Çanlar hepimiz için çalıyor
Tolstoy büyük eseri Savaş ve Barış romanında, iki yüz yıl önce yaşanan Fransa-Rusya savaşını anlatır. 1804-1813 yılları arasında yaşananları, üç ailenin hikâyesi ile birleştirir. Savaşın acımasızlığını, erkek subayların yükselebilmeleri için ölüme karşı nasıl yürüdüğünü çarpıcı diyaloglarla romana taşır. Ne var ki, yükselmek isteyen subaylar, çoğu zaman ölüme yolladıkları gençlerin yanında çarpışır, arkalarından kahramanlık nutukları çekmezler. Savaş, aslında bütün toplumu eşit şekilde tahrip eder Savaş ve Barış’ta.
Bizdeki savaş herkesi o kadar eşit biçimde tahrip etmiyor, sadece fakir çocuklar ölüyor. Ölen gençlerin birçoğu, sevgilisi ile bir sinemaya gidip film izleyememiş, birçoğunun belki sevgilisi bile olmamıştır. Savaş acımasızdır, buna müsaade edecek zamanı bırakmaz insana. Askerlik zorunlu, gidiyorsun. Veya iş bulamadığın, okuyamadığın için senin açından zorunlu bir tercihe dönüşüyor. Ölüyorsun, kameralar cenazende. 40 yıldır, istisnasız bütün siyasetçiler koruma ordusu ile gelirler törene ve şehitlik kendilerine nasip olsun diye dua ediyoruz derler. Ölüm soğuktur. Cennete inansa bile, cennete gideceğine emin olsa bile, önce sonuna kadar yaşamayı seçer. Birkaç yıl önce bir haber okumuştum. Bir araştırma yapılmış, kendine Müslümanım diyenler arasında. Tek soru sorulmuş. Cennete gideceğiniz garanti olsa, şu an ölmek ister misiniz? Elbette tahmin ettiğiniz gibi, büyük çoğunluk HAYIR cevabını vermiş. Çünkü yaşamak, birçok soruna rağmen sürprize açık ve güzeldir. O zaman, başkalarının çocukları üzerinden ölümü kutsamak ne kadar doğru? Hatırlarsınız, Dağlıca baskınında, tutsak alınan askerler serbest bırakıldığında, M. Ali Şahin, keşke ölselerdi de dönmeselerdi demişti. Böyle bir vicdansızlığın tarihte eşi benzeri azdır. Daha acıtıcı olanı, bu ismin o zaman titrinde Adalet Bakanı yazıyordu. Ölen kim? Kimi öldürüyoruz? Bakın bu sözler bile unutuldu.
Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Ernest Hemingway’ın en çok ses getiren romanıdır. Hikâye, 1937’nin Mayıs’ında başlar ve dört gün sürer. İspanyolca ders veren Amerikalı Jordan bir yıllık izne ayrılır, İspanya’ya gider. Amacı İspanya İç Savaşında, Cumhuriyetçilerin yanında savaşa katılmaktır. Bunda başarılı olur, uluslararası bir tugayın üyesi olarak cepheye gider. Bir köprüyü uçurma görevi alır. İş tehlikelidir. Bu sabotajda yanındakiler de ölebilir. Üstelik sabotaj sırasında ölmesi muhtemel Falanjist sayısı ikidir ve yanlarında siviller de vardır. Jordan, demokrasi ve özgürlük adına zorunlu kaldığında adam öldürmeye inanmıştır. Sorun düşman olmayan, en azından savaşın öznesi olmayan insanların da ölme ihtimalidir. Çanlar Kimin İçin Çalar, bunu sorgular.
Jordan’ın sorduğu soruları kendimize sormadığımız için Ceylanlar, Buseler öldü. HDP kapatılsın diyenler, idamı geri çağıranlar, her muhalifi içeri tıkmaya çalışanlar, sansür yasası çıkaranlar; gençlerin geleceğini aydınlatmıyor, minicik olsa da kalan umutlarını kırıyor. Karanlık hepimizi dibe çeker. Bir kez olsun vicdan denen şeyi hatırlamanın zamanı geldi geçiyor. Bir zaman sonra, bir daha vicdan denen şeyi içimizde hissedemeyeceğimiz karanlık sayfalara doğru evriliyoruz. Varsa o vicdanınızı bulun ve sorun kendinize: Ne oluyor bize? Oysa siyasetçiler, askerler, gazeteciler, stratejistler barış için çabalamış olsalardı bu gün Ceylan’da, Buse’de gelecek günler için kurdukları düşlerinin peşinden yürümeye devam edeceklerdi.
Benden Selam Söyle Anadolu’ya
Dido Sotiriyu, Benden Selam Söyle Anadolu’ya kitabında, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, Ege’de geçen bir trajediyi anlatır. Ege bölgesinde yaşayan Rumların, Birinci Dünya Savaşı’ndan İzmir’in yakılması sürecine kadarki zaman diliminde yaşadıklarını epik bir dille ve neden-sonuç ilişkisi kurarak yazıya döker. Ege köylerinde mutlu bir hayat süren Rumların, savaş süreci içinde yaşadıkları baskıları, zamanla Türk köylülerinin kendilerine karşı oluşan nefreti, hissettikleri yalnızlığı ve yaşadıkları umutsuzluğa ortak oluruz kitabı okudukça. Türklerin İzmir’e girmesinden sonra, Kemeraltı’na sığınan Rumların ölümle yüz yüze gelmesi, tecavüzler, savaşın ne demek olduğunu bir kez daha hatırlatır bize. Kıyıda bekleyen gemiye binemeyen Rumların çaresiz çığlıkları, kitabı okuyanın kulağından kolay kolay gitmez. Benzer şeyleri de Yunan askeri Ege şehirlerine girdiğinde yapmıştır. Savaş kötüdür, kirletir diye boşuna demiyoruz. Anadolu, duygusal olarak ortadan bölündü. Birbirlerinin acılarına, sevinçlerine koşan Rumlar ve Türkler düşman oldu. Sonrasında kalan Rumlar, Yunanistan’a, oradaki Türkler buraya göç etti-ettirildi. Şimdi Ege’nin tadı yok artık. Bu tarihsel gerçekliği unutanlar, yeni ve daha ağır bir trajedi dayatıyorlar bizlere. Kanın rengi herkeste kırmızıdır. Bunu unutup, kan rengi kontrolü yaptırmak istiyorlar. Bu ruhsal bölünmenin kazananı olmayacaktır.
Altta Kalanlar
Altta Kalanlar, Jack London’un pek fazla bilinmeyen bir kitabıdır. London, kitabı yazmadan önce, kitaba konu olan Londra’nın doğu tarafındaki banliyölere gider. Onlar gibi giyinir, onlar gibi yaşar. Oradaki sefaleti, çocuk ölümlerini, işsizliği, açlığı ve kaosu yazar. Oysa Londra’nın batısında refah içinde yaşayan bir kitle vardır. Egemen sınıftır bunlar. Altta Kalanlar, yerkürenin özetidir aslında. Refah içinde yaşayanların, kendi refahları dağılmasın diye koyduğu yasalar, oluşturduğu kolluk kuvvetleri ve açları kendi sofralarından uzak tutmak için uydurdukları yalanlar vardır. Bu yalanları açlara yedirmek için, paralı yazarlar, profesörler, siyasetçiler ve toplum mühendisleri kiralar. İnsanlık tarihi böyle yol alsın istiyorlar. Hala buna devam ediyorlar. Söyleyecek bir yalan bulamadıklarında da savaşa sarılıyorlar. Milliyetçilik her dönem iş yapıyor. Aç olana milliyetçilik adı altında bir aidiyet hissi yaşatılıyor. Aç, sefil olan yığınlar, bir anda refahın nimetlerini yaşayanlarla aynı sloganları attığını görüyor. Sloganda bir eşitlik ve bunun verdiği haz. Oluşan tablodan sonra göz gözü görmez. Bu baldırı çıplaklara her şeyi yaptırta bilirsin artık. Hitler, bu fakir insanları milliyetçi sloganlar altında toplayıp, dünyayı ateşe attı. Sorarım size, Atina’da üniversite bitirmiş, işsiz bir Yunan genci ile İzmir’de üniversite bitirmiş işsiz bir genç niye düşman olsunlar ki? Meraklısı bir kez daha Yazı-Tura filmini izlesin.
Bir insanın kaderi
Aslında bir insanın kaderi, bir toplumun kaderidir. Nasıl mı? Yakın bir arkadaşımdan, Sergei Bondarhcuk’un İnsanın Kaderi filmini bana bulmasını istemiştim. Çocukluk yıllarımda izlediğim film hafızama kazınmıştı. Teknolojinin nimetlerinden yararlanan arkadaşım filmi bulup, bana teslim ettiğinde ilk iş olarak eve gidip filmi tekrar seyretmek oldu. Şolohov’un bir eserinden yola çıkan Bondarchuk’un senaryolaştırdığı film, 2. Dünya Savaşını konu edinir. Marangoz-şoför Sokolov askere alınır. Askerde çarpışır, Nazilere esir düşer. Sonra firar eder kurtulur. Bir aylık izinle eve döner. Aslında döndüğü yer evi değil, harabe bir yerdir. Çünkü Nazilerin bombardımanı sırasında ev de isabet almış, eşi ve kızı hayatını kaybetmiştir. Çıldırmak üzere olan Sokolov, geride kalan matematikçi oğluna sarılır. Ne var ki oğlu da askere çağrılmıştır. Oğlunun terfileri gururunu kabartır. Nihayetinde savaş biter, Sokolov da herkes gibi sevinçlidir. Tam bu sırada telgraf gelir. Kendisini hayata bağlayan tek varlığı oğlu, savaşın bitmesinden birkaç saat önce cephede yaşamını yitirmiştir.
Umutsuzca oradan oraya savrulan Sokolov, bir mola yerinde 5-6 yaşlarındaki Vanyuşka ile karşılaşır. Bütün ailesini savaşta yitiren küçük çocukla ilgilenir. Vanyuşka’ya, kendisinin kim olduğunu sorar. Sonra ekler, ben senin babanım. Vanyuşka çığlık atar, ‘babaaaa! Biliyordum geleceğini, beni bulacağını’ der. Sosyalist iyimserlik, belki yıkımdan umudu aşılama iyimserliği taşıyabilir. Ne var ki, kapitalist bir dünyada bu pek mümkün görünmüyor. Sokolov’un Vanyuşka’sız, Vanyuşka’nın Sokolov’suz kaderi bizim kaderimiz olmasın. Savaş, harabeler içinde öksüz çocuklar ya da çocuklarını yitirmiş anne-babalar bırakır. Savaş geride birçok Vanyuşka bırakır. Hem de Sokolov’suz Vanyuşka’lar. Her yeni Vanyuşka, bizi biraz daha öldürür.
Yeter artık! Sonsuza dek süren bir savaş yoktur.