Politik bir ufuk olarak insan hakları mücadelesi ve konuşabilmek

Politik bir ufuk olarak insan hakları mücadelesi ve konuşabilmek

Mehmet Nuri Özdemir

İnsan hakları haftasındayız ve dün iki Kürt kadın katledildi; biri hapishaneye kapatılan bir siyasetçiydi, diğeri KHK ile işinden ihraç edilen ve sivil ölüme mahkum edilen bir sağlık emekçisiydi. İkisine yaşatılan çirkin şiddet onların şahsında tüm onurlu insanlara uygulandı ama en çok ailelerine ve Kürtlere. Kalem oynatılamayacak meselelerin artması insanı çok yoruyor; lakin bu yorgunluk bizlere dayatılan zulmü kabullenmek anlamına da gelmiyor.

İnsan hakları deyince Kürtlerin aklına ilk gelen isim Vedat Aydın’dır. Vedat Aydın insan hakları mücadelesinden gelen bir Kürt siyasetçisiydi; yazıya onun şahsında bu mücadeleye omuz verip katledilen veya yaşamını yitiren insanları anmadan başlamak olmazdı. Bundan sonra insan hakları haftasında katledilen Garibe ve Evin de Vedat Aydın ile birlikte anılacak. Nasıl da büyüyoruz ama! Kuşkusuz toplumun aydınlanmasında her türlü riski göze alan ve bunu canıyla ödeyen insanlar sadece bir gün değil her gün anılmayı hak ediyor.

İnsan hakları mücadelesinde çarpıtılan hakikatin peşinden giden ve hakikati düzeltmeye çalışan bir avuç onurlu insanın mücadelesi, bugün, hem kolektif haklar hem de bireysel haklar bağlamında mücadele edenlere önemli bir hafıza, devasa bir miras bıraktı. Elbette tüm zorluklara rağmen hala bu mücadeleyi sürdürmek için insanüstü bir direnç gösteren insan hakları savunucuları, Vedat’ın dostları ve yoldaşları, bu mirası omuzlamaya devam ediyor.

Bugün insan hakları mücadelesine baktığımızda eskiye oranla hem teorisine hem pratiğine hakim olan bir çok insanın olduğunu görüyoruz. Son zamanlarda hafıza üzerine yapılan çalışmalar ve üçüncü kuşak insan hakları konusundaki gelişmelerle birlikte insan hakları meselesi akademi çalışmalarında da eskiye oranla daha fazla görünür olmaya başladı. İnsan hakları mücadele alanı, hem büyüdü ve hem de büyürken kurumsallaşmayı da başardı. Muhtemelen bizim bilmediğimiz onlarca deneyim, okuyamadığımız yüzlerce kaynak ve bolca rapor vardır. Bu yüzden bu yazı insan hakları bağlamında irdeleyeceği mikro mesellerde bazı esikliklere düşebilir.

Temel insani değerlerin ayaklar altına alındığı bugünlerde insan hakları mücadelesi birçok boyutuyla yeniden değerlendirilmeyi hak ediyor. Özellikle insan hakları odaklı mücadele yöntemlerini, mücadelenin dilini ve odaklanacağı sorun biçimlerini, hikayenin başındaki amaç ve ilkeler refakatinde ara ara hatırlamakta fayda var.

İnsan hakları mücadelesi, batı merkezli bir patente sahip olsa da sadece burayla sınırlı bir hak kümesi değil; her toplum tarihin başından bu yana kendine has insani değerlere sahiptir ve bu değerler ihlal edildiğinde kendi hukuku içerisinde faile belli bir yaptırım uygular. Toplumların yerel ahlakı, vicdanı ve insana biçilen haysiyet ile evrensel insan hakları arasındaki ilişki niteliğinin bu anlamda önemli olduğunu düşünüyorum. İnsan hakları mücadelesi statik bir mücadele değildir; dolayısıyla değişen çağın koşullarına göre kendini her yenilediğinde yerelin toplumsal vicdanını da referans alabilmelidir. Bunu yapmadığında güçlünün hegemonyasına dönüşebilir.

İnsan hakları mücadelesi bilinçli yurttaş yaratma mücadelesidir.

İnsan hakları mücadelesi hem toplumsal bir mücadele hem de sağlıklı sonuçlar alınabilmesi ve ihlallerin azami düzeye indirilebilmesi için de bir yurttaşlık mücadelesi olarak tanımlanabilir. Haklara yönelik güçlü bir kültürün varlığı toplumun politikleşmesi ve demokratikleşmesinin ön koşuludur. Onun için kamusal ve toplumsal yaşamın her alanında insan haklarına ve hak ihlallerine yönelik yurttaş bilincinin oluşması çok kıymetlidir, hatta bu “bilinç oluşumu” zorunludur diyebiliriz.

İnsan hakları konusundaki bilinçlendirme zorunluluğu, politik mücadele ile insan hakları mücadelesinin ne kadar iç içe olduğunu da gösteriyor. Kuşkusuz gelişen bir toplum, kendine değer veren ve haklarını bilen bilinçli yurttaşlarla mümkün olabilir. Dolayısıyla insan hakları mücadelesi sadece derneklerin veya belli insanların sırtına bırakılacak kadar basit bir uğraş değildir.

İnsan hakları mücadelesi nereye doğru?

İnsan hakları mücadelesinde değişen bazı durumlara dikkat çekmek gerekirse, mücadelenin doksanlı yıllara oranla sahayla daha mesafeli, yapılan başvurularla hazırlanan “raporlara” indirgendiğini görebiliyoruz. Bir diğer sorun, insan hakları mücadelesinin son zamanlarda politika ile arasına mesafe koymaya başlamasıdır. Sahadan ve politikadan uzaklaşarak raporlara indirgenen çalışmalar, insan hakları mücadelesinin içini boşaltıyor; ruhsuz ve tepkisiz bir faaliyete dönüştürüyor. Oysa her insan hakkı ihlali kuşku bırakmayacak şekilde politiktir; çünkü ihlali gerçekleştiren her fail (kurum, şirket, devlet ve erkek) sırtını bir güce dayayarak ihlali gerçekleştiriyor. Dolayısıyla her ihlal genel bir hiyerarşinin uzantısıdır.

İnsanlık tarihi boyunca güçlü olan her zaman zayıf olanın hakkını ihlal etmiştir. Tarihte bir kölenin efendinin haklarını ihlal ettiği görülmemiştir; bu yüzden efendinin varlığı insanın köle olarak kalmasına bağlıdır. Bu nedenle ihlallerin tümünün arkasında bir efendi vardır; ve efendilerin içinde olduğu her denklem politiktir. İnsan hakları mücadelesi bu yönüyle ezilenin yaşadığı politik hikayeyle bir yakınlık göstermek zorundadır. Egemen ile ezilen arasında muhteşem bir eşitlik varmış gibi çalışmaların sürdürülmesi ihalelerin maniple edilmesine aracılık eder. Bu gerçeklikten hareketle insan hakları mücadelesinin ezilenden yana ve ezilenin gasp edilen politik haklarıyla daha çok bağını kurarak yapılması gerektiğini söylemek gerekiyor.

Negatif yönlü bu değişimler, Avrupa’daki insan hakları merkezinin liberal karakterinin yerellere yansımasının sonuçları olarak okunabilir. Yığınla insan hakkı ihlalinin olduğu bir dönemde böyle bir değişimin yaşanması bir çok ihlalin gözardı edilmesine neden olurken belki de en tehlikelisi toplumun insan hakları mücadelesine olan inancının zayıflamaya başlamasıdır. Bu bölümle ilgili son olarak ekleyebileceğimiz büyük eksiklik, siyaset kurumunun eskiye oranla insan hakları mücadelesinde toplanan verileri yeterince politika haline getirmemesidir. Eğer insan hakları mücadelesi politik bir mücadele ise politikanın acil görevi insan hakları ihlallerini durdurabilecek acil politikalar icra etmek olmalı.

Uluslararası insan hakları kurum ve heyetlerin objektiflik zırvalığı, sahada çalışma yapan kesimleri tarafsız olma kaygısı doğrultusunda şekillendiriyor olabilir; bu da ihlallerin politik kısmının kırpılmasına ve raporlara indirgenmesine neden oluyor. Oysa hak ihlali mücadelesi veren dinamikler uluslararası heyetlerin belirlediği istikametin dışına çıkarak, sahaya yaptıkları çalışmaları halka ve kamuoyuna sunacakları raporlarla toplumsal bilincin oluşmasını hedeflemeleri daha objektif ve daha ahlaki bir çalışma olacaktır. Çünkü birçok meselede olduğu gibi yerinden ve yerelden buluşmalarla toplumsal öz bilincin güçlenmesinin hedeflenmesi, ihlallerin önünü alabilecek en güçlü bariyerdir.

İnsan hakları mücadelesini eksiklikleri ve aksaklıklarına rağmen muazzam bir dirençle yürütenlerin dışında maalesef sulandıran bir zihniyet de zaman içinde gelişti. Buraya girmeyeceğim ama yazının kalan bu kısmında büyük bir risk olarak gördüğüm ve “insan hakları mücadelesinde mahalle baskısı” olarak tanımlanabilecek, içerden gelişen bir duruma dikkat çekmek istiyorum.

İnsan hakları mücadelesinde mahalle baskısı

Bu bölümde konforlu yerlerden konuştuklarına inandığım belli bir kesimin, insan hakları ihlallerinin pik yaptığı dönemlerde insanların yaşadıkları mağduriyeti direniş ile bağlantısını kurarken düştükleri eksikliğe dikkat çekmeye çalışacağım. Bu kesimler direnişi ve mağduriyeti birbirinin karşısına konumlandırarak sanki birbirine zıt şeylermiş gibi bir algıya neden oldular; bir taraftan direnişi överken diğer taraftan mağduriyeti itibarsızlaştıran analizleri pompaladılar. Böylece direniş ile mağduriyetin iç içe geçen ve birbirini besleyen bağlantıları, bu kesimin analizlerinin hegemonlaşmasıyla koparılmaya çalışıldı. İnsanların yaşadıkları mağduriyetleri anlatma biçimlerine , içeriğine, diline, zamanına ve yerine müdahale edilerek mağdurun sözünü kurmasının önüne geçildi; haliyle bu soğuk ve toplum dışı yöntemle mağdurun konuşmasını engellendi; haliyle bu müdahale mağduru egemenin kimi yöntemlerine benzer şekilde susturarak direnişten uzaklaşmasına, içine kapanmasına; ve belki de en trajik olanı bilinçli-bilinçsiz mağduru egemenden merhamet dilemesine kadar giden bir yola aracılık etmiş oldu.

Bu kişilere göre mağdurun anlatım biçimi kişiyi bir direnişçi olmaktan uzaklaştırıyor ve direnişi zayıflatıyor. Direnişin zayıf olmasının en ağır yükünü mağdurun omuzuna bırakan bu müdahalenin sahipleri, muhtemelen oportünizmle aralarındaki mesafenin nasıl daraldığını farkında değiller. Öyle ki çocuğunu kaybeden bir annenin feryadına bile müdahale ederek yer yer bu feryadı “güçsüzlük” olarak nitelendirecek kadar cüretkar davrananları gördük. Bir annenin feryadının toplumsal vicdana temas etmesiyle onlarca direnişin nasıl ortaya çıktığından bihaber olan bu ithal akıl, başka toplumlardan devşirdiği sosyolojik retoriği kendi toplumuna uyarlamaya çalışırken topluma nasıl yabancılaştığının farkında değil.

Salon devrimciliğinden kopup geldiğini düşündüğüm bu perspektifin sahipleri, mağdurların yaşadığı mağduriyetleri gündemleştirmenin makro hak ihlallerinin önünü tıkadığını savundular, onun için insanların yaşadıkları mağduriyetleri dillendirmeleri bir direniş değil direnişe ayak bağı olarak tanımladılar. Maalesef böyle bir algı yaratmayı da başardılar. Bireyler şahsında aslında bir grubu veya bir toplumu silikleştiren ve çok riskli bulduğum bu perspektifin hem Kürtlerin hem de solcuların içinde alıcısı çok fazla.

Bu perspektif hak ihlali yaşayan insanların üzerinde adeta bir “mahalle baskısına” dönüştü. Özellikle son beş yılda hak ihlaline uğrayan binlerce insanın susmasına neden oldu; ve hak ihlaline uğrayan insanların mağduriyetini ve yaşadığı hak ihlallerini anlatmasını engelledi. Bu insanların üzerinde devletin yarattığı engellerden daha büyük engeller yarattı ve mağdurları ikiye böldü. Buna en çok Sur’da evleri yıkılan insanların barınma hakkı odaklı hak arayışı mücadelesinde tanık olmuştum. Bir kesim evlerini bırakıp gitmişken diğer kesim sanki normal bir kentsel dönüşüme karşıymış gibi hakkını arıyordu. Evlerini bırakanlar orada yaşanan çatışmaların yarattığı makro denklemin içinden çıkamadıkları gibi evlerini savunmayı daha basit ve anlamsız bir mücadele olarak görüyorlardı. Diğer kesim ise yıkılan evleri dışında hiçbir şey umurlarında değildi. Evini politikadan bağımsız değerlendiren akıl ile insanların barınma hakkını tamamen makro politikanın içinde eriten akıl birbirine çok benziyordu. Ve bu iki farklı perspektif hakikati parçalayarak görünmez kılıyordu.

Son zamanlarda siyasal alanda HDP’ de aynı zihniyetin kıskacına alınmış durumda. HDP’ye de yaşadığı mağduriyetleri saklama ve bu konuda söz kurmama siyasetsizliği dayatılıyor. On binlerce üyesi tutuklanacak, yargılanacak, sürgün edilecek ve katledilecek; milletvekilliklerinin dokunulmazlığı kaldırılacak, belediyeye kayyımlar atanacak, tüm basın ve medya kuruluşları ambargo uygulayacak; ama HDP mağduriyetinden bahsetmeyecek…. Hadi ordan! demekten başka aklıma bir şey gelmiyor. Bu akıl içerden beslendikçe dışardan da bir başkası “hiçbir şey olmamış gibi” HDP’yi normal koşullar içinde değerlendirecek ve diğer partilerle kıyaslayacak. Bundan daha büyük bir tuzak olamaz.

Sonuç

Hak ihlaline uğrayan ve mağdur edilen kişinin kendisine yapılanın bir suç olduğunu bilmesi, buna itiraz etmesi ve sonuç ne olursa olsun hukuki yollara başvuruyor olması, sıradanlaştırılmaya çalışılan özneyi yeniden irade haline getiren bir aurayı içinde barındırıyor. İhlalin niteliğinden bağımsız olarak söylersek; insanın kişiliğini herhangi bir ihlale karşı koruması, ihlalin yarattığı haysiyetsizliği ve talep ettiği itaati red ederek haklarının peşinden gitmesi evrensel bir öz savunma biçimidir. Her ne adına ve ne için yapılıyorsa yapılsın mağdur olduğunu düşünen bir insanı susturmak; dahası mağduriyetini dillendirdiği için onu ahlaki olarak yıpratmak, yaşanan hak ihlalini daha büyük bir hak ihlaliyle kıyaslayarak kişiyi utanacak pozisyonlara sürüklemek, o kişinin haklarını yeniden ihlal etmektir. İnsanlar ihlalleri anlatırken bile arkadaşları, yakınları tarafından yargılanıyorsa veya olumsuz etiketlerle itham ediliyorsa oradan bir insan hakkı savunusu da doğru bir mücadele hattı da çıkamaz. Böyle bir politik mücadele de yoktur. Çünkü politik mücadeleler hele hele demokratik toplum mücadelesi savaşta ve barışta, çoklu sömürüye karşı farklı mağdurların, hak ihlaline uğrayan farklı insanların sesini kıyaslayarak, birini susturup diğerinin volümünü artırarak değil farklı çıkan sesleri demokratik bir çatı altında örgütleyebildiği oranda demokratik olabilir, politik olabilir, başarıya ulaşabilir.

İnsanların çıkıp hüngür hüngür ağlayarak dertlerini anlatmalarından bahsetmiyorum, ki bu onların en doğal hakları ve kimse bu haklara dokunamaz. Ama hiçbir şey yaşanmamış gibi normalleştiren ve direniş-miş gibi gösterilen ama aslında hakikati maniple eden aklın, insanları hak mücadelesinden ve politikadan soğuttuğunu artık görmek gerekiyor. Bunda ısrar etmek ne politik ne de ahlakidir.

Bu ülkenin başındaki lider bir şiirden dolayı yargılandı diye hala mağduriyetini anlatıp duruyor; bu mağduriyetten bir kahramanlık çıkardı ve hala buradan oy devşirmeye devam ediyor. Ben bundan da bahsetmiyorum. Hakikatin bu tarzla karanlığa mahkum edilmesine itiraz ediyorum. Zira karanlığa sürüklenen hakikate kör kalan her türlü girişim başarısız olacaktır.

Mağduriyetin şekline, biçimine, diline müdahale ederek mağduriyeti şekillendirmek, mağduriyeti standartlaştırılmış bir forma sokmak, mağduriyetin kaynağı olan insan hakkı ihlalini bloke eden bir tutumdur. Hak ihlaline uğradığını düşünen bir insan yaşadığı ihlali, ister sokakta, ister bir kurumda, ister yargı önünde; istediği dilde, istediği kavramlarla, istediği ses tonuyla anlatma hakkına sahiptir; zira kişinin mağduriyetini ve yaşadığı hak ihlalini anlatabilmesinin kendisi bir insan hakkıdır ve bu hakkı engellemek bir insan hakkı ihlalidir.

İnsanlar yaşadıkları hak ihlallerini derneklere, basına ve siyasi partilere anlatma hakkına sahiptir: kurumlar, insan hakları mücadelesini sürdüren kişiler ise mağdurlar üzerinde bu hakkı yargılamak ve mağduru aşağılamakla değil hangi düzeyde olursa olsun o hakları savunmak ve mağduriyetini ortadan kaldırmakla mükelleftir. Eğer işler böyle yürürse insan hakları mücadelesi daha güçlü olabilir, ihlaller de böylece azalabilir.