Madrid’de yapılan NATO zirvesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iç politikalara dönük sansasyonel hamle ve açıklamalarının gölgesinde kaldı. Oysa zirve oldukça kritik ve birliğin tarihinde önemli bir dönemeç niteliği taşıyor. Uzun zamandır Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un özetlediği haliyle, “beyin ölümü gerçekleşti” bakışıyla işlevsizliği tartışılıyordu. Elbette bu sadece Macron’un kişisel düşüncesi ya da bakış açısı değildi. Küresel çapta yaşanan ekonomik, politik, teknolojik, kültürel ve askeri gelişimlerin dünya çapında yarattığı jeostratejik ve jeopolitik değişimlerin getirdiği gerçeklik yapı olan genel bir okumanın sonucuydu. Soğuk savaş sonrası Sovyetler aksının yenilgisiyle varlık gerekçesini önemli oranda yitiren NATO, uzun süre üzerinden varlığını sürdürecek bir gerekçeye muhtaç hale gelmiştir. Geçen bu süre zarfında soğuk savaş öncesi ya da sonrası kendisinin de teşekkülünde önemli rolü olan radikal dinci örgütler üzerinden kendini ihtiyaç haline getirmeye çalıştı.
El Kaide, Taliban, Boko Haram ve en son DAİŞ gibi radikal dinci örgütler bu ihtiyacı belli bir oranda karşılasa da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) gibi NATO’yu ayakta tutacak düzeyde bir “düşman” haline getirmedi. Zira düşmanlar olarak organize edilen radikal dinci güçlerin büyük çoğunluğu NATO müttefiki ya da uydusu ülkelerin bağrında büyümüş ve içli dışlı olunan örgütlerdi. Üye ve müttefiklerin tamamının bu ortak düşman üzerinden hemfikir olması mümkün olmadı. Zaten Macron’nun sözüyle formülize olan, “beyin ölümü gerçekleşti” tespiti de Türkiye’nin DAİŞ, El Kaide gibi radikal örgütlerin ilişkileri bağlamında söylenmişti. Ortak düşman gerçekliği zayıfladıkça birliğin caydırıcılığı ve önemi de giderek azaldı ve tüm ülkeler için ödenmesi istenmeyen bir mali ve askeri yük haline geldi. Almanya ve Fransa gibi büyük ekonomiler dahi NATO paylarını ödemez hale geldi.
Kuşkusuz NATO gibi askeri bir birliğin zayıflaması dünya çapında siyasi, ekonomik ve askeri bir boşluk oluşturdu. Rusya ve Çin başta olmak üzere bölgesel güçler siyasi boşluğu doldurma yarışına girdi. Çin ağırlıklı olarak ekonomik boşluğu doldururken, Rusya askeri boşluğu hızla doldurma yoluna gitti. İran ve Türkiye gibi ülkeler ise tarihi özlemler ekseninde çevrelerinde teritoryal genişlemeyi seçti. Bu aynı zamanda kapitalist sistemin dünyanın tamamına hakim olması ve yapısal sorunlarının dağılma şeklinde yansımasıydı. NATO ya da aynı anlama gelmek üzere Batı Bloğu yıllarca dayandığı, beslediği ve kolladığı ulus devletçi, despotik diktatörlerden desteğini çekince Arap Baharı olarak gelişen halk ayaklanmalarıyla teker teker düştüler. İsrail’in güvenliği gözetilerek Mısır dışında Batı Bloğu sürece müdahil olmadı.
Kapitalist sistemin tıkanmışlığı, sonucu olarak NATO’nun işlevsizleşmesi, ulus devletçi despotların halk ayaklanmalarıyla birer birer yıkılması siyasi boşluğu derinleştirdi. Bir yandan radikal dinci örgütler, öte yandan Rusya gibi küresel, İran ve Türkiye gibi yerel güçler boşluğu doldurmak istedi. Kapitalist sistemin sübapı BM başta olmak üzere mekanizma kurum ve kurallarıyla iflas etti. Karşısında herhangi bir engel ve bağlayıcı kural görmeyen Rusya gemiyi azıya alarak Kırım’ı ilhak etti, peyderpey Suriye ve Libya’ya askeri, birçok Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkesine ekonomik ve siyasi nüfuz etmeye başladı. Türkiye ile geliştirdiği ilişkiler üzerinden birliği dağıtmayı hedefledi. Belarus’u adeta kendine bağlayarak bardağı taşıran son damla olarak Ukrayna’ya işgal harekâtı başlattı.
Rusya’nın boşluğu doldurmaya yönelik belli bir gücü vardı. Ancak belli bir askeri gücü olsa da ekonomik olarak bu düzeyde hızlı ve agresif davranmasına yetecek bir ekonomisi ve müttefik ağı yoktu. Zayıflatmaya ve mümkünse dağıtmaya çalıştığı NATO’ya adeta can suyu oldu. Yıllardır arayıp da bulamadığı “düşmanı” hediye etti. Özellikle Kırım ilhakı ve Ukrayna işgaliyle somut ve yakın tehlike olduğunu Avrupa’ya hissettirdi. Tabiri caizse NATO aidatını ödemekte ayak direyen, asker ve teknolojik, lojistik kaynak ayırmayan ülkelere kesenin ağzını açtırdı. Bu ülkelere, kamuoylarını her türlü askeri harcamaya razı edecek argümanları sağladı.
Elbette Rusya siyasi boşluğu doldururken Batı Bloğu da boş durmadı. Özellikle imparatorluk geçmişi ve heveslerini sürekli perde arkasında canlı tutan İngiltere ve NATO’nun Orta Doğu’dan çekilmesinden rahatsız olan İsrail ve ABD’nin müesses nizamı Rusya başta olmak üzere Rusya’ya karşı yeni strateji geliştirdi. AB’den ayrılarak İngiltere bu sürecin startını verdi. ABD’de Trump’ın yönetime gelmesi bu süreçte geciktirici bir parantez olsa da Biden’ın gelişiyle yeniden hızlandı. Çin’in ekonomik yükselişi ve Rusya’nın agresif yayılmasına karşı NATO’nun yeniden yapılanması gündeme alındı. Hedef ise yakın tehlikeler gösterilerek Avrupa ve ABD kamuoyunun NATO’nun yeniden ihtiyaç haline getirilerek Çin ve Rusya karşısında yapılandırılması ve konumlandırılmasıdır. Ukrayna savaşıyla bu amaç hasıl oldu. Yani aranan “düşman” bulundu. Propaganda savaşıyla toplum öyle ikna edildi ki Dostoyevski dahi düşmanlıktan nasibini almasına bile ses çıkarılmadı.
Her ne kadar Türkiye’de sadece Erdoğan’ın içeriye dönük kişisel propagandasına dönüştürülse de son NATO zirvesi bu bağlamda okunması gerekir. Zirvenin asıl gündemi de NATO’nun “vizyon” yenilemesiydi. Bilerek ve isteyerek Finlandiya ve İsveç’in üyelikleri, Erdoğan’ın kısa sürede mora dönüşen kırmızı çizgileri parlatılarak uzun süre etkileri sürecek ciddi stratejik kararlar alındı. Zirve önemine uygun olarak zirvelerinden farklı olarak tüm üye ülkeler başbakan ve devlet başkanı düzeyinde temsil edildi. Genel Sekreter Jens Stoltenberg toplantının sonucu, “NATO liderleri yeni güvenlik tehdidi karşısında savunmamızın ve caydırıcılığımızın temelinde değişimi üzerinde uzlaştı” şeklinde açıkladı.
Evet, 11 sayfalık Stratejik Konsept Belgesi’ne bakıldığında, Rusya birlik ülkelerine ve Avrupa Atlantik bölgesinin barış ve istikrarına direkt tehdit olarak tanımlandı. Uzun yıllardan sonra ilk defa, “düşman” kavramı kullanılarak “nükleer” saldırı düzenleme ihtimali ve cevap verme kapasitesi ve şekli ifade edildi. Birkaç yıl öncesine kadar Avrupa’daki güçleri çeken ve azaltan ABD’nin Avrupa’nın tamamında askeri varlığının arttırılması, kalıcı üslerin kurulması ve spesifik savaş araçlarının konumlandırılmasına, diğer üye ülkelerin daha fazla asker, ekonomik ve lojistik vermesine karar verildi, 5. Madde hatırlatıldı. Böylece Soğuk Savaş’tan sonra NATO en büyük yapılanma ve büyümeye gitmiş oldu.
Rusya’nın Ukrayna işgaline karşılık olarak oluşturulan yeni askeri yapılanma ile 300 bin NATO askeri gelecek yıla kadar yüksek hazırlık seviyesine ulaştırılacak. Şu an 40 bin civarında olan askeri varlığının kısa sürede 300 binlik gibi devasa bir orduya dönüşmesine, karada, havada ve denizde tahkim edilmesi planlandı. Finlandiya ve İsveç’e resmi olarak üyelik yolu açılırken, Ukrayna ise fiilen birliğe dahil edilmiş oldu. Bu resmin içinde Türkiye’nin aday iki ülkenin önünü almaya yetecek ne gücü ne de şansı vardı. Aksine Türkiye’ye zirvede doğrultu verildi. Büyük ihtimalle Putin büyük bir hırsla siyasi boşluğu doldurmayı düşünürken böyle bir gerçeklikle karşılaşacağını tahmin etmemişti.
Zirvenin Çin’e dönük yönü her ne kadar çok fazla ön plana çıkmazsa ve Rusya gibi doğrudan “düşman” olarak nitelenmezse de temel hedeflerden biri olduğu açık. 2019 yılı Londra Deklarasyonu’nda Çin’i çevrelemeye dönük strateji tanımlanmıştı. Bu bağlamda Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya “Derin Ortaklar” olarak tanımlanmıştı. 2021’in Eylül ayında ABD-İngiltere ve Avustralya arasında Çin’e karşı ortak güvenlik anlaşması imzalandı. Madrid zirvesiyle Londra Deklarasyonu tamamıyla Yeni Stratejik Konsept belgesinin içine alınarak NATO’nun Hind-Pasifik’te Çin’e karşı stratejisi haline getirildi.
İngiltere, ABD ve İsrail öncülüğünde gelişen yeni konsept artık NATO üyesi tüm ülkelerin ortak stratejisidir. Sadece NATO ile de sınırlı olmadığı aşikârdır. G7 ve AB, ABD-İngiltere-Avusturya arasında oluşturulan Japonya, Güney Kore ve Yeni Zelanda’nın yakın ortak olarak tarif edildiği AUKUS ortaklığı gibi mekanizmalar başta olmak üzere birçok mekanizma da NATO Yeni Stratejik Konsept belgesine göre dizayn edilecektir. Böylece Rusya ve ağırlıklı olarak da Çin’e karşı enerji kaynakları ağırlıklı ekonomik projeler hayata geçirilecektir. Rusya ve Çin ekonomik, askeri, politik ve coğrafik olarak baskı altına alınmaya çalışılacaktır.
Bu süreçte NATO ya da Batı bloğunun en zayıf karnı ise enerji kaynakları oluyor. Özellikle birçok Avrupa ülkesinin Rusya’ya bağımlılığı önemli sorunların başında geliyor. Bu bağımlılıktan minimum düzeyde etkilenmesi için yeni enerji kaynaklarının bulunması gerekir. Elbette en yakın kaynak olarak Ortadoğu ülkeleri geliyor. Bu aynı zamanda ABD başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin, “baş ağrısında başka bir şey değil” diyerek çekildikleri Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yeniden ilgilenmeleri anlamına geliyor. Biden’ın iktidara geldiği günden beri eleştirdiği ve görüşmeyi reddettiği Suudi Arabistan’ı ziyaret etmesi bu ihtiyaçtan kaynaklandı. İngiltere ve İsrail mimarisinde geliştirilen ABD’nin eski müttefiklerinin tahkim politikası hızlanacaktır. Yani Türkiye, İsrail ve Körfez ülkelerinin Rusya ve İran karşıtı aksa oturtulması.
Zirve sonrası karşı cepheden Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Soğuk Savaş dönemine atıfla “demir perdeden” bahsederek yeni dönemi, “Dünya meselelerinde Batı egemenliğinin 500 yıllık dönemi yeni sona ermedi, geçmişte kaldı, Batı bunu anlıyor. NATO, ittifakın Güney Çin Denizi’nde bir sonraki savunma hattını çizme niyetinde olduğunu artık gizlemiyor” şeklinde ifade etti. Biden ise uzun süredir dile getirdiği ve önümüzdeki dönemi, “diktatörlük” ile “demokrasi” arasındaki savaş olarak kodlayan söylemini tekrar etti. Almanya Başbakanı Şansölye Scholz da, Rusya’nın saldırgan politikasıyla uluslararası düzeni tehdit ettiğini ileri sürerek NATO zirvesinin yeni stratejisini işaret etti.
Sonuç olarak tüm işaretler kapitalist sistem sıkışmışlığını yeniden bloklaşma ve çatışma üzerinden aşma yoluna girdi. Bu anlamda NATO zirvesi ve alınan kararlar yeni bir döneme hazırlandığını ve buna göre yeniden yapılandırdığını gösterdi. Buna karşı Rusya-Çin ve yakın müttefiklerinin hamleleri olacaktır. Hepsinin nihayeti ise sistem kaosunu aşmak için 3. Dünya Savaşı’nı derinleştirerek halklara kanlı bir süreç yaşatacağıdır.