Dünyadaki alt üst oluşların hız kesmeden devam ettiği, medeniyetin karın sancılarıyla boğuştuğu ve değerler merkezinin işlevsizleştiği bir dönemde yeni bir yönetim sisteminden, toplumsal bir yeni deneyimden, yeni bir sosyal kurgudan veya bir devrimden bahsetmek elbette kolay değildir. Yapısal veya yapısal olmayan devrim deneyimleri ve onlara ilişkin sosyal teorilerin birçoğu uygulanabilir olmaktan uzak modeller olarak ön plana çıkmaktadır. Söz konusu olgular, başkaldırılar ve anlık toplu infiallerden, organize ve planlı devrimci sosyal hareketlere kadar değişebilen bir karaktere sahiptirler. Dolayısıyla küresel ölçekte kabulü veya uygulanabilirliği olup olmamasından bağımsız olarak Rojava’da meydana gelen toplumsal dönüşüm dengelerine hangi paradigmayla bakarsak bakalım devrimsel elementler içerdiği hususuna hiç kimse olgularla karşı çıkamaz.
Nitekim karşı teori yaratma çabaları olanlar bile, toplumsal rıza mekanizmaları oldukça güçlü olan bu modeli, bugün ancak çeşitli algı operasyonlarıyla yahut “terörizmle” ilişkilendirmektedir. Oysa Rojava’da onuncu yılını bulan özerklik deneyimi ve toplumsal paradigma, öznel bir devrimsel durumun kendine-özgü boyutlarıyla karşımızda durmaktadır. Bu olgusal dönüşüm süreci toplumsal dinamikler açısından da kolay kolay görmezden gelinemez. Bu nedenle uygun bir sosyal-bilimsel devrim açıklamasının tarihsel olma zorunluğu kategorik bir “apriori” olarak şart koşulamaz. Buradan hareketle küresel ölçekte etkisinden yola çıkarak oluşan toplumsal dönüşümleri dünyadaki dinamiklere bağlayarak açıklamak zorunda değiliz. Hem toplumsal hem de tarihsel kendine-özgünlüğünü göz önünde bulundurarak hareket edilmelidir.
Rojava’nın olgusal hakikatinin yerel kültürel geleneklerle, inanç, ideoloji ve toplumsal hakikatlerle ne denli örtüşüp örtüşmediğini geçmişle mevcut durum arasındaki dönüşüm dinamiklerine bakarak değerlendirmeliyiz. Bir devrim hakkında, objektif ve olgulara bakarak belirleyici olan şeyin ne olduğuna ilişkin, bir izahat inşa ederken söz konusu toplumsal tarihe, farklılıklara ve özgünlüklerine duyarlı kalmak zorundayız. 17. yüzyıl ortası İngiltere’sinden günümüze kadar tüm devrimleri anlamaya çalışırken, ortaya çıkan değişim dönüşüm dinamiklerini kendi özgü koşullarıyla değerlendirmeliyiz. Tarihsel ve toplumsal olarak o günün koşullarıyla bugünün koşulları ne kadar farklıysa devrim veya dönüşüm olguları da o kadar farklı ortaya çıkacaktır. Mesela geçtiğimiz üç asır boyunca dünya çapında meydana gelen sosyal değişimlerin ekseriyeti iki merkezi dönüşümle -kapitalist sanayileşme ve devlet merkezileşmesiyle- tartışılmıştır. O nedenle ulusal kurtuluş devrimleri başta olmak üzere 20. yüzyılın sınıf ve cinsiyet odaklı devrimleri son yüzyıla özgü nispeten modern olgular olarak ön plana çıkmaktadır.
Ayrıca dünya deneyimlerinin bize gösterdiği gibi, devrimlerin gerçekleştiği durumlar ile gerekli tüm elementlerin mevcut olmasına rağmen devrimlerin gerçekleşemediği durumlar arasında da ayrım yapabilme kabiliyetine sahip olmalıyız. Bunu yaparken de hem içsel hem dışsal bağlamda süreklilik arz eden yapısalcı bir paradigmayı da kurmamız gerekir. Bunun için alternatif bir sosyal kurgu olarak hem içsel bağlamda kendi vatandaşlarıyla, hem de dışsal bağlamda, tehlikeli milli devletler karşısında kendi devrimci gücünün gelişimi için diğer yapısal mekanizmalarını hazırlamak zorundadır. Dolayısıyla her devrim illa ki klasik anlamda bir devlet kurma projesiyle tamamlanmak zorunda değildir.
Bugün Rojava özgünlüğünde ortaya çıkan devrimsel deneyimin kendini bir devletten ziyade, devlet üstü-ötesi alternatif bir yönetim sistemi olarak konumlandırması uluslararası meşruiyet, ekonomik potansiyel ve küresel jeopolitik rekabet açısından problemli olarak görünse de, kendi özgünlüğünde kurmuş olduğu merkezi yapısal cihazlar, bütün boyutlarıyla bir devrimi işaret etmektedir. Onuncu yılını geride bırakan bu alternatif özerk yapının birçok kesişim noktası ve toplumsal alt kırılımları bu nitelikleri işaret etmektedir.
Rojava, 2012’den beri bütün toplumsal olgu ve alt kırılımlarıyla, yerel koşullarından hareketle, kendine-özgü bir sosyal model olarak, Öcalan’ın “demokratik konfederalizm” fikirlerini temel alarak gelişim göstermektedir. 1999 yılından bu yana İmralı adasında katı bir tecrit altında tutulan Öcalan, 90’lı yılların başından itibaren demokratik konfederalizm teziyle demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü yeni bir toplumsal modele yönelirken, kapitalist moderniteye karşı temel paradigma olarak özgür toplum ve demokratik konfederal yeni bir yaşam modeli tezini eko-Marksist özgürlükçü teorisyen MurrayBookchin kuramıyla bağlamsallaştırarak geliştirmiştir. Dolayısıyla arka planında güçlü bir kuramsal düzlem olan Öcalan’ın bu özgür toplum tezi ve demokratik konfederal mefhumu bugün Rojava özgünlüğünde tüm dünyada tartışılmaktadır. Keza Kürt sorununun bugün dünya siyasetinin en ön saflarında tartışılıyor olmasının temel nedenlerinden biri de budur. Mevcut muktedir ulus devletlerin yapısal olarak değişip değişmemesinden azade olarak, Kürtlerin 100 yıla varan hak temelli mücadelesinin bir dışavurumu yahut çıktısıdır Rojava. Şu an başta Batı dünyası olmak üzere kimi bölgesel devletler hala bu dönüşümü görmeyip müdahaleler konusunda sağır ve dilsiz olmayı tercih etseler de günün sonunda halkların irade ve irfanı karşısında pes etmek zorunda kalacaklar, çünkü Rojava devrim deneyimi ve özgür insan mücadelesi hâlihazırda çok geniş kitlelere ulaşmıştır bile.
Tarihsel olgu ve olayların diyalektiğinde ortaya çıkan bu yeni durum, bir devinimin bir devrime nasıl dönüştüğünün bir göstergesidir. Dolayısıyla bir devrimi devrim yapan da inşa edilen değerlerin geniş halk kitleleri tarafından özgür irade ve rızayla içselleştirilmesinden başka bir şey değildir. Rojava devrim deneyiminin on yıllık kısa tercümesi budur. Çünkü ortada bütün bunlarla kesişen ve hatta yer yer (örneğin çoğulculuk, temsiliyet, katılımcılık, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi) bunlardan daha nitelikli izler taşıyan devrimsel bir deneyim varsa ve birileri bilerek veya bilmeyerek bunun karşısında duruyorsa veya onu boğmak istiyorsa ahlak ve etik sahibi herkesin bu devrime sahip çıkma sorumluluğu bulunmaktadır.
On yıl önce demokratik halk isyanları ile başlayan ve sonrasında bir savaşın patlak vermesi ile beraber insanlar kansız bir şekilde kendi şehirlerine, kasaba ve köylerine sahip çıkmak adına geniş bir coğrafyanın halklarıyla tam da yukarıda izah etmeye çalıştığımız alternatif bir sistem deneyimi inşa etmişse bu kendine-özgü bir devrimdir. Keza küresel ölçekte çıkışı itibariyle önce alkışlanan ve giderek regresyon ve gericilikle itham edilen Arap Baharı’nın “Bahar”a dönüşen ve bölgede yaşayan bütün kimlikleri ve halkları kapsayan, her kültürel öğeyi simgeselleştiren tek yer bugün Rojava’dır. Dolayısıyla Rojava devriminin hem ekonomi politiği hem de jeopolitiği çağın zaman ve mekân diyalektiğiyle eşgüdümlü bir seyir içerisinde ilerlemektedir. Kapitalist dünya sistemini döngülere bağlı olarak (ekonomisinin büyümesi ve küçülmesine göre değil) kendine-özgü koşulları ve jeopolitiğinin gereklerine göre bina etmiştir. Tüm bunlara rağmen eğer deneysel bir devrimden bahsetmeyeceksek, o zaman bir devrim nedir ve nasıl olmalıdır sorusunu elbette yeniden kendimize sormalıyız.
21’inci yüzyılın en büyük toplumsal alt üst oluşlarının yaşandığı, otoriter, zorba merkezi yönetimler ve bu yönetimlere “alternatif” olma iddiasında olan fundamentalist, cihatçı, tekçi devlet dışı aktörlerin birbirini aratmadığı bir dönemde bu iki yapının karşısında 3’üncü bir yol inşasının arayışı olan Rojava’daki on yıllık deneyim, bölgenin çoğulcu yapısını, tarihsel hafızasını ve güncel realitesini ıskalamamaya çalışan bir olgu olarak devrimin bütün karakterini barındırmaktadır. Bu devrimin bugün civar ülkeler tarafından boğulmaya çalışılmasının sebebini, güçlü bir alternatif olma özelliğine bağlı olarak anlamak, oraya karşı sorumluluğun da bir parçasıdır.