Reyhan Hacıoğlu
Urfa’nın peygamberler şehri olduğu ve yine Balıklı Göl’ün ise rivayete göre; “Balıklı Göl hikâyesinin Babil Hükümdarı Nemrut ile Hz. İbrahim Peygamber arasında geçen olaylar sonucunda oluştuğuna inanılır. Putperestlik ile mücadele eden Hz. İbrahim, üç dinin (İslamiyet, Musevilik, Hristiyanlık) inandığı bir peygamberdir. Hz. İbrahim yaşadığı kentteki insanlara putlara tapmayı bırakmalarını ve Tanrı’ya inanmalarını söyler. Halkına yaptığı zalimlikler ile tanınan Kral Nemrut’un kızı Zeliha, Hz. İbrahim’e âşıktır ve ona inananlar arasında yer alır. Hz. İbrahim’e düşmanlık besleyen Nemrut, Hz. İbrahim’i küçük bir tepenin üzerine kurduğu mancınıklara (sütunlara) gerdiği halat ile tepenin aşağısında yanan ateşe fırlatır. Hz. İbrahim’in atıldığı yerdeki ateşin göle, ateşte yanan odunlarınsa balıklara dönüştüğüne inanılır. Hz. İbrahim’in arkasından ağlayan Nemrut’un kızı Zeliha’nın gözyaşlarından ise Balıklı Göl’ün hemen yanında bir göl daha oluşur. Bu gölün ismi, Zeliha’nın gözü anlamına gelen Ayn Zeliha” olduğu söylenir.
Aksini daha söyleyen olmadı ya da bu iddiada bulunup “çarpılan”. O yüzden “mecbur” inanacağız biz de. Mekânlar, şehirler, mimariler bazı durumları meşrulaştırmak için kullanılan birer sembole dönüşür zamanla. HAKİKATİN öz’den öte bir sembole ihtiyacı yoktur ama iktidarların, ideolojilerin, dinin, sistemin gibi gibi bilumum akıl zararlısı ne varsa hepsinin bir sembole ihtiyacı vardır. Misal hanlar, hamamlar, kaç yüz odalı Saray’lar, piramitler, dev kuleler, aşılmaz yollar, paralar, sikkeler, geçit vermez kaleler neden bu kadar çoktur, hiç düşündünüz mü? Tövbe, haram!
Vi’ye göre ise; “Binalar semboldür, yok etmenin bir sembolü. Sembollere insanlar güç verir, tek başına semboller anlamsızdır, ama yeterli sayıda insanla, binaları(sembolleri) havaya uçurmak dünyayı değiştirir” diyor. Aslında, sen ey “küçük adam” sen bu kadar küçük olmasaydın karşındaki bu kadar “büyük” olmazdı diyor. Ve diyor çok anlam yüklenilen faşizmin sembollerini yıkman lazım, ama öncesi kafanda. Yani, yani öyle diyor çok Ortadoğulu tarzında açmasa da demek istediğini ben anladım.
Ve işte bu çok anlam yüklenilen mimarilerden insan beklentiye girer. Misal Adalet Saray’ları. Hiç düşündünüz mü, adalet dağıtsaydı şayet saray da mı yapılırdı bu iş diye! Adı bile bir ötekileştirme, bir üst sınıf hitabı. Ki ondandır ne gören ne duyan var adalet dağıttığını. Yine gözü körmüş kadın heykelin, bence o görmemek için kapattı gözlerini! Terazisi de varmış. İsa’nın da asası vardı ne olmuş. Hem Hristiyanlık da yer altı diniydi ilk zamanlar. Yoksullar ve ezilmişlerin örgütlenmesiydi aslında. Sonra ne oldu; İngiliz kralı başka bir kadınla evlenmek için yeni bir din uydurdu. Neyse sanki konudan saptım!
Bir kadın 300 güne yakındır “Adalet Saray”ının önünde adalet arıyor ve hakikaten de ağlamaktan gözleri kör olacak… Ona bu acıları çektirenler her gün pencereden onu görüyorlar aslında. Bir sembolse Emine ana benim için bir adalet sembolümdür. Etiyle, canıyla direnmenin vücut bulmuş hali. Onun ki bir vicdan eylemi aslında lakin vicdanı olana!
Eğer mekânlara ruh veren insanların gözü kör, vicdanı kilitli ise nedir ki Çin Seddi, hiçbir adalet duygusu insanı geçip de insana işlemez! Althusser devletin ideolojik aygıtları der; ona göre rıza ve zora dayananlar var. Ve cezaevleri bunlardan biridir. Diyor ki devlet de; dostum ya benim dediğim gibi olursun ya da seni “uslandırmak” zorundayım. Tabi bu kadar dostça olmayabiliyor hitabı. Zira devlet bu, ağırdır. Topla gelir tüfekle çıkar evden. Çıkarken de illa “incitecek” birilerini! Yıllarca bunu denedi.
Şuanda milyonlarca insan var cezaevlerinde, siyasiler, hastalar… Sadece küçük bir ayrıntıyı kaçırdı devlet denilen canavar ve o da cezaevleri kurulalı beri onu uğraştırıyor. Direnmeyi seçen birini “uslandırmak” mümkün değildir. Bunu kaçırıyor. 30 yıl yatırıyor sonra diyor; pişman mısın? He ca’nımm ele pişmanın ele pişmanın anlatamam, 30 sene diyorum ne safmışım da yatmışım! Hayır, bunu soran akıl cahil de bunu sorduran sistem nasıl bir beyin fukarası. Pişman olsa 30 yıl bekler mi! Ve bir diğeri de öldürem de bari çıkartam olmadı çıkartam da ölsün diyor! Askerlikte mantık aramayın denir, tabi ben kadın “kısmısı” olduğum için hiç aramam da. Bence devletten de, komple faşizmden de mantık aranmaz! Mantık olsaydı adı bilim olurdu faşizm de olmazdı sanırım!
Onlarca ağır hasta tutsak var ve hemen her ay bir ölüm gerçekleşiyor. Ne müthiş çıldırmak bir devlet için; öldürdükçe çoğalıyorlar tanrım!!! “Uslandırmak” için aldıkları “içerde” ölümü göze alıyor… Tarih tam da böyle bir şey, “Organik Aydın” diye bir şey var, meraklısına; yani diyor sistemin aydını sana senin için iyi olanı anlatmaz gözüm, o sistem için ne iyiyse onu anlatır. O yüzden kendi aydınını yetiştir ki sana ihtiyacın olanı versin… İşte tarihi doğru kavramak için tiranların değil halklarınkine bakmak lazım. Uzun bir hikâyedir, düz müdür, çizgisel midir, yan mıdır diye. Ben düz kontak bir zekâya sahibim. Sadece biliyorum ki onlar istediği kadar yok etmeye çalışsın; Halklar kendi kaderlerini tayin edecek gücü buldular artık. Ne birine kurban edecek bir genç ne hesabı sorulmayacak bir ölüm var artık.
“Acısı derin bedeli ağır” bu sözü ilk duyduğumda irkilmiştim. Ve tam da Taybet ananın acısı yaşanıyordu bu coğrafyada. Unutmak mı? ASLA… Ne sokak ortasında Taybet ana, ne Miray ne Hacı… Değil 6 yıl binlerce yıl geçse de. Sonra sandılar ki unutur bu halk, bu halklar ve dahi mecalleri dahi yok dediler bir daha toplanmaya. Anaaammm sen hasta hasta kalk git bir de halay çek! Olacak iş mi. Oldu valla. Gelmez dediler geldiler de salonu doldular, “Buradayız” dediler de. Kürtler direnir hep direnir, dostları da yoldaşları da. Var bir “pislik ve piçlik” aklımda o güne dair ama uygun zaman ve zeminde hakkımı kullanıcam.
Şimdilik keyfini çıkarmak lazım, anamm adam bir çıldır sen salonu görünce. “Bayan bayan bir poliçe kes de aklım başıma gelsin. Yazıcına kurban, o ses var ya beni bir rahatlatıyor” demiş. Rivayet odur ki o gece “küçük prens” bütün ülkeyi Katar’lılara satmış, sabaha kadar da poliçe kesmiş.
Ben Taybet anayı tanımam lakin yerde kaç gün yattıysa ben tam o kadar gece onu düşündüm. 7 GÜN TAMI TAMINA 7 GÜN, o orda yattı ben evimde yatamadım! Şimdi diyor helalleşelim. Önce bir hesaplaşalım da “bremın” helallik kolay iş. Bunca acı yaşattığınız bir halkla önce yüzleşmek lazım, “bu devlet size ne etti” diyordu bir atarlı, pardon apoletli. Sonra dünya âlem gördü ne ettiğini. BM arşivlerinde Cizre’den giden kemikler durdukça, Sur’un yerle bir edilen sokaklarında çıkarılan çocukların kameralar önünde soydurulduğu görüntüler durdukça, yakılan evler, yıktırılan mezarlar, kaldırımı gömülen değerler verilmedikçe… Çok var da, sanki bunlar kafi! Bizlere kargo ile hediye değil ölüler geldi “bayım” siz bilmezsiniz tabi! Ondandır çocukların gözlerindeki öfkeleri…
“Kadınlar toptan anlamaz” diyorlar bir de “ekonomiden” de ne dersiniz bilmem! Edebiyat yapmalıymış. Çiçek seviyoruz diye bizi camdan şeker sandılar ya yıllarca! Hayır, çok yüklenince de eririz sandılar! Yanıldınız “bayım”! Dağlarda ve zindanlarda, meydanlarda ve fabrikalarda en iyi bizler de direndik! Erkekliğin inşa edildiği bir mimari var mı? Varsa lütfeniz ilk onları yıkalım sonra yola devam edelim. Ben çok yakın bir tarihte bir dağa çarptım! Ölmedim lakin nasılım da bilmem! Sandım ki yıllardır inşa edemediğim güvenin altında sadece ama sadece ben kalıyorum. Hiç yaşamayın dilerim; Ben çok yakın bir tarihte sevdiğim bir çocuğun bir canavara, bir kadın katiline dönüştüğünü gördüm!
Ben aslında duygusal bir kadınım Müzeyyen, bakma “kabalaştığıma” şiir bile okurum ve hatta edebiyat da yaparım arada. Lakin “çok duygusal” yazıyorsun diyorlar. O yüzden alınmıyorum da arada sürpriz yapıyorum diyelim. Ve kanatları var diye bütün kuşlar uçuyor sanıyorlar ya, ne müthiş yanılgı!