Cuma Daş
İkinci Yeni’nin öncülerinden olan Cemal Süreya’nın 1961’de Papirüs Dergisi’ndeki bir yazısının başlığı şöyle: “Şiir, anayasaya aykırıdır”. Ve şair, düzenin dayattığı ahlak anlayışının tabiat ile sürekli bir çatışma halinde olduğunu söylüyor. Söz konusu çatışmanın ise sanatı beslediğinden bahseder. Sonrasında da konuyu kendi meşrebince bu güzel dizelerle tamamlıyor “Tabiat sanatla kurulu düzene baş kaldırıyor. İtiyor onu. Hafife alıyor. Bozuyor.”
Cemal Süreya bu tespiti 60 yıl önce yapıyor, haliyle o döneme dair sanat ve sanatçıyla ilgili tahlil yapma olanağı sunuyor bizlere. Geldiğimiz noktada çeyrek asırdan fazla zaman geçmiş olsa bile bugün de düzenin ahlak anlayışı ile sanatın çatışmasına tanıklık ediyoruz. Aslında bu durumda bir bitişten, bir son buluştan söz etmek oldukça zor, iniş ve çıkışlarla dolu bir yolculuktan bahsetmek daha yerinde olur. Yani düzenin ahlak anlayışı ve tabiat, dolayısıyla sanat arasındaki çatışması hiç bitmedi. Bu çatışmadan bana göre her defasında galip çıkan taraf sanat oldu. Zira Türkiye’de değişik tarihlerde; akademinin, medyanın, hukukun ve daha birçok şeyin çöküşüne şahitlik ettik ancak bu listede sanatı ve sanatçıyı görmedik hiç. Sadece son 20 yılda bile o kadar çok çekişme yaşandı ki düzen ya da iktidar ile sanat/sanatçı arasında. Sanat çalışmalarına ucube diyen, sanatçıları dillerini koparmakla tehdit eden bir anlayıştan söz ediyoruz.
Son 20 güne de sıkışacak çok şey var sanat adına. Cumhurbaşkanı Erdoğan Sezen Aksu’yu “dilini koparmak görevimizdir” diye tehdit edince, önce hiç beklemediği bir cevapla karşılaştı daha sonra da geri adım attı. Geri adım attı çünkü Sezen Aksu, Erdoğan’ın yine bir konuşmasında sanatçıları tarif ettiği şekliyle cevap verdi. “Sanatçı slogan atmayacak, şikayet etmeyecek, polemik yapmayacak” demişti Erdoğan. Aynen öyle yaptı Sezen Aksu; şikayetsiz, slogansız, polemiksiz bir yanıt, bir sanatçı yanıtı.
Bu yanıt ve atılan geri adım şimdilik ‘dil koparmanın’ önünü almış olsa da dil yasaklamanın önüne geçmedi henüz maalesef. Çok değil ‘dil koparma’ mevzusundan birkaç gün sonra İstanbul’da Kürtçe müzik yapan sokak sanatçıları polisler tarafından engellendi. Bu kez de ‘her yer benim’ tehdidiyle. Genç sanatçıların sokak ortasında engellenip gözaltına alınmasına neden olan o Kürtçe şarkı 35 dile çevrilip söylenmese de yine Kürtçe olarak ertesi gün her yerde söylendi, Meclis dahil.
Aslında Kürtçe yapılan sanata dair ilk yasak değildi bu; daha önce Kürtçe tiyatronun yasaklanmasına, konserlerin Kürtçe olduğu anlaşılınca yasaklanmasına, hatta kamu yararı adına hiçbir niteliği olmayan gündüz kuşağı programlarda ve bunlar gibi binlerce yasak sayabiliriz. Ancak bazı gerçeklerden kaçmamak gerektiğini insanlar anlamalı artık, sanata dair her yasağın, her tavizin ikincisini ve daha ağır halini doğuracağını bilmeli. Şunu kabul edelim ve farkında olalım ki ‘dil koparmak’ ‘dil yasaklamanın’ sonucudur.
Ve başladığımız yere dönüp Cemal Süreya’yı dinlersek tekrardan, onun şiire atfettiği anlamı bir bütün olarak sanata uyarlarsak sonuç belli: “Bugün şiir çağdaş şairlerde yeni alanlar, yeni açılar yaratırken, belirli bir yönde gelişiyor: Baş kaldırma yönünde…”