İnsan içinde bulunduğu tarihsel dönemi genellikle iyi algılayamıyor. Ormanın içinde olup ağaçları fark edememek gibi bir şey bu. Daha net görebilmek, şeklin tümünü kavrayabilmek için, kuşbakışı perspektife ulaşmak gerekiyor. Analizi yapılması gereken yerden ya da dönemden coğrafi olarak veya zaman içinde biraz uzaklaşmak şart.
Belli bir zaman dilimi içinde nelerin olup bittiğini daha iyi anlayabilmek için yaşananların üzerinden bir sürenin geçmesi, güncelliğin ortadan kaybolması lazım.
Yani bundan diyelim yirmi yıl sonra tarihçilerin 21. yüzyılın ilk çeyreğini nasıl değerlendirecekleri aslında şu yaşadığımız yıllarda belirleniyor.
Soğuk Savaş’ın ardından dünyanın iki kampa ayrılmasının sona ermesiyle birlikte, küreselleşmeyle vücut bulan uluslararası kapitalist sistemin felsefi doktrini olan liberalizm, nihai zaferini ilan etmişti.
Hatta kapanan dönemi, “tarihin sonu” olarak tanımlayanlar da olmuştu.
Ancak kendilerini sosyalist olarak adlandıran ülkeler grubunun ortadan kalkmasıyla sonu gelen, alternatif sunduğunu iddia eden bir siyasal rejimdi, yoksa dünya kapitalist sisteminin derin çelişkileri var olmaya devam ediyordu.
Hatta tüm gezegen ölçeğinde rekabet etmek zorunda olduğu “karşı taraf”ın neredeyse bir gecede çöküşünün yarattığı boşlukta bu çelişkiler ve çıkar dayatmaları daha da açık ve keyfi hale gelmişti.
Adaletsizlikler saklanmadan gizlenmeden herkesin gözleri önünde cereyan ediyordu.
Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkeler artık yoktu, ama onlara karşı vücut bulan NATO varlığını sürdürüyor, hatta genişlemeye devam ediyordu. Körfez savaşları keyfiliğin en uç örnekleriydi.
Denetimsiz piyasa sadece ekonomiye değil, devletlerarası siyasete de egemen hale gelmişti.
Eşitsizlikler, gelir dağılımındaki dengesizlikler, dünya ülkeleri arasında zengin ve yoksul bölgeler arasındaki farklılıklar artık gizlenmeye de gerek görülmeden normal kabul ediliyordu.
Kazandığı galibiyetin ardından uluslararası elitin hırs ve ihtiras içinde devam eden bu zafer koşusunun tehlikeli sonuçlarını fark edenler ise uyarıyordu: OXFAM araştırma kurumunun tahminleri ürkütücüydü.
Dünyada çok küçük bir azınlığı oluşturan “yarı tanrılar” grubu dünya nimetlerinin çok büyük bir kısmını elinde tutuyordu.
Örneğin 2021 yılında dünyanın en zengin on insanının (Elon Musk –Tesla, SpaceX-, Jeff Bezos -Amazon-, Blue Origin- Bill Gates –Microsoft- , Larry Ellison –LVMH- , Larry Page –Google-, Sergey Brin –Google-, MarkZuckberger –Facebook-, Steve Ballmer –Microsoft- ve Warren Buffet –borsa, yatırım-) toplam serveti bir yıl içinde 700 milyar dolardan 1,5 trilyon dolara çıkmıştı. Kıyaslamak açısından 2021’de Türkiye’nin milli gelirinin 870 milyar dolar olduğunu hatırlatalım.
Araştırmaya göre aynı yıl dünyada yüz milyonlarca insan günde sadece birkaç dolarlık bir gelirle, yani derin bir yoksulluk içinde yaşamak zorundaydı.
İşte bu çelişkiler liberal kapitalist sisteme alternatif olduğunu iddia eden sosyalist dünyanın çöküşünün ardından yeni direnme platformu olarak otokratik ve popülist rejimleri yarattı.
Rusya’dan Türkiye’ye, Macaristan’dan İngiltere’ye, ABD’den Brezilya’ya, Çin’den Venezuela’ya kadar hızla kök salan bu rejimlerin dayandığı ana eksen, sıradan insanların, yani seçmenlerin dünyada ve ülkelerinde olup bitenler karşısında duyduğu hoşnutsuzluktu.
İnsanlara ulaşan mesaj, yeni dünya düzeninin adaletsiz olduğu, ve dolayısıyla bu düzene yön veren elite güvenmemek gerektiği üzerineydi. Bu mesajı verenler ise yerel güçlü liderlerdi. “Bana güven” diyordu lider, “Ben seni koruyacağım”. Ama elbette bunun da bir bedeli olacaktı. Güvenliğin sağlanması için özgürlükler kısıtlanabilir, iç ve dış düşmanlara karşı yandaşlar desteklenebilir, temel haklar bir süreliğine askıya alınabilirdi.
Dünyada 21. yüzyılda demokrasileri hızla aşındıran, hak ve özgürlükleri kısıtlayan, seçimle gelen, ancak iktidara geldikten sonra kuvvetler ayrılığını yok edip çoğulcu rejimi kendi çıkarlarına göre kesip biçen ve hiçbir koşul altında iktidarı elinden kaçırmak istemeyen otokratik ve popülist rejimler böyle doğdu.
Şimdi klasik demokrasilerin yeşerdiği batı dünyası, karşısında bir heyula gibi yükselen bu yeni tehlikeyi bertaraf edebilmek için çok büyük uğraş içine girdi.
Rusya örneğinde olduğu gibi savaşı da göze alarak özgürlüğü, temel hakları ve çoğulculuğu yok eden ve daha da önemlisi bir model olarak yaygınlaşma eğilimi gösteren otokratik rejimlerin önünü kesmeye çalışıyor.
Bir zamanlar sosyalistlerin ve anarşistlerin Hitler destekli General Franko askerlerine karşı İspanya’da yükselttikleri “faşizme geçit yok” sloganını otokrasiye karşı hayata geçirmeye çalışıyorlar.
Tehlikenin farkına varılması, güçlerin birleştirilmesi ABD’de Trump’a ya da Brezilya’da Bolsonaro’ya karşı zafer getirdi. Putin’e karşı da çok kararlı bir cephe oluştu.
Ancak acaba kapitalist dünyaya yön veren liberal elit şu gerçeğin farkına varabilecek mi? Evet, dünyanın pek çok yöresinde ayrık otu gibi aniden ortaya çıkıp ülkeden ülkeye yaygınlaşan otokratik ve popülist liderler ve onların rejimleri elbette engellenmeli.
Ama asıl tehlike 21. yüzyılda sermaye ve piyasanın çıkarları dışında hiçbir şeye önem vermeden ve denetime tabi olmadan dünyayı dönüştüren küresel düzenin özünde gizli.
Dünyada çoğulcu demokrasiyi adım adım sıfırlayan otokratik ve popülist rejimlerin asıl mimarı, OXFAM’ın yıllardır çaldığı tehlike çanlarının gerisindeki rakamlar.
Bu rakamların ifade ettiği adaletsizlikler ortadan kaldırılmadan tek tek otokratik rejimlere karşı verilecek mücadele çok bir anlam taşımayacak.
Çünkü bir yerde söndürülen yangın, dünyanın bir başka yöresinde tekrar alevlenecek.