Prekarya ve baldırı çıplak Kürd

Prekarya ve baldırı çıplak Kürd

Mehmet Nuri Özdemir

Sağıyla soluyla popülist siyaset yoksulları yeniden mi keşfediyor? Yoksa yoksulluk, mevsimlik tarım işçileri gibi mevsimlik hatırlanan bir mesele haline mi geldi? Kuşkusuz bazen iktidarın bazen de muhalefetin yoksullara ihtiyacı oluyor. İhtiyaç anında hatırlanır oldu yoksulluk. Oysa ki ne iktidarlar geldi geçti ama yoksulluk hep aynı kaldı, çünkü hepimiz, bazı insanların zengin bazı insanların yoksul olması gerektiğini çoktan kabullendik, alıştık. E tabi ya , kim temizleyecek sokakları, camları kim, binlerce insana kim yemek yapacak, kim ayaklarımızı ısıtan ayakkabıları yapacak, bizi ısıtan kömürü yerin altından kim çıkaracak, kim ölecek bir avuç azınlığının mutluluğu için? Sistematik bir kısır döngü değil artık yoksulun yaşadıkları, rayına oturmuş ve herkes tarafından onaylanmış barbar bir sistemdir.

Bu yüzden bu gürültü yoksulluğun yeniden keşfi değil; keşfedilen orta sınıfın tedirginliği ve iktidara gelmek isteyen muhalefetin iktidar olma kaygılarıdır; yoksullukla bir yüzleşme ya da yoksulluğu kalıcı olarak çözme gayreti değil yoksulluk odaklı bir pragmatizmdir asıl mesele.

Yoksulluk her zaman vardı. İktidar yoksulluğu yıllarca istismar ettiği gibi şimdi de sıra muhalefette; onun için yoksulların oylarını kapmaya odaklı popülist politikalar havada uçuşuyor. Açıkça söylemek gerekirse Kürt meselesinde iktidar ve muhalefet nasıl benziyorsa yoksullukta da birbirinin kopyası gibi. Yoksulluk Kürt meselesi gibi yönetilen ve rant devşirilen bir sorun. Kürt meselesi yoksulluğu, yoksulluk Kürt meselesini derinleştiriyor.

İkisine de alışmamız isteniliyor. Nasıl ki tıp biliminde bazı hastalıkların ilacı yokmuş gibi davranılıyorsa ya da bazı hastalıklar iyileşmiyormuş gibi bizi ilaca bağımlı hale getirip hastalıklarla birlikte yaşamayı dayatıyorsa; yoksullukla, Kürt meselesiyle, kadın cinayetleriyle ve doğa talanıyla birlikte de yaşamaya alıştırılıyoruz; kalıcı çözüm yerine her gün birer aspirin alarak sorunlarla birlikte yaşamayı öğreniyoruz. Bize yaşatılan aslında bir illüzyon; ne varız ne de yokuz.

Prekaryalaşma

Modern işçi sınıfının işyerinde yaşadığı emek ve sermaye çelişkisine bugün onlarca çelişki eşlik ediyor. Sanayi devriminin başında yapılan analizler mevcut durumu anlamak için yeterli değil.

Mevcut işçi sınıfı dünya genelinde üretimden gelen gücünü kullanmadığı gibi elindeki işi kaybetmemek için gittikçe uysallaştı. Çünkü dışarda onun işini elinden almak için bekletilen ve emeğini daha ucuza satacak olan işsiz ordusu bekletiliyor. Nasıl bu hale geldi? Bu soru evrensel bir soru ve her cevabı direnişle örülmesi gereken bir soru.

Değişen emek kompozisyonu üzerine yapılan zihin açıcı analizler var; lakin kimsenin bunları değerlendirecek vakti yok. Sendikalar eskisi kadar güçlü değil, işçi sınıfı tedirgin ve barbar bir üretim sisteminin parçası haline getirildi; işsizler ise büyük kırılma ve isteksizlik içinde. Güvencesiz, işsiz, ötekileştirmiş, kırılmış ve tehlikeli görülen bir emek ordusu bekletiliyor. Buna son zamanlarda “prekarya” diyoruz.

Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, daha 2007 yılında prekaryalaşmanın bugün her yerde olduğunu ve dünyanın prekaryalaştığını söylüyordu.(1)

Prekaryalaşma bana göre toplumun ahlaki, siyasi ve ekonomik olarak yoksullaşmasıdır. Prekaryalaşma ile birlikte mülteciler, işsizler, güvencesizler devasa bir yoksulluğun içine sürüklendi. Bourdıeu, Prekaryalaşmayı “çalışanları boyun eğmeye ve sömürüyü kabullenmeye zorlayacak genel ve sürekli bir güvencesizlik durumunun tesisini amaçlayan yeni türden bir hakimiyet biçimi” olarak tanımlıyor; ve prekaryalaşma için “esnek sömürü” kavramını öneriyor. Ona göre bu tamlama, “güvencesizliğin rasyonel idaresini” iyi ifade ediyor. Bu güvencesizlik örgütlü ülkelerin çalışanları ile az gelişmiş ülkelerin çalışan nüfusu arasında rekabet oluşturarak itaat ve boyun eğmeyi sağlıyor.

Bir prekaryanın zaman ve mekanla olan tüm ilişkileri bozuluyor. Bu değişim prekaryalaşmaya maruz kalan kişiyi derinden etkileyerek geleceğini bulanıklaştırıyor ve rasyonel bir gelecek beklentisi ortadan kalkıyor; dahası, kitlesel bir biçimde baş kaldırmak için gereken inanç ve umut imha ediliyor.

Bourdieu, prekaryalaşmanın bir uysallık durumu ürettiğini söylüyor ve bu uysallığın arka planındaki iktisadi ve siyasi rejimin konsensüsüne dikkat çekiyor. İşsizler ve prekaryalaşmış çalışanların geleceğe yönelme yetenekleri yara aldığından harekete geçmelerinin son derece zorlaştığını söylüyor. Esnek sömürü düzeniyle ya da yukarıda bahsedilen siyasi rejimle baş etmek için

Bourdieu siyasi bir mücadele öneriyor. Ona göre öncelikle sömürü kurbanlarını, bugünün ve yarının yıkıcı etkilerine karşı korumak için dayanışmanın zorunlu olduğunu; özetle zorluklara dayanmaları, tutunmaları, haysiyetlerini korumaları; kişiliklerinin parçalanması, öz saygılarını yıpranmasının önüne geçmek ve yabancılaşmaya karşı direnmelerini sarmaşmak için bir ön müdahalenin zorunluluğunu vurguluyor.

Hem Bourdieu’nün hem diğer analistlerin Prekaryalaşma analizleri kahir ekseriyetle kapitalist kent düzenin içinde ve ona maruz kalan şehirli toplumların diplomalı işsizliğini önceliyor ve sanki bu yoksulluk biçimi yeni bir şeymiş gibi analizler yapılıyor. Mevcut durum ve yapılan analizler baldırı çıplak dediğimiz en alt tabakadaki yoksulların asırlardır yaşadığı sömürüyü perdeliyor gibi; dahası Kapitalizmin tehlikeli sınıfları olarak tarif edilen işsiz kent kitlelerinin dışında kalan, gettoların diplomasız baldırı çıplaklarının yaşadığı sömürünün ihmal edildiği hissini yaratıyor. Oysa dünya prekaryalaşırken sömürünün hem sınıfsal hem de ulusal olduğu coğrafyaların gettolarında yaşayan baldırı çıplaklar ultra bir prekaryalaşma süreci yaşıyor. En altta yaşayan bu kesimi Prekarya yerine “baldırı çıplak” olarak tanımlamak daha anlamlı geliyor.

Baldırı çıplaklar diğer kesimler gibi depresyona girmezler, ama her zaman isyan halindeler. Onlarla aidiyet duygusu taşıyan diğer kesimler bile baldırı çıplakları çoğu zaman tehlikeli ve suçlu olarak görüyor; kendi cemaatleri içinde bile “işsiz, hırsız, bağımlı madde kullanıcısı” gibi tabirlerle etiketleniyorlar. Oysa belli bir siyasi fikir veya ideolojiyle birlikte irdelendiğinde, baldırı çıplakların yoksulluğa rağmen hem irade bakımından hem de aidiyet duyguları açısından sanıldığı gibi güçsüz olmadıkları, tersine kolay kolay sarsılmayacak bir iradeye sahip oldukları görülüyor; baldırı çıplak Kürtler buna en iyi örnektir.

Kürt Prekaryası: Baldırı Çıplak Kürd

Yazının bu kısmında işçileşmiş Kürtlerin, diplomasız genç ve işsiz Kürtlerin dışında kalan başka bir kategoriye, baldırı çıplak Kürtlere çubuğu kırarak buradaki hakikati kısmen özetlemeye çalışacağım.

Baldırı çıplak Kürd diplomasız, tarihsiz ultra prekaryadır, ezilenin ezilenidir; köyde topraksız köylü, mahallede evsiz ve işsizdir, şehirde ise kent yoksuludur; fabrikada çalışan işçi değil, fabrika işçisinin mevsimlik hizmetini görür. Kapitalist düzenin çarkına karşı eskiden kendini daha iyi koruyan baldırı çıplak Kürt, kent düzeni ile birlikte şimdi daha savunmasız durumdadır ama iradesiz değildir. Onun iradesi, ihale peşinden koşuşturan binlerce ihaleciden, bir mevki kazanmak için diz çöken sayısız insanın iradesinden daha güçlüdür. Bu irade yoksulluğa çözüm olmasa da onu ayakta tutan dirençtir; bu direnç gücünü baldırı çıplakların kesintisiz iyimserliğinden ve bükülmeyen umudundan almaktadır. Bu dirence gücünü veren öz iyimserlik ve öz umuttur, başka bir yerden değil direk kendindedir kökleri.

Baldırı çıplakların derdi daha iyi bir asgari ücret almak değil daha onurlu bir yaşamdır; zira asgari ücretle çalıştığı bir işi yoktur. Asgari ücretli bir işe sahip olmak baldırı çıplak için sınıf atlamak gibi bir şeydir.

Baldırı çıplak Kürd, halkına ihanet etmediği için barınma ve beslenme hakkı bile kriminalleştirilen ve son kertede köyünden, evinden ve ekmeğinden vazgeçmiş ama onurundan taviz vermemiş olan Kürttür. Baldırı çıplak Kürt, Sur’da evsiz kalan Kürttür, Kürtlerin onurunu kurtarma adına hayatını ortaya koyan gencecik çocuklarını cezaevinde ziyaret etmek için cebinde beş kuruş olmayan Kürttür.

Baldırı çıplak Kürt ve Parti

Baldırı çıplağın siyasetle ilişkisi de kendine hastır. Sempati beslediği siyasi partinin ismini pek dillendirmezler. Sempati duydukları parti sürekli kapatıldığı için onlar da tedbirlerini bu şekilde almışlar ve oy verdikleri siyasi partiye sadece “Parti” diyorlar. “Ben partiye gidiyorum, parti bu konuda haklıdır, partinin boş kalmaması lazımdır” derler. Oyunuzu kime vereceksiniz sorusuna da genellikle “kendime” diyerek parti ile bütünleşmiş olurlar. Sık kullandıkları “Parti ve kendime” kavramlarında yaratıcı bir ironi söz konusu olsa da aslında bu kavramsallaştırmalar bir siyasal kuramın vazgeçilmez siyasal aletleridir. Onlar için “Parti ve kendime” kavramları geniş bir aidiyet repertuarını ve derin bir anlam dünyasını içinde barındırmaktadır.

“Parti” baldırı çıplak Kürtlerin omzunda yükselmiştir. Demokratik Kürt siyaseti doksanlı yıllarda köy meydanlarında yan yana yere dizilerek askerlerin potinleri altında ezilen ve ah! bile demeyen yoksul ve topraksız köylülerin ve zorunlu göçle baldırı çıplak statüsü kazanmış olan yoksul Kürtlerin omzunda yükselmiştir.

Demokratik Kürt siyaseti, kırsaldan göçle gelip büyük metropollerin soğuk ve nemli bodrumlarında günde 12 saat çalışarak 4 saat yol gidip, 3-5 saat uykuyla ayakta kalan ve tek tatil gününde kendini bir şekilde partiye atan baldırı çıplak Kürdün sadakatiyle bugüne geldi. Bu gelenek cebinde çay parası bile olmayan ve günlerce seçim çalışmasını yürütüp partinin bir kuruşunu almaya tenezzül etmeyen fedakar insanların emeği ile yol gidebildi.

Parti, “hiçbir şeyim yok ama oyum var, onu da partiye vereceğim” diyen baldırı çıplağın çelişkisiz yüreğindedir. “Elimden bir şey gelmiyor ama oyumu partiye vereceğim” diyen sade ve dürüst Kürdün samimi sevgisinin taşıyıcıdır Parti. “Hata yapıyorlar bazen, ama yine de en iyisi Onlar!” diyen Kürdün adil dünyasının baş köşesindedir. “Evim yıkıldı, kimse bana sahip çıkmadı, avukat tutamadım, dava açacak param yoktu ama Parti de benim gibi yoksul” diyerek yoksulluğunu ve çaresizliğini parti ile eşitleyen kendini geleneksel parti yoksulluğunda unutan insanların dünyasının derinliklerinde bir yerdedir Parti.

Birçok şey sayabiliriz. Bitmeyen savaşların, yarım kalmış barışların, gömülmeyen çocukların yükünü taşıyor parti. Bu yükün hakkını vermeli. Sokak sokak baldırı çıplaklara dokunabilmeli Parti. Kendimi bildim bileli bu geleneğe oy verenler genellikle baldırı çıplak, ama onurlu, ama kararlı ve duyarlı Kürtlerdi. En zor zamanlarda parti binalarını terk etmeyen bu kitledir.

Kentleşmenin ve nüfusun büyümesiyle ve demokratik direnişlerin sonuç almasıyla büyüyen parti sosyolojisi ile kadro ve yöneticileri arasında makas açıldı. Kendi sosyolojisi ile temas kurmakta zorlandığı zamanlar oldu. Düzen partileri ile kıyaslarsak halka en çok giden, partidir; ama her kıyas hakikate giden yolu açmaz. Parti, kendisini başkalarıyla değil sadece kendi pratikleriyle kıyasladığı sürece özgün ve orijinal kalabilir.

Parti büyüdükçe partinin içinde siyaset yapan kişilerin amaçları değişebilir. Ancak halka göre yolculuk bitmiş değildir, gevşemenin ve ilklerden taviz vermenin zamanı hiç değil. Her partili sınıfsal konumu, mesleği, aşireti veya kariyeri her neyse partinin omzunda yükseldiği bu kederli sosyolojiyi iyi tanımalı. Buradan beslenemeyen siyaset, son kertede özünden, renginden, ilk özlemlerinden, dostluğundan, yoldaşlığından uzaklaşacaktır.

Yozlaşmanın ve hakikate sırt çevirmenin vebali ağırdır. Bu nedenle parti en yoksul mahallerden yola çıkmalı, en yoksul mahallelere hizmet götürmeli, yoksul mahallerden çıkmamalı. Yaralı olanı ayağa kaldırmadığınız zaman ayakta olan yürüyemez; tok olan açlığı hatırladığında aç olanın karnı doyar. Bu yüzden kimseyi diz üstünde yaşamaya mahkum etmeyen bir dünya için Partiye de ihtiyacımız var. Zira baldırı çıplağın da son kertede evi Partidir.


(1). Pierre Bourdıeu, Karşı 1. Ateşler- Neoliberal İstilaya Karşı Direnişe Hizmet Edecek Sözler, Çeviren: Sertaç Canbolat, Sel Yayınları