Mevcut Anayasa ve yasalara göre en çok 5 ay sonra seçime gideceği var sayılan Türkiye’nin Basın İlan Kurumu verilerine göre yüzde 95’i yalanı günah sayma mecburiyetindeki ulusal medyasının yüzde 95’ine bakılırsa, istisnasız her yayında en az 1 kez, ‘Muhteşem Türkiye Yüzyılı’na vurguyla, neredeyse eksiksiz bir memlekette, kusursuz bir idareyle mutlu ve mesud bir millet olarak, bilhassa başkanlıkla uçuşa geçip, uzaya çıkmaya hazırlandığımız anlatılır ki bu, medyada yalanın yaklaşan seçimler için önemine işaret eder ama yalanla ilgili tek sorun medyadan ibaret değildir.
İnananların bildiği üzere, hemen her kutsal kitapta en büyük günahlardan biri olarak görülüp, cehennemlik suç sayılsa da, daha ilk duada affedilerek, insan tabiatının bir parçası kabul edildiği gibi, 3 büyük dinin kayıtlı kutsal fiiliyatında da yer alan kadim insan kusuru yalan, nihayetinde kritik bir anda, herkes için ölümcül olabilme gücü sebebiyle, bugün pek çok ülkede kanunen yasaklanırken, kuzeyli gelişmiş demokrasilerde işte, okulda ve kamu yönetiminde bile teste tâbidir, siyasette uzak durulur.
- Yüz yıldan bu yana, insan davranışları ile nedenlerini sorgulayan hemen her bilimsel araştırmanın ya bizzat konusu ya da sonucunda etkili bir veri olarak farkedildiğinden beri, bilimsel bir gerçekliğe dönüşen yalan, doğumdan ölüme taşıdığı önemle evden okula, bakkaldan adliyeye, bankadan mezardaki tabuta kadar her yerde, artık kontrolü için çare aranan hukuki, hatta hayati bir sorundur.
Araştırmalarda bizzat kendi beyninin yalana teşvik ettiği, yönlendirdiği anlaşıldığında, insan tekamülü için arz ettiği ehemmiyet ve aciliyet sebebiyle, tek çare olarak bedende bıraktığı izlere odaklanan bilim, hemen her alanda onu ortaya çıkaracak test formatlarıyla kılavuzlar oluşturup, toplum hayatını ondan korumayı hedefler, lakin insan beyninin yapabileceklerinin sınırı hala belli değildir.
Hayattaki öneminin fark edilmesiyle, peşine düşerek ilk ne zaman söylendiğini arayanlarca Avcı’dan ziyade, Çiftçi’yleilişkilendirilse de,yeni araştırmalara göre muhtemelen Avcı da,Sapiensve dahi Erectus dayalancı çıkabilir.
Uzun gözlem ve araştırmaların sonunda pirimatlardanbaşka pek çok canlının daha bu işe karıştığı ortaya çıkınca, ulaştığı küresel boyut ve kapsamının büyüklüğü bakımından yalanın artıkevrensel boyutta düşünülmesi demümkündür.
Bugün herkesçe malum sebeplerinin çokluğu ile zorunluluk hallerinin tespitindeki güçlükler itibariyle, bireysel olanı bir yana bırakıp toplumsal, hatta siyasal olan üzerine eğilince, yaşadığımız Anadolu ve Türkiye’nin müstesna bir ‘yalan laboratuarı’ potansiyelini fark etmek kaçınılmazdır ki, sebebi muhtemelen bu topraklarda dünden kalan gerçeklerin keşfinin bile, henüz tamamlanamamış olması, olabilir. Bireysel olanının bile, saraydan saraya takip edilebilecek zenginlikteki hikayesi, toplumsal olanda da zaten sadece sarayda geçer.
Mezopotamya’dan, Balkanlara bu coğrafyanın, bir kısmına internetten bile ulaşılabilen son bin yılına dair kayıtlar, bence belki Likya hariç, hemen her devlet teşekkülünün yalanı, her halükarda bir idare etme yöntemi olarak kullandığına dair renkli ve zengin örneklerle doludur.
Kimi işgal için gittiği topraklarda ordusu ile karargahını bile kaybettiği tarihin en ünlü savaşını, ülkesine döndüğünde halkına ‘zafer’ diye anlatır; anıtlara, tapınak duvarlarına yazdığı yalanlar, neredeyse 4 bin yıl sonra arkeolojinin en uzun ömürlü yalanına malzeme olur; kimisi daha kestirme bir yol seçip, kendisini tanrı ilan ettiğinde, her şeyi yapabilme kudretiyle, o günden bugüne inanan herkese yalanın işlevleri hakkında ilham verir.
Bu bin yılın en büyük parçasına hükmeden Osmanlı’nın kayıtlarındaki yalanın serüveni ise, Devlet-i Ali’nin saraydan, şehir ve köylere kadar her yerde, her gün yaşadığı bir sınav gibidir; muhtemelen her şeyi hızla ikame edebilme becerisiyle süresi uzayan sınavın sonucu malumdur.
Vilayet defterleri ile mahkeme ve kadı kayıtlarında bile görüldüğü üzere,liyakatın yerle yeksan edilerek, devlette rüşvetin yaygınlaştığı son 300 yılda, dünyadaki pek çok keşifle, aydınlanma çağı, sanayileşme ve teknolojinin gerçeklerine kayıtsızlığın sebebi de, yaygın kanının aksine ‘gavur icadı’ değil, aslında yalandır.
Güvenilir elçi ve seyyah anılarına göre istisnalar hariç, devlet idaresinde herkes birbirini kandırmaktadır; maalesef örnek çoktur,18. Yüzyıl sonundaki İngiliz elçisinin eşi Lady Montagu’nun mektuplarında bile bulunur.
Amma velakin Dünyaya hükmettiği muhteşem yüzyılda dahi yalan en büyük sorun gibi görünür. Nitekim Kanuni’nin Makbul İbrahim Paşa’dan sonraki sadrazamı, nev-i şahsına münhasır damat ve fıkıh alimi Lütfi Paşa, 1542’de yazdığı, ‘vezirlere el kitabı’ manasındaki Asaf Name adlı risalesinde onu, Osmanlı’nın çöküş sebebi olarak gösterir.
Sadece divan üyesi vezirlerin okuyabildiği, bir broşür ebadındaki Asaf Name’de, ‘hiçbir sadrazam, hiçbir vezirin, hatta padişahın bile devlet işinde yalan söylememesi gerektiğini’ yazan Lütfi Paşa, padişah ile sadrazamının birbirlerini yalanla kandırmasının sonuçlarının devleti çökertebileceği gibi, o zamanda yazılmış olması bile şaşırtıcı uyarılarda bulunur.
Lütfi Paşa’nın tespit ve uyarıları gerçektir, gerçekçidir ancak onu bu kadar cüretkaryapan hanedan ile Saray bu risale yazılmadan önce onu çoktan bir yalana dönüştürmüştür.
Nihayetinde son 100 yılda Abdülaziz ile Vahdeddin’in baş mabeyinciliğini yapan diplomat Lütfü Simavi’nin anılarındaki tespit de aynıdır. Saygılı bir dil ama çok açık ifadelerin kullanıldığı anılardan bazı bölümler, bürokratların vekilleri, vekillerin vezirleri, vezirlerin sadrazamı, sadrazamın padişahı, padişahın ise kendi dahil herkesi nasıl kandırmaya çalıştığını diyalog dahil ayrıntılarla anlatır. Saraydan ibaret devletin yalan treni, yolun sonuna da gelmiştir zaten.
Dönemin basın yayın arşivi ile resmi kayıtlara bakınca, belki uğruna harcanan büyük çaba ve dökülen kan, belki o sırada inanılanbüyük idealler ile nihayet ucundan yakalanan aydınlanma sayesinde belki, en azından başlangıçta Cumhuriyetin ‘yalan’ı az gibi görünür;öncesiyle kıyaslanınca ‘bıçak gibi kesildi’ dense yeridir ancak bu da bir bakıma yanılsamadan ibarettir.
Malum ismi hariç her şeyi padişahın cebindeki vatandaşın Cumhuriyet’le kazandığı kimlik, daha ilk gün Ankara’da emanete alındığında, kökeni Osmanlı’nın çöküşüne dayanan eski bir kimlik takıntısı ile yeni bir büyük yalan makinesi de çalışmaya başlar ki medya o zaman da bunun en küçük parçasıdır.
Kimlik takıntısının Ankara’da emanetten, her ilde nezarete uzandığı vakitlerden itibaren o yalan makinesinde bir kısmı hiç umulmadık, pek bilinmedik, hatta bugün de ünlü ve önemli pek çok iş insanı, siyasetçi, balıkçı, bankacı, futbolcu, tenisçi, doktor, profesör, Şeyhül Muharrir’i dahil pek çok gazeteci, yayın yönetmeni, yazı işleri müdürü, editör, fotoğrafçı, foto-muhabir, yazar, çizer, şarkıcı, edebiyatçı, yayıncı, şair, ressam, tiyatrocu, sendikacı, işçi, simitçi, fırıncı, imam, müftü, çiftçi ya da köylünün telifli, maaşlı görev yaptığı, yayındaki kitaplar itibariyle kamuya açık bir bilgidir.
Kaldı ki bu ünlü ve önemli isimlerden bazılarının, hep kimlik meselesi odaklı bir görev için, inanılması güç yalanlarla adam kaçırma, mala, mülke el koyma, köy yakma, mahalle yok etme, cinayet, hatta katliamlara karıştıkları, sahaflardaki kitaplarda da vardır, hatırlamak, hatırlatmak gerekir.
Son 50 yılda tehlikeli kimlik takıntısına, Nato Talimatnamesi’yle bizzat görev verilen sol ile mücadele eklendiğinde, yalan makinesi hızla ‘Kart, Kurt’ düzeyine gelecek, getirdiği bilgi ve bilime uzaklıkla, Vahabi Muhafazakarlık bugün en çok kadını etkileyecektir.
Onu evdeki kimliksiz kölelikten kurtarıp toplumda yer verdiği kitaplarda anlatılan Cumhuriyet, şimdi uğradığı şiddet ve cinayetlerde bile korumayı reddettiği gibi, mağduriyetinden sorumlu tutmaya, suçlu bulmaya başlar ki, bu kadın düşmanlığının dayanağı eski bir yalandır. Muhteşem Yüzyıl’daki kadın düşmanı Lütfi Paşa’nın kadına şiddet sebebiyle sona eren kariyeri gibi kökeni Saraydadır, çözüm aranacaksa oradan başlanması, kanunen de amir hüküm sayılır.