Geçen haftaki yazımızda1 Türkiye siyasetinin uzun süre sonra demokratik boyutuyla tamamlayamadığı cumhuriyeti demokratikleştirme fırsatını yakaladığını, her ne kadar iktidar bloğu Kürt meselesi üzerinden yola devasa taşlar döşese de yine de bu fırsatın toplumsal karşılığının yüksek olduğunu, iktidar bloğunun taşlarından öte fırsatları riske atan asıl olgunun ana muhalefet blokunun kurduğu masadaki eksikliklerin tamamlanmaması olduğunu iddia etmiştik ki geçen hafta boyunca muhalefet bileşenlerinin eliyle bu eksikliklerin sorumsuzca genişletilerek toplumu umutsuzluğa ittiğine tanıklık ettik.
Demokrasiden korkan muhalefet
Batı toplumları monarşilerin yerine olağanüstü yetkileri olan süper bireyleri değil, gerçek demokrasileri yerleştirdiği için bugün ileri demokrasiyle yönetiliyor. Güncel tartışmalara bakınca ana muhalefet bloğunun konjonktürel olarak demokrasiye geçiş olanakları varken şimdiden ve yeniden dümeni Kemalizm’e ve 19. ve 20. yüzyıl ulus milliyetçiliğine kırdığını görüyoruz. Post Kemalizm ile ortak bir gelecek inşasının gerçekleşmeyeceğini, ulusçulukla toplumun yönetilmeyeceğini, statükoyu restore ederek demokrasinin kazanılmayacağını, yanlış yolda yürüyerek doğru hedefe varamayacağını demokrasiyi dert eden herkes bilir. Zira bilindiği kadarıyla dünyada monarşiyi ve ulusçuluğu revize ederek kendi yandaşlarına devleti pay eden ve liderin şahsi karizması etrafında dönen bir siyasetten çıkan güçlü bir demokrasi örneği yok.
Bu hakikat Türkiye demokrasisinin hikayesi bakımından hem Kemalistler hem siyasal İslamcıları bağlıyor. Kemalizm, monarşiyi revize ederek uzun süre ülkeyi yönetti, demokrasiyi araçsallaştırdı ama içselleştirmedi. Karşıtıymış gibi köpürtülen siyasal İslam da Kemalizm’in sağ-muhafazakar kopyasından farksızdı, aynı yolları izleyerek bugüne geldi, yani güç savaşları, düşmanlaştırma ve kendine ait bir sınıfsallık ve kültürel hegemonya oluşturma siyasetinin peşinden giderek yirmi yıldır Kemalizm’in benzer tahakküm biçimleriyle toplumu zapturapt altına aldı.
Tam da bu nedenle Siyasal İslamcıların uzun süreden beri yaşadığı krizler spesifik değil, konjonktürel değil; bu krizler, çağdaş dünyanın zor aygıtları dışında kalan politika araçlarını yağmalayarak ve de demokrasiyi istismar edip toplumsalı sürekli ihmal ederek derinleşen, Osmanlıdan kalma fakat cumhuriyetin de aşamadığı yapısal krizlerdir. İslamcıların iktidarında yaşanan politik, ekonomik ve kültürel krizler de bu yapısal krizlerin üst aşamasıdır. Bu gerçeği idrak etmek, mevcut tabloyu anlama ve geleceği yeniden kurma bağlamında hayati önem taşımaktadır.
Muhalefetin yanılgıları
İslamcı-milliyetçi iktidar bloğunun en üst aşamasını yaşadığı yapısal krizi aşmak için altılı masa olarak kendini adlandıran bir siyasi blok, muhalefet cephesinde siyasi birliği sağlama görevi üstlendi. Dünya örneklerine bakıldığında ilk etapta teorik olarak rasyonel olan ve iktidar karşısında HDP’nin desteğini alarak yerel seçimlerde de kritik kazanımlar elde eden bu bloğun devasa ülke sorunları kaşında masada birbirini ikna etmekle zamanı harcayıp seçimlere yaklaşıldıkça arıza vermeye başlaması, özellikle bazı bileşenlerin aşmakta direndiği yapısal krizleri bloğun içine taşıması seçmende ciddi rahatsızlıkların ve kaygıların oluşmasına yol açtı. Geçmişte siyasi birliği sağlayamadığı için yaşanan gevşek ve sorumsuz siyasetin bazı sonuçlarına bakıldığında toplumda oluşan kaygıların ne kadar gerçekçi ve haklı olduğu daha iyi anlaşılıyor.
Mesela 1994 yerel seçimlerinde CHP’nin ve sosyal demokratların masada sağlayamadığı siyasi birlik bugün sistemin yapısal krizlerini azdıran mimarın, yani Erdoğan’ın Belediye başkanı olmasını sağlamıştı. 2002’de gelen muhafazakar dalgaya karşı demokrasi cephesi ihmal edilmiş, seçimlerden sonra ciddi bir temsiliyet krizi yaşanmışken ve yeni bir seçime ihtiyaç varken, demokrasi bir risk olarak kodlanmış ve bizzat dönemin CHP genel başkanı Baykal’ın eliyle 2003 Mart’ında yapılan ara seçimlerle Erdoğan’ın önü açılarak Başbakan yapılmıştı. 2014 seçimlerinde ise muhalefetin cumhurbaşkanı adayı tam bir faciaydı. 2018 seçimlerinde CHP adayı vekil İnce seçimlerin şaibeli olduğu ve başa baş gittiği gecenin en hassas saatinde “adam kazandı” diyerek Erdoğan’a tepside meşruiyeti cılız olan tek adam rejimini ve dolayısıyla başkanlığı sundu. Ve daha sonra da iktidarın dağılma dönemini önce barışıyla sonra da savaşıyla aştığı Kürt meselesinde, ana muhalefet bloğu adım adım kurumsallaşmaya başlayan faşizmi ve iktidar kliklerinin devlete ve topluma çöküşünü devletin devamlılığı olarak görüp göz yummak ile yetindi. Demokrasinin son adacıkları bile yağmalanırken iktidara “ne istediniz de vermedik” demekten de geri durmadı. Bu da yetmemiş olacak ki faşizmin önünde duran HDP’yi sürekli AKP’yi desteklemek ile suçlayarak işin içinden çıkmaya çalışan ve AKP’ye değil çoğu zaman HDP’ye muhalefet eden bir muhalefet bloğu ile siyaset uzun süre adeta donduruldu.
HDP’ye muhalefet eden muhalefet
Peki HDP ne yaptı? HDP 2011’de yeni yaşam hedefiyle yola çıktı. Tarihsel Kürt meselesinde kalıcı bir barışının sağlanması için 7 Haziran seçimlerinde barıştan, demokrasiden ve normalleşmeden hızla uzaklaşan AKP’yi halkla birlikte iktidardan indirdi. O günden sonra da AKP karşısında hiçbir zaman bir geri adım atmadı. Demokrasinin, adaletin hukukun geri gelmesi için büyük fedakarlıklar yaptı, büyük bedeller ödedi, ödemeye devam ediyor. HDP “seni başkan yaptırmayacağız” dedi ve başkan yaptırmadı, fakat millet ittifakının adayı gece yarısı “adam kazandı” diyerek başkanlığı onayladı. Ana muhalefet bloğu HDP’lilerin dokunulmazlığının kaldırılmasına onay verip Kürt belediyelerine kayyımların atanmasına sessiz kalırken HDP iktidara karşı direnişini daha da yükselterek, yerel seçimlerde faşizm ile uzlaşan AKP’ye kaybettirdi.
7 Haziran sonrası Kürt siyasetinin başarısı radikal bir şiddet ile sınanırken, Kürt coğrafyası yakılıp yıkılırken kafasını kuma gömen geniş bir kesim, devletin parlamentoya girmesin diye her türlü hileye başvurduğu, fakat ona rağmen yedi yıldan fazla bir süreden beri tüm barajları ve tuzakları aşarak meclise giren HDP’nin AKP’yi destekleyeceği günü bekledi, hala bekliyor; HDP’yi ve Kürtleri böyle bir konuma iterek iktidarın tüm hukuksuzluklarını meşrulaştıracağını bile bile. Böylece HDP iktidara karşı radikal bir muhalefet sürdürmesine rağmen Kürt meselesine yönelik ontolojik gerekçesi olan barış çabası, farklı kesimlerin konsensüsü ile sürekli manipüle edilerek her defasında AKP ile işbirliği olarak lanse edildi. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki bu manipülasyonun temel amacı Kürt barışının ilelebet rafa kaldırılmasından başka bir şey değilmiş.
İP neyin peşinde?
HDP’yi AKP ile ortaklaşmakla suçlayan sol ve sosyal demokratların yanında bir de İP gibi iktidarın Kürtlere yönelik mesafe siyasetini muhalefetin içine taşımaya çalışan Kürt düşmanı düzen partileri de var. Aynı İP bir yandan ülkenin üçüncü partisi olan HDP’nin kapatılmasını savunurken diğer taraftan gelip Susurluk sanığı, derin devlet elemanı Sedat Bucak ile gizli görüşmeler yapıp yeni derin devletin altyapısını hazırladığını perdelemeye çalışıyor; dahası iktidar düzeyinde HDP’ye muhalefet ederek gelecek siyasetinde Kürtlere nefes aldırmayacağını şimdiden ilan ediyor, zira Kürtlerin en büyük partisi olan HDP’yi muhalefete desteğini almayı bırakın rekabet edilebilecek bir rakip olarak değil düşman gibi görüyor ve muhalefet bloğunu da bu şekilde domine etmeye çalışıyor. Kısacası HDP’nin demokratik siyaset ısrarı derin devletin yeni odağı olan İP’in eliyle aleni bir şekilde engellenmeye çalışılıyor. Bu anlayıştan bir normalleşmeyi veya seçimlerin kazanılmasını beklemek hiç gerçekçi değil.
HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar daha Şubat ayında BBC’ye verdiği röportajda2 hem İP’in bu tavrını hem de ana muhalefet bloğunun siyasetsizliğini net bir dille eleştirmişti. Mithat hoca röportajda: “Altı muhalefet partisi bir araya geldiğinde, bu partilerin, Türkiye’deki temel sorunlara dair gerçekten muhalif bir tutum sergilemesi beklenir. Muhalif olmak da iktidarın, Türkiye’deki temel sorunlara dair yaklaşımlarına karşı olmak ve demokratik çözüm önerileri sunmak anlamını taşır. Ancak bir parti, kurum veya çevre, Kürt sorunu, eşit yurttaşlık ve siyasal özgürlükler gibi en temel konularda dahi iktidarla aynı veya benzer anlayışı paylaşıyorsa biz bu yapıya muhalif diyemeyiz. Böyle bir anlayışın ağırlık taşıyacağı bir ittifakın da Türkiye’ye bugünkünden daha iyi bir gelecek vaat etmesinin mümkün olmayacağını düşünüyoruz.” diyerek muhalefetin iktidarın yaklaşımlarından farksız olmayan politikasının sonuç alıcı olamayacağını belirtmişti. Ancak öyle anlaşılıyor ki ana muhalefet bloğunun milliyetçi cephesi için seçimleri kazanmak önemli değil; bu cephenin özellikle bazı bileşenlerinin derdi iktidarın HDP ve Kürtlere yönelik ırkçı ve faşizan siyasetini muhalefetin içine taşımak ve muhalefeti buna alıştırmak gibi görünüyor.
İP’in milliyetçi atarlanmaları çok farklı kesimlerde büyük bir tepkiyle karşılandı; bu gereksiz atarlanmanın doğrudan Kürt seçmenin tavrını etkileyeceğini söyleyebiliriz. Telafi edilmediği takdirde mutlak anlamda muhalefet aleyhine olacak şekilde seçim sonuçlarına yansıyacaktır. Oysa HDP Kürtlerle Türkler arasında kalan en rasyonel köprüdür. Evet aklı başında olan her yurttaş HDP’nin köprü rolünü ve önümüzdeki seçimlere damgasını vuracak stratejik belirleyiciliğinin farkında ve tam da bunun için ana muhalefet bloğunun içine sızmış ve HDP’nin büyümesini hazmedemeyen bu damara eminim ki “susturun içinizdeki ırkçıları” diye bağırıyordur. Fakat hali hazırda ana muhalefetin bu krizi aşacağına dair herhangi bir emare görülmemektedir.
Solun HDP’ ye muhalefeti
Ana muhalefet bloğunun en az iktidar kadar HDP’ye mesafeli durması belli ki kimi sol dostların kafasını da karıştırmış; o zaman solda duran bu dostlara dönelim! Çözüm sürecinden beri HDP’yi ve Kürtleri iktidar yandaşlığı ile suçlayan, Kürt meselesinin, tecridin, savaş karşıtlığının gündemleştiği her aşamada bu hukuksuz, haksız uygulamaların hiçbirine karşı çıkmadan “işte yine AKP ile anlaşacaklar” diye köpürenlere alkış tutan, HDP’yi iki iktidar projesinden birinin bileşeni olmakla sınırlı kalan bir siyasetin temsilcisi olmakla suçlayan sola… HDP’yi oy potansiyeli nedeniyle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde konumunu güçlendirerek daha fazla hareket serbestisi kazanmakla, mevcut iktidar alternatifleriyle pragmatik bir ilişki kurmakla suçlayan sola… HDP’nin siyasal öncelikleri ile Türkiye’nin geleceği arasındaki açının giderek arttığını iddia ederek bu nedenle Türkiye solunun HDP ile kendi ilke ve hedefleri açısından anlamlı bir ilişki kurma olanağının azaldığını düşünen sola… Evet bu sola bir şeyler söylemek gittikçe zorlaşıyor. Kürt hareketi ile arasına mesafe koyan, Kürt hareketi ile dost olmaktan kaçan bir sınıf siyasetini sol ile ilişkilendirmek gittikçe zorlaşıyor. Kürtlerin barış arzusunu burjuvazi veya emperyalizmle anlaşma adı altında itibarsızlaştıran bu solun Kürt halkına neyi önerdiğini anlamak gittikçe zorlaşıyor. Bu sol anlayış aynı zamanda solu Türkçülüğe çeken bir öznellik üretiyor. Dahası sola yönelik şovenizm eleştirisi bir kez daha haklı olarak karşılık buluyor.
Kürt meselesi Türkiye siyasetinde her iki tarihsel bloğun temel gündemi iken, her iki blok bu mesele üzerinden rekabet ederken kimi sol dinamiklerin hala iki bloğun dışında kalan kendine has bir söylem geliştirmiyor olması, blokları çözüme ve barışa zorlamaması, Kürt meselesini bile ağızlarına almaması, yetmiyormuş gibi Kürtlerin barış arayışını burjuva veya İslamcılarla uzlaşı olarak değerlendirmesi yeterince trajik bir durumdur. Acaba bu sol, iki yüz yıllık Kürt direnişinden habersiz, Kürtlere yapılan katliamlara karşı sessiz kalmakla yetinmediği gibi bir de hala Kürtlerin ölmesini mi, yersiz-yurtsuzlaşmasını mı bekliyor? Kürtler barış yapmasın mı ya da Kürtlerin kiminle barış yapacağına kendileri mi karar vermek istiyor? Sosyalistler iktidar oldu da Kürtler mi masaya oturmadı? Fakat mesele bunların hiçbiri değil. Çoğu zaman bu solun ajandasında Kürt meselesi diye bir sorun yoktur, bu konuda nötrdür, çoğu zaman ülkenin en büyük sorununda herkese başarılar dilemekle yetinmiştir.
Türkiye’de güçlü bir sol stratejinin başarısı Kürt meselesine olan mesafe ile ölçülebilir. Kürt meselesi dünyanın başka bir yerinde olsaydı kuvvetle muhtemel sol siyaset bu meseleyi örgütlenme ve büyümenin aracı ve amacı haline getirirdi. Türkiye’de hala bazı sol hareketler bunu yapmadığı gibi Kürtlerin savaşa ve şiddete karşı en makul ölçülerde ortak bir zeminde siyaset yapma girişimine bile atarlanıp mesafeli durabiliyor. Kürt hareketine mesafeli durmak Kürt meselesinin hakikatinden bir değer kaybettirmez; fakat çözümsüzlük, savaş, şiddet, yoksulluk, eşitsizlik, öfke ve nefret siyasetine yönelik solun siyasetsizliği sola ve ülkeye kaybettirir. Özetle doğru bir sol strateji için Kürt meselesi solun önünde engel değil fırsat. Sol için doğru soru şu: Kürt hareketi ile dost bir sınıf hareketi yaratabildik mi ve bunun için de burjuvaziye ve siyasal İslam’a köle ettiğimiz Türk yoksul sınıflarını örgütleyebildik mi?
Üçüncü Yolu tanıyın, tanıtın, anlatın!
Tüm bu düşmanlıkların, kıskançlıkların, hazmedemeyenler ortasında HDP direnmeye devam edeceğini her defasında muazzam bir kararlılıkla ortaya koyuyor. HDP’nin ittifaklara açık bir çatı parti olduğu biliniyor. Mevcut koşullarda kendi içinde zaten 7 parti var. Kurulan Emek ve Demokrasi İttifakındaki 6 parti ile birlikte bu sayı 13’ü buluyor. Kürdistan ittifakı parti ve hareketlerini de eklediğimiz zaman yaklaşık 20 parti ile seçimlere girecek. Bu durumda HDP Türkiye siyasi tarihinin en geniş ittifakıyla seçimlere girerek bir demokrasi rekoru kıracak gibi görünüyor. Bu ittifakın oy potansiyeli giderek genişliyor. Demokrasiden, özgürlükten adalet ve hukuktan ve en önemlisi barıştan yana olan herkesin buluşabileceği zemin HDP’nin öncülüğünü yaptığı ittifaklardır. Bu bağlamda bu ittifaklar aynı zamanda sürekli sağa kayan ülke siyasetini sola çekebilecek en geniş siyasi çatıdır; dahası sağın önündeki en sağlam bariyerdir. Yarın öbür gün Kürtlere, demokrasiye ve yoksullara mesafeli duran müstakbel iktidara karşı da en iyi muhalefeti bu gelenekten gelen partiler yapacaktır.
Sonuç olarak, HDP hem iktidarın hem ana muhalefet bloğunun içine sızmış kliklere karşı demokratik siyasetin stratejik hedeflerinden ve gelecek tahayyülünden geri adım atacak durumda değil. HDP’nin iktidarla mücadele, muhalefetle müzakere, üçüncü yolda örgütlenme stratejisi demokrasiyi de barışı da ortak geleceği de topluma kazandırabilecek kapasitededir; fakat bir şartla, HDP dahil tüm muhalif dinamiklerin diyalog ve müzakere kanallarını açık tuttuğu sürece. Zira HDP 27 Eylül’de açıkladığı deklarasyonda özellikle “müzakereye” özel bir anlam ve önem atfetmişti. Dolayısıyla hiçbir muhalif “nereden incelirse oradan kopsun” deme hakkına sahip değil. Cümlelerimizi uzatıp iknanın en üst aşamada olması gereken bir dönemdeyiz.