Ruşen Seydaoğlu
“Kabul, Lu-Ninurta kızı Nin-dada’nın kocası öldürülmüştür (ama) kadın öldürülmesini gerektirecek ne yaptı (?) ki?”[i]
Sokağa çıktığımız için mi politikleştik yoksa ev içinde, aile içinde yaşananların dayanılmazlığı yüzünden mi sokaklara çıktık? Yaşadığımız yerler çitlerle, duvarlarla çevrilmeseydi ele avuca sığmazlığımız yine sürer miydi?
Öyle veya böyle itirazlarımızın sonu her defasında bu salonlara vardı. Gökte olup biteni anlamayalım diye yerde olup bitenle meşgul etmeye; topraktaki cevhere dokunmayalım diye betona hapsetmeye; yaşamı değiştirmemizden korktukları için yaşamdan koparmaya çalıştıkları anda cadı kazanları, engizisyonlar, meydanlar, bazilikalar, aile meclisleri ve fazlası devreye girdi. Formu ve dönemi ne olursa olsun bizi hiç ihmal etmediler.
Tam da bunu fark ettiğimiz için dava takibi, kadın hareketlerinin artık yerleşik bir eylemi-işi haline geldi. Tıpkı diğer özel alanlarda yaşadıklarımız gibi bu dört duvar arasında olup bitenler de son derece özeldi. İktidarların yargısı oracıkta kadınlara dersini veriyor, dosyayı kapatıp sıradakine geçiyordu. Kadınların geriye kalan hayatlarının nasıl olacağı sessiz sedasız çözülüyordu(!) Ama uzun sürmedi.
Öldürülen kadınların, ölümüne intihar süsü verilen kadınların, hayatta kalmak için öldürmek zorunda kalan kadınların, direnenlerin ve direndiği için yargılananların “davası” politik bir müdahale olarak diğer tüm kadınların davasına dönüştü. Doğal yollarla ölmenin neredeyse tesadüf haline gelişi, hemen her kadın ölümünün şüpheli bir ölüm olma ihtimali bu davaların da takibini kadın mücadelesine dahil etti.
Dışarıdaki erkek egemenliği tüm fiziksel ve mental koşullarıyla o duruşma salonlarının da harcına katılmıştı. Erkekliğin her hali kendini bu salonlarda da gerçekleştiriyordu. İddialar, deliller ve hükümler kadının ne olursa olsun suçlu olduğu üzerineydi. Ev içi şiddet, erkek ağzında tuzdan sebep, yargıyı temsil edenlerin dilinde ise eş olmaktan kaynaklanan vazifenin ihmali-sonucu oluyordu. Pek tabii herkes yerini bilecekti. Kıskançlık yapıyor diye erkek terk edilir miydi? Tüm gün “dışarıdaki işi” sebebiyle yorulan erkeğin önüne bir tabak yemek koymayan, “içerideki işini” layıkıyla yapmayan kadın mı olurdu? Hele nikahlı değilse insan sayılmaya şükretmeliydi. Başlarındaki örtüyle ya da yarı çıplak halleriyle sokaklardaki kadınlara ne demeliydi? Devlete karşı durmak da neyin nesiydi? Eşitlikten, özgürlükten, haktan bahseden, biz şu yönetme işini erkeklerle eşit yürütelim diyen, geceleri de meydanları da isteyen affedersiniz kadınlar(!) yargılanmayacaklardı da ne olacaktı?
Yargıladılar. Erkekler sanıkken bile ilk önce kadınları yargıladılar.
Derken sesler yükselmeye başladı. Kadınlar Ayşe Paşalı için, Çilem Doğan için, Yasemin Çakal için, Nevin Yıldırım için, Şule Çet için adalet istediler. Kaybedildiğinden bu yana neredeyse iki yıl geçen Gülistan Doku nerede diye sormaya devam ettiler. Adalet arayışında 200 günü deviren Emine Şenyaşar’ın talebine ortak oldular. Kadınlar biricikti ve örnekler münferit değildi. Her kadın her an şiddet riskiyle yaşarken bu isimler yollarımızın kesiştikleri oldu. Bu yüzden üstü kapatılan, kader denilen, kadın olmakla izah edilen deneyimlerne kadar politikse kadınların yargının cinsiyetçiliğine karşı mücadeleleri de o kadar politikti. Duruşma salonları aile, hakimler de kararı verecek baba değildi, öyle işlese de değildi. Nasıl ki kadınlar aileye kol kırılır yen içinde kalmaz dediyse duruşma salonlarında olup bitenlere de öyle cevap verdiler.
Hapsolmadan evvel sokakta, sonrasında ise duruşma salonlarında kadınlara biçilen cinsiyetçi rolleri reddeden üstüne bir de yargılananı değiştiren, yargılayan olan kadınların davalarını Çilemin, Şulenin, Gülistanın davasından ayıracak değildik ya. Hem de yargılayan zihniyet aynıyken. Sebahat Tuncel, Gültan Kışanak, Aysel Tuğluk, Ayşe Gökkan ve diğer politikacılar… Onların verdikleri mücadele de hayatta kalma, yaşayabilme mücadelesiydi ama o hayatı kadınlar kendi iradeleriyle kursun istediler. Başkalarının kendilerine reva gördükleri hayatta kalmaktan fazlasına talip oldular. Talip olmakla da yetinmediler. Duruşma salonlarında her defasında bu talebin politikasını ürettiler.
Yani uzun zamandır ölen, kalan ve direnen olarak öznesiyiz bu mekânın. Savunmada, izleyici bölümünde, kürsünün sağında veya solunda, en çok da iki jandarmanın arasında-ayakta, mekânın akışkan zemininde yerleri hızlıca değişenleriz. Ama söylediği ısrarla değişmeyeniz. Duruşma salonlarındaki yerimizin ne sorgulandığımızı ne yargılandığımızı değiştirmediğinin farkında olanlarız. Bu yüzden kadın dayanışması, varlığına saldıran bu mekânda da örgütlenerek kendini sürdürüyor. Yasaları da zihniyeti de bu örgütlülükle değiştiriyor.
Ancak sadece dayanışma arzusu değil bu. Sonuç ne olursa olsun deyip yan yana olmaktan fazlası. Tam da sonucu değiştirmek için mekânların kim tarafından, nasıl kurgulandığına itiraz. Karşı politika ile mekânı yeniden kurma girişimi.
[i]Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer’de Başlar Yazılı Tarihteki Otuzdokuz İlk içinde “İlk Mahkeme Kararı”, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 82.