Bir şey oldu. Küçük erkek kardeşin büyük erkek kardeşe onu hırpalayanları şikâyet etmesi gibi bir şey. Büyük erkek kardeşin intikam alması gibi bir şey. Tarihin erkek kardeşliğini ortaya çıkardığı zamanlardan gelen bir şey.
8 Haziran sabahı -ki artık ne çok yaşıyoruz o sabahları- uyandık ve özgür basın emekçilerinin, gazetecilerinin gözaltına alındığını öğrendik. Birçok Kürt gibi bu yazıyı yazanın da aklına gelen ilk şey Özgür Ülke’nin “bu ateş sizi de yakar” manşeti oldu. Bürolarının bombalandığı, dağıtımcılarının bisikletin üstünde vurulduğu ama yine de ertesi gün o gazetenin yerine ulaştırıldığı geleneği hatırladık. Bombalanan binaları, faili meçhul gazeteci cinayetlerini, ortalık yangın yeriyken zulmü de direnişi de kaydeden makineleri… O geleneği sürdürenlerin, hakikatin peşini bırakmayanların, halkın haber alma hakkını hayatları pahası savunanların arkadaşları, yoldaşları bugün yine iktidarın hedefi oldu.
Ne ile suçlandıklarını bilmedikleri 8 günlük gözaltından sonra 16 gazeteci tutuklandı. Ne ile suçlandıklarını bilmedikleri ama yüz yılı aşkın süredir Kürtlerin ne yaşadığını hem Kürtlere hem de dünyaya anlattıklarının farkında olarak. Özgür basın geleneğini temsil etmek ne şahanedir gösterdiler; onlar içeride, arkadaşları dışarıda, 8 gün boyunca, sadece onları tutan iktidara değil tüm dünyaya.
Çünkü gazetecilik münhasır bir iş. Öyle efendiye ya da emre gelmiyor. Zaten efendiler ve emirleri varsa ama bazıları buna itaat etmiyorsa devreye giriyor. Efendiler itaat etmeyenlere neler yapıyor ortaya çıkarmak için, efendisini kusursuz sayanlara gerçeği en çıplak haliyle göstermek için; ancak efendisiz olursak özgürleşebileceğimizi anlatmak için. Özgür basın gazeteciliğinin alameti farikası da bu özgün ve özerk oluşta. Ülkenin dönemsel ruh haline sıkışmadan, her koşulda istikrarını koruyan yanında. Halkla, okuyucuyla kurduğu o sağlam ilişkide.
Bir de değiştirebilme cesaretlerinde…
İçinde olduğumuz atmosfer herkesin diline bir yasallık ezberi yüklemişken ama aynı zamanda hakların kullanımı suç sanılırken örneğin susma hakkı suçlu gösterecek diye kullanılmazken ve bu durum oldukça yaygınken gazeteciler susma haklarını kullandılar. İktidarın yarattığı bu korku ve endişe ortamında bir eşiği aştılar. Protesto değildi yaptıkları. Niye protesto olsun ki? Emniyette susmaya, gazetecilik pratiğini doğrudan savcıyla, hakimle tartışmaya, düşünce ve ifade özgürlüğünün ne anlama geldiğini meselenin özneleri olarak ortaya koymaya, yargıya ölçü kazandırmaya ya da ölçüleri uygulaması için demokratik bir baskı uygulamaya hakları vardı. Öyle de yaptılar. Ama bu yüzden tutuklanmadılar. İktidara göre form almadıkları için, hakikati toplumla buluşturdukları için tutuklandılar.
Özgür basının ne kadar cesur ne kadar örgütlü olduğu meselenin bir boyutuysa toplum için ne anlama geldiği de başka bir boyutu. Dedem mesela… 30 yıldır kültüründen, dilinden, toprağından ayrı yaşayan milyonlarca Kürt’ten biri olarak her sabah çocuklarını ya da torunlarını aynı büfeye gazetesini almaya yollar hatta mızıldanmalar duyunca azarlayarak yollar yani gazete bir şekilde eve gelir. Kim gidip almışsa eve yetişene kadar bilinçli ya da bilinçsiz, mutlaka manşetleri okumuş olur. Gazete bayisi de o gazeteyi alacak en az bir kişi olduğunu bildiği için mutlaka elinde bulundurur.
Adı değişse de o gazete dedemin kendi toprağıyla, kimliğiyle kurduğu biricik bağdır. Hâlâ kendisi kalabilmenin yoludur. Bu yüzden gazetecilerin tutuklanması ya da ceza alması topluma karşı işlenen bir suç gibidir. Gibi değil düpedüz öyledir. Çünkü bilme, öğrenme hakkına müdahale edildiği an dünyadan koparılma başlar. Neye inanacağımıza karar verme irademiz, neyi hatırlamamız gerektiğine dair duygumuz elimizden alınır. Tüm bu tekçilik dayatması içerisinde seçebileceğimiz başka bir şey olmadığına inandırılmaya, kandırılmaya başlarız.
Bu yüzden özgür basının çıkardığı yayınlara, yaptığı haberlere, çektiği programlara, mikrofonu bize neden uzattığına yeniden -belki de her zaman yaptığımızdan daha hassas bir şekilde- bakmak zorundayız. Musa Anter’i Ersin Yıldız’ı, Hafız Akdemir’i ve nice özgür basın emekçisini hatırlayarak bakmak zorundayız. DAİŞ’in köle pazarlarında sattığı kadınları, intihar süsü verilen kadın cinayetlerini, helikopterlerden atılan Kürtleri, öldüresiye dövülenleri, canavarca hislerle kolu kırılan Kürt çocukları, belki de topluma canlı bomba olarak sunulacak Kemalleri, Medenileri, Ceylanları hatırlayarak bakmak zorundayız. Çünkü değil ki bu kadarını, çok daha fazlasını susmadan, boyun eğmeden topluma taşıdılar.
Tüm bu haberleri bildiğimiz için haksızlıklara karşı çıkabildik. Haber alma hakkına, gerçeği bilme hakkına, gerçeği seçme hakkına tüm bu haberleri öğrenebildiğimiz için tutunduk. Şimdi kalanların ama sadece özgür basının değil, gazeteciliği mesleğin onurunu koruyarak sürdürmeye çalışanların, kadınların, gençlerin, siyasi partilerin ve hukukçuların onların kalemlerini, kameralarını, sözlerini ne kadar taşıyabileceğini, canlı tutabileceğini göreceğiz.