Öcalan’sız siyaset arayışları

Öcalan’sız siyaset arayışları

Cengiz Yürekli*

Ana muhalefet partisi ülkede hak ve özgürlüklerin tesis edilmesi, demokratik katılımın yaşam bulması konusunda çok ciddi alternatifler sunuyormuş gibi davranmanın ötesinde bu sefer Kürt sorunu konusunda cümle kurma cesaretini gösterdi. Kılıçdaroğlu’nun sorunu dile getirmesinin mevcut atmosferde hayırlı olduğu fikrini taşıyanlardanım. Ancak bunu yaparken somut hiçbir veriye dayanmayan “meşruluk”, “gayrimeşruluk” gibi olayın özünden kaçmaya yarayan kavramlara sığınmayı da ihmal etmedi.

Meşruiyet tanımına yüklenen anlam ve bu tanımlamayı oluştururken hangi kriterlerin esas alındığının netlik kazanması tartışmanın doğru zeminde ele alınması için önemlidir. Meşruiyetten kasıt eğer yasal dayanak ise, parlamentonun işlev yitimine uğradığı mevcut sistemde çoğunluğu oluşturan ittifak çözüme samimi olarak niyet ederse bu sorunu kolayca halledebilir. Eğer meşruiyet tanımı muhataplığı yüklenilen sorun adına, kitlelerin destek ve onayını almak olarak değerlendiriliyor yani bir çeşit irade beyanı olarak ele alınıyorsa; 2005-2006 yıllarında 3 milyon kişinin “Öcalan Siyasi İrademdir” dediğini, 2013-15 yıllarında da 10 milyonu aşkın insanın Öcalan’ın özgürlüğünü talep ettiğini göz önünde bulundurmak gerekir. Bu hususun Kılıçdaroğlu’nun oy miktarlarına atıfla yaptığı parmak hesabını kat be kat aşan bir gerçekliğe işaret ettiği konusunda herhalde ki tereddüt bulunmuyor.

Kaldı ki CHP genel başkanının bu söylemi, parti teşkilatlarını seçime hazırladığı bir gündemden bağımsız ele alınamaz. Öncelikle HDP merkez alınmasına rağmen, politikayı elitist bir alana hapsolmaktan çıkarıp, toplumun sorunlarını tabandan çözme yöntemi olarak farklıca örgütlenme ve temsil modellerini geliştiren siyasal geleneğin çözüm için en geniş katılımı esas alacağı bilinen bir durum. İmralı’da yürütülen bütün görüşmeler boyunca Öcalan’ın, sürecin selameti adına şeffaflığı dayattığı ve yöntem olarak da ilgili tarafların katılımını önerdiği konferansların yanı sıra TBMM’nin devreye girmesini ısrarla talep ettiği de biliniyor. Ancak buna rağmen CHP’nin sorumluluk almak yerine Kürt sorununa yaklaşımı belli olan MHP’nin dahil olduğu bir konsensüsü şart koşması, çözümsüzlüğü büyüten sonuca hizmet etmiştir. Şimdi de işaret ettiği “meşru” seçilmişlerin dokunulmazlıklarının kaldırılarak tutuklanmasına yol açan Kılıçdaroğlu’nun HDP’lileri “kan davalısı” olarak tarifleyen ittifak ortağını ne şekilde ikna edeceği izaha muhtaçtır.

Kılıçdaroğlu’nun bu söylemi sonrası başlayan tartışmaya dahil olan Bekir Ağırdır ise “İmralı ve her kimse onlar, meselenin katmanlarından yalnız birisi olan terör boyutu ile ilgilidir ve o tarafına geldiğinde işe dahil olabilir.” diyerek muhataplık tartışmasını çok daha farklı bir boyuta çekmiş bulunuyor. Bu çerçevede Nobel barış ödülüne layık görülen ve Güney Afrika devlet başkanı seçilen Mandela’nın yargılanma ve cezaevi süreci, kendisine yapılan ithamlar, uzunca yıllar terör ile anılmış olması meşruluk ve muhataplık hususunda herkesi daha açık davranmaya zorluyor. Öncelikle Ağırdır’ın işin “terör boyutu” nedir, hangi hususları kapsar şeklinde soruları cevaplaması, zihnindekini dile dökmesi hayra vesile olur. Konuşmasında atıf yaptığı yerel yönetimlerin çoğuna terör örgütü iltisakıyla el konulduğunu, bu belediyelerin eşbaşkanlarının, meclis üyelerinin terör örgütü üyeliği iddiasıyla cezaevine atıldığını, dillerine pelesenk ettikleri HDP’nin parlamenterinden, il ve ilçe yöneticilerine, üyelerine kadar binlerce mensubunun aynı savla tutuklandığını bilmiyor değildir. Kaldı ki Kılıçdaroğlu’nun sorunu sığdırdığı 35-40 yıllık zaman aralığında kolektif hakların ve kültürel varlığın tanınması gibi talepler orta yerde dururken yaşanan binlerce ölüm, milyonların yerinden yurdundan edilmesi, maddi manevi değerlerin yitimi şeklinde yaşanan bunca acının Ağırdır’ın kastettiği terör argümanıyla ilişkilendirildiği biliniyor. Bu şekilde ifade edildiğinde Kürt sorununda “işin terör boyutundan” geriye ne kalıyor demeden de edemiyor insan. Buradan hareketle, yaşam hakkından, kültürel varlığını geliştirme hakkına, özgürlük ve güvenlik hakkından örgütlenme hakkına kadar bütün hakları terörizm iddiası ve terör örgütü isnadıyla yok sayılan bir halka dair sorunun çözümü kim ve ya kimlerle olacaktır?

Sorunu retorik düzeyine indirgeyip cümle kurma ihtiyacı duyan bir zihnin yaklaşımı ile sorunun ağırlığı altında ezilen, bir halkın varlık-yokluk sorunu olarak ele alanların yaklaşımı elbette farklı oluyor. Bu anlamda varlığı başlı başına umut vaat eden HDP, çözüm koşullarını olgunlaştıracak, barışa ve demokrasiye gidecek olan zemini yaratacak olan kitle örgütüdür.

HDP’nin büyümesi, temsil ettiği fikir ve misyonun doğru anlatılması, halklara ulaşması mevcut siyasal kaosta sığınılacak ender limanlardandır. Mevcut sisteme itirazı olan herkesin bu yönlü yaklaşım sergilemesi hak ve özgürlüklerin temel güvencesi olacaktır. Bütün bunlara rağmen Kürt sorunun çözümünde oynayacağı rol, HDP’nin yetersizliğinden değil sorunun kendi özgünlüğünden kaynaklı sınırlıdır. Kürt sorunu Ortadoğu bağlamında uluslararası bir sorundur. Farklı ulus devletler çatısı altında bölünmüş bir halkın iradesini temsil etmek bütün niyetine ve çabasına rağmen HDP’nin yalnız başına cevap olabileceği bir durum değil maalesef.

Türkiye ulusal mevzuatıyla sınırlı bir partinin, bütün Ortadoğu’ya yayılmış bir olgunun muhataplığında oynayabileceği rolün bir yere kadar olması zaten işin doğası gereğidir de. Örnek kabilinden; HDP’nin Rojavalı bir Kürt’ü genel çözüm çabasına dahil edebilmesi, Afrin’deki demografik yapıya dair itirazlara ve ya Şengal’deki Ezidi toplumunun taleplerine cevap olup, sözcülüğünü üstlenmesi, ilgili tarafların buna icazet vermesi ne kadar mümkündür? Sorunları dile getirmek ve çözümünü dayatmak ayrı, müzakere pozisyonunda temsil kimliğini üstelenmek ayrı hususlardır.

Öcalan’ın muhataplığı tam da bu ve benzeri objektif verilerin bir sonucu olarak kendini dayatıyor. Farklı cins, kimlik, inanç, kültür ve başkaca toplumsal tabakaların bir arada yaşama projesini geliştirmekle kalmayıp bunun pratiğini zorlayan Öcalan’ın, Ortadoğu’dan Avrupa’ya örgütlü bulunan Kürt güçleri ve meskun bulunan Kürt halkı üzerinde söz kurma gücü tarihsel bir gerçeklik olarak öne çıkıyor. Bu durum öznel bir yaklaşım olmayıp, yukarıda belirtilen milyonların irade beyanının yanı sıra sorunun çözümüne niyet eden devlet mekanizmalarının da kabulüdür. Özal ile başlayan 93 ateşkesinden en son İmralı sürecine değin yaşanan çözüm girişimleri bu durumu defalarca teyit etmiştir.

Kılıçdaroğlu’nun söylemi ve Ağırdır’ın gündemleştirme tarzı çokça denenen Öcalan’sız siyaset arayışlarının başkaca bir merhalesi gibi duruyor. Bölgesel ve uluslararası konjonktür ile gerek Öcalan’ın tutumu gerekse de Kürt halkının tavrı bu arayışların hayat bulmasına olanak vermemişti. Ancak 5 Nisan 2015’ten sonra uzunca süredir hazırlığı yapılan bir konseptin devreye konmasıyla Öcalan’sız siyaset inşa çabaları yeniden zemin buldu. Öcalan’ın uygulanan mutlak tecrit ile kamuoyunda unutulması hedeflenirken, buna itiraz mahiyetindeki çabalar ise farklı gündemlerle ve “makul muhataplıklar” ile gölgelenmeye çalışılıyor. Belli bir zümre kendini bu fikre yatırmış olsa da, 2015 Nisan’ından sonra yedi yıldır Öcalan’sız siyasetin sonuçlarına hep beraber tanıklık ettik, hep beraber yaşadık. 2013-2015 arası Öcalan’ın muhatabı olduğu sürecin ekonomi, demokrasi, hukuk ve insan haklarına ilişkin verileri herkesin bilgisi dahilinde. Buna kıyasla Öcalan’sız siyasetin devreye konduğu sonraki süreçte toplumun büyük kesimi açlığa itilmişken buna karşıt bir azınlığın rant ve yolsuzluk ile büyümesi, savaş halinden mülteci sorununa, kadın kıyımından ekolojik yıkıma kadar ayrışan ve kutuplaşan bir toplum gerçekliğiyle yüz yüzeyiz. Topluma böylesi büyük maliyetleri fatura eden bir siyaset anlayışının hayat bulmasında, bunu devreye koyan iktidar güçlerinden payanda olan muhalefete, sessizlikle karşılayan ya da boşa çıkaracak bir tepkiyi örgütlemekte yetersiz kalan herkesin, hepimizin payı var. Ancak politika yapma iddiasında olanlar ile kendisine aydın misyonu yükleyenlerin bunu dürüstlükle topluma açıklama yükümlülükleri de bakidir. Er geç koşulları oluştuğunda toplumsal hafızanın bu sorumluluğu hatırlatması rastlanmayan bir durum değil.

Son söz niyetine, böylesi bir tartışmada söz kuran herkesin öncelikle Öcalan’ın da fikrini sunmasını talep etmesi ahlaki bir yaklaşımın gereğidir. Sahi bu tartışmayı yürütenler yok sayılan mevzuat bir kenara, insani bir tutum olarak Öcalan üzerinde uygulanan mutlak tecride karşı bir çift söz kurmayı düşünürler mi acaba?


(*) Avukat