Aynen şöyleydi cümlesi: “Bu ülkenin Başbakanı olarak açıkça ifade ediyorum ki Dicle’nin kenarındaki kurdun kaptığı bir koyun bile benim mesuliyetim altındadır.”
Hatta kendisiyle yetinmeyip, orada bulunan milletvekillerine ve bakanlarına da bu mesuliyetlerini hatırlatıyordu alkışlar eşliğinde. Dicle’nin kenarındaki kurdun kaptığı bir koyundan bile mesul olan Cumhurbaşkanı’na soralım, Munzur’un kıyısında kaybolan Gülistan’dan da mesul değil misiniz?
Bu soruyu Gülistan’ın ailesi iki yıl boyunca çok sordu, sonuç alamayacağını anlayınca kendi başlarının çaresine bakmaya karar verdiler. Gülistan’ın annesi Bedriye Doku da tıpkı yıllardır kaybolan yakınlarının akıbetini soran Cumartesi Anneleri gibi, tıpkı yuvası dağıtılan Emine Şenyaşar gibi “”Kızımın kemiğini bulmadan ben buradan kalkmayacağım” diyerek adalet aramaya başladı. Bedriye Doku’nun yüreği iki yıl boyunca Munzur sularına, gözleri Dersim yollarına, zihni geçen zamana sordu Gülistan’ı. Şimdi sıra vicdanında. Vicdanı, asıl sorumlu kimse ona, mesuliyet kimdeyse ona, adaleti tesis etmekle yükümlü olan kimse ona soracak; Gülistan nerede, adalet nerede diye.