“Bütün çıkışların kapatılmış olduğunu gördüğü için körü körüne öne atılan ümitsizlik, en safiyane niyetlerle de olsa felaketle elbirliği eder”T. Adorno
Kürt Meselesi politik bir sorun olarak politik zeminlerde çözülmesi gereken bir mesele iken Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren istikrarlı bir şekilde güvenlikleştirildi ve seksenli yılların ortalarından itibaren de çağımızın temel siyasal kavramlarının başında gelen “terörizm” kavramı ile ilişkilendirilerek üzerinde söz kurulması bile zorlaştırıldı. Baskı, zor, savaş ve şiddete rağmen Kürt meselesinde barış ve diyalog kanalları çoğu zaman açık tutuldu. Kanalların açık tutulması barış umudunu beslediği gibi Kürt ve Türk halkları arasında olası bir iç savaşın önünde de en büyük bariyer oluyordu. Fakat 2015’ten beri devlet tarafını temsil edenin kim olduğuna bakılmaksızın olası bir barış sürecini tamamen tasfiye etmeye yeminli bir konsept işliyor. “Kürt meselesini çözümsüzlüğe itip muhatapsız bırakmak” bu konseptin temel hedefi gibi görünüyor. Bu hedef doğrultusunda bir taraftan savaş tırmandırılırken eş zamanlı olarak AKP millileştirildi. Öyle ki; iktidar değişimiyle birlikte çözümün olası muhatabı bile şimdiden hizaya çekiliyor. Kürt meselesi politikanın rekabet kültürüyle değil düşmanlık ekseninde yapılmaya başlamasıyla son yıllarda yeniden “kışlaya ve dağa” havale ediliyor. NATO’ un kriz odalarında detaylandırılan bu stratejik akıl geçmişte olduğu gibi Türkiye’nin Kürtlerle politika yapmasını değil savaşmasını sonuna kadar destekleyeceğinden eminiz.
Tam da böyle bir atmosferde Türkiye Güney Kürdistan’a bir askeri operasyon başlattı. Her ne kadar Türkiye her zaman olduğu gibi savaşı “askeri operasyon” olarak tanımlasa da gerçekte dünyanın hiçbir yerinde 40 yıl süren bir askeri operasyon olmadığı gibi literatürde de böyle bir tanımlama yok. Ayrıca bu retoriksel hegemonya, tüm egemenlik gramerlerinde olduğu gibi yasallığın parlatılıp meşruluğun itibarsızlaştırıldığı tekniklerin başında gelmektedir. Burada asıl amaç hakikati yasal çerçeveye sıkıştırıp bükmektir. Bu yazıda Güney savaşının küresel savaş rejimi ile bağlantılarını içerecek şekilde Kürt meselesinin gidişatına yönelik iç siyaset ile ilişkilendirerek anlatmaya çalışacağım.
Egemenin savaş ihtiyacı: Sürdürülebilir savaşlar çağı
Son zamanlarda birçok egemen ülke, içerde yaşadığı krizleri perdelemek için yeni savaşlara ihtiyaç duyduğunu daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Hali hazırda Suriye ve Ukrayna savaşı devam ederken Türkiye’nin Güney Kürdistan’a yönelik başlattığı askeri operasyon birçok aktörün ihtiyaç duyduğu savaşlardan sadece biri; ve elbette bu savaş yerel, bölgesel ve küresel ölçekte güç ilişkilerini de etkileyecektir. Peki savaşların peş peşe başlamasının nedeni nedir? Bu soruya biraz cevap olmaya çalışalım.
“Otoriterleşmenin Aracı Olarak Savaş” adlı yazımızda şöyle bir bölümü kaleme almıştık: “Askeri sanayinin gelişmesiyle savaş rejimi hem siyasi hem sosyolojik olarak gündelik hayatı düzenleyen bir disiplin halini aldı. Ulusun erkek yurttaşları silah altına alınmalı, kutsal devlet korunmalıydı. Böylece Milliyetçilik ideolojisiyle açıkça flört eden kapitalist düzen, emperyal yayılmacılık stratejisiyle iki devasa dünya savaşına giden yolu açtı. Sağ ve sol ideoloji fark etmeksizin tüm dinamikler orantısız bir şekilde silahlanma yarışına girdi. Ferdi silahlanmanın yanı sıra denizaltıları, tanklar, uçaklar, helikopterler, dinleme cihazları, şifre çözücü teknikler ve istihbarat çalışmalarının yoğunlaşmasıyla artık savaş, siyasetin uzantısıydı; deyim yerindeyse savaş ve siyaset 20. Yüzyıl da tamamen birbirinden ayırt edilemez bir noktaya geldi.” 20. Yüz yıl bir distopyaydı; insanlık 20. Yüzyıldan çıkamadı.
20 yüzyıldan çıkamadığımız için 21. yüzyılda da silah teknolojisindeki hız ve yenilenmeyle eş zamanlı olarak “terörizm” dalgası bahane edilerek “güvenlik kaygısı” en büyük risk olarak görülmeye devam ediliyor; devlet elitleri inşa edilen bu riski bahane ederek silahlanmayı sürdürüyor; silahlanma stratejisi birçok ülkeyi doğrudan veya dolaylı bir biçimde savaşlar zincirine eklemliyor. Suriye ve Ukrayna savaşı devam ederken yeni başlayan Güney Kürdistan savaşı da bu zincirin ne ilk ne de son halkası olacak gibi görünüyor. Kapitalist modernite düzeninde nasıl ki 2. Dünya Savaşı, 1. Dünya Savaşı’nın uzantısı ise Ukrayna savaşı ve Güney Kürdistan savaşı da bitmeyen ve çözümsüzlüğe mahkum edilen Suriye savaşının uzantısı durumundadır. Sürdürülebilir bir savaşa dönüşen Suriye savaşı, Irak savaşı gibi başka zeminlere sıçrayarak aktörler açısından başka hesaplaşmaların yapıldığı bir yatırım alanı gibi görülmeye başlandı; bunun en görünür nedeni Suriye savaşında Rusya ve İran’ın güç biriktirmesi ve Kürtlerin sürpriz bir aktör olarak ortaya çıkması gibi beklenmeyen sonuçlardı.
Batı hegemonyasının Suriye savaşının beklenmeyen sonuçlarına yanıtı savaşı daha da tırmandırmak ve güç toplayan dinamikleri askeri, siyasi ve kültürel olarak sıkıştırmak oldu. Bu stratejinin ilk hedefi zayıf halka olarak görülen Kürtlerdi. Suriye savaşında herhangi bir tarafa eklenmeden yaşadığı coğrafyayı diğer halklarla birlikte savunmaya dayalı bir strateji izleyen Kürtler adım adım savaşın ve şiddetin içine çekildi. (Kürt halkı Selahattinê Kûrdîden ve Malazgirt’ten beri komşularıyla her dönem ortak tehlikelere karşı coğrafi birlik ruhunu esas alan bir savunma kültürüyle hareket etmiştir) Kürtlerin Türkiye ile devam eden çözüm süreci-iktidarın deyimiyle söylersek- buzdolabına kaldırıldıktan sonra (ne buzdolabıymış ama) hep birlikte savaş ve şiddet sarmalına girdik.
Orta Doğu’da bu gerilimler söz konusuyken Rusya ve Batı ülkeleri arasında önemli bir istasyon olan Ukrayna silah deposu haline getirildi. (Ukrayna’nın dünyanın en büyük dokuzuncu silah üreticisi ülke konumunda olması sıradan bir durum olmasa gerek). Ukrayna’nın silahlandırılması Batı’nın Suriye savaşında imajı parlayan Rusya’yı kendi mahallesinde çıkan bir yangınla uğraştırmaya dayalı frenleme ve itibarsızlaştırma stratejisiyle ilgiliydi. Savaşın başlamasıyla Ukrayna tarafının tek bir düğmeye basılmışçasına geniş çevrelerce parlatılmasının arka planında Rusya’yı durdurma ve kendi sınırlarına çekme hedefi söz konusuydu. Rusya Ukrayna’daki silahlanma ile başlayan yangına benzin dökerek söndürebilir mi, bunu bilemeyiz ama Rusya’nın Suriye’de eskisi kadar istediği gibi top çeviremeyeceğini söylemek çok zor değil.
Bunları anlatırken Rusya’nın en az Batı ülkeleri kadar Suriye savaşını araçsallaştırarak kendi menfaatlerinin yatağı haline getirdiğini not etmeden geçmeyelim.
Bu atmosferi makro bir perspektif ile ele aldığımızda ulusal güvenlik veya toplumsal kaygıların maniple edilerek siyasetin devre dışı bırakıldığı ve kliklerin tamamen pragmatik hesapları üzerine kurguladıkları bir savaş rejimi ile karşı kaşıya olduğumuzu görmüş oluyoruz. Savaşlar zinciri bilinçli olarak çözülemeyen toplumsal ve siyasal sorunların şiddet ile bastırılarak egemenlerin toplum üzerinde daha rahat otorite kurmalarını sağlayan bir enstrüman görevi görüyor. Haliyle savaş gerçekliği her zaman için güncel kalacak bir mesele gibi görünüyor.
Güney Kürdistan savaşının hedefi ve riskleri
İçerde onlarca soruna çözüm bulması gerekirken maceradan maceraya atlayan Türkiye bir süredir bölgesel savaşları fırsata çevirerek komşu halkların ülkesinde toprak genişletme politikası sürdürüyor. Bu politika hatırı sayılır bir kesim tarafından Lozan’ın yüz yılını doldurmasına yönelik bir ön hazırlık olarak değerlendiriliyor. Çünkü Ankara Lozan’ın süresinin bitmesiyle Kürt halkının statü talebinin yeni bir uluslararası antlaşma ile kabul edilme ihtimalini büyük bir tehlike olarak görüyor ve bu ihtimale karşı Misakı Milli nostaljisini yeniden canlandırarak Kürdistan coğrafyasını “millileştirme” gibi bir planı uygulamaya çalışıyor. Türkiye’nin Güney Kürdistan’da birçok noktada askeri olarak konumlanması, Güney’in ticaretine yön veriyor olması, siyasal ilişkilerini birçok noktada yönetmeye çalışması, 2016 sonrası Rojava ve Suriye’de girdiği hiçbir yerden geri çekilmemesi ve Hatay- Kıbrıs hikayelerini bir arada değerlendirdiğimiz zaman bu iddiaların doğruluğu daha da güçleniyor.
Türkiye’nin Güney’deki konumlanması şimdilik sadece askeri gibi görünse de buraya zamanla daha farklı politikaların uygulanmayacağının hiç bir garantisi yok. Yine Efrin başta olmak üzere Türkiye’nin Suriye’de girdiği diğer yerlerde yapılan idari, siyasi ve demografik müdahalelerin yanı sıra okullarda ve sosyal yaşamın diğer alanlarında adım adım uygulanan “Türkleştirme” politikasını hatırlamakta fayda var. Açıkçası yetkili ağızlardan bu iddiayı yalanlayan herhangi bir açıklama da yok.
Savaş rejiminde Ankara-Güney Kürdistan ilişkisi
Türkiye, Güney Kürdistan yönetimini Kürtlerin siyasal iradesi olarak değil, pragmatik ilişkilerini sürdürmek için aleni bir şekilde araçsallaştırdığı Kürtsüz, bayraksız, statüsüz bir yapı gibi görüyor. KDP ile Türkiye’nin son görüşmesinde Kürdistan bayrağının olmaması, Güney Kürdistan’a Kuzey Irak denilmesi bunun somut göstergesi. Güney Kürdistan hükümeti bu denklemde Türkiye’nin bir uydu devleti gibi görünmekten kurtulamıyor.
Güney Kürdistan hükümetinin (IKBY) bu dağınıklığı savaşın derinleşmesiyle bir türlü bitmeyen “Irak’ı ve Suriye’yi özgürleştirme savaşının” Güney Kürdistan’a kayma olasılığını güçlendiriyor; dahası Güney Kürdistan, bölgesel savaşın merkezi haline gelebilir. Güney’in iradesizleştirilmesi birçok kesimin dikkat çektiği gibi Güney’deki Kürt statüsünün kaybedilmesi gibi bir tehlikenin dikkate alınmasını zorunlu kılıyor. Mevcut savaş konusunda yaşanan sessizlik ile birlikte uzun zamandan beri Güney Kürdistan’daki statünün siyasi temsilinde yaşanan krizlerin aşılmaması, halkın sorunlarını çözme iradesinin zayıf olması ve Kürtler arası birliğe katkı sunmaktan aciz olan yönetimin varlığı doğal olarak Güney Kürdistan’da yeni risklerin önünü açıyor.
Kürt meselesinde siyasetsizliğin bir sonucu olarak savaş
Savaşlar genellikle siyasetsizliğin sonucu olarak ortaya çıkar. Güney Kürdistan savaşını da böyle değerlendirmek mümkün. Tuhaf gelebilir ama iktidar dahil Türkiye’deki tüm politik dinamikler 2015 ‘ten beri adım adım yaklaşan savaş konseptinin önüne geçmekte zorlandı. Kanımca bunu sadece milliyetçilikle açıklayamayız. Milliyetçiliği aşan ve hepimizi tehdit eden şiddet sarmalı politikayı avuçlarının arasına aldı. Politikanın karşı tarafı rakip olarak görme yerine düşmanlaştıran karakteri temel handikapların başında gelmektedir. Bu anlamda politika eksenli yapısal bir tartışmaya muhtaç olduğumuz çok net.
Savaş ve şiddet politikalarında ısrar etmek hem AKP’nin hem devletin ne kadar zor durumda olduğunu gösteriyor. AKP askeri bir zaferi yeniden bir seçim başarısı ile taçlandırma amacı güdüyor; ancak savaşta ısrar ettikçe özgün ve özerk siyaset yapabilme koşullarını kaybettiğini kabullenmek istemiyor. Savaş ve şiddet politikası derinleştikçe Kürt meselesi başta olmak üzere ülkenin diğer meselelerini çözme gücü AKP’nin elinden parça parça alınıyor. Güney savaşı AKP’nin Kürt meselesinde tek başına karar verici pozisyonunu daha da zayıflayacağı bir sonuca doğru gidiyor.
Peki iktidar bunu görmüyor mu? Gayet iyi görüyor. İktidar 2015’ten beri devam eden paradigmal değişimi tamamlamaya çalışıyor. Gerilim ve kaosu tırmandırarak Kürtler ile ilişkisini tamamen koparıp milliyetçi ve muhafazakar Türk seçmene yatırım yapmaya hazırlanıyor. Deyim yerindeyse AKP bu savaş ile Kürt defterini tamamen kapatıyor ya da kapattırıyorlar. Buradan hareketle iktidar içerde polis devleti dışarıda asker devleti ile savaş ve şiddet politikalarından güç devşirerek hem içeriye hem dışarıya karşı gelecek projeksiyonunu “güçlü lider, güçlü devlet” imajı üzerinde bina edecek gibi görünüyor. Tersi bir durum olursa büyük bir sürpriz olacaktır. İktidar buradan kazançlı çıkacak mı? Bu çok zor, ama son kez ve zorunlu olarak şansını denemek istiyor, kaldı ki torbasında topluma vaat edebileceği bir şeyde kalmadı. Bu savaşı iktidar açısından siyasetsizliğin geldiği son aşama olarak görmek mümkün.
Muhalefetin yaşananlar karşısında sorumluluk üstlenmemesi ve tüm sorumluluğu iktidara mal edeceğini düşünmesi de bir tür siyasetsizlik biçimi olarak okumak mümkün. Muhalefet “AKP nasıl olsa eriyor; bırakalım kaybetsin” havasında. Bu akıl yürütmeyle savaşın ve şiddetin büyümesini basite alarak kimsenin kazanamayacağı kaotik bir eşiğe sürüklenme riskini göz ardı ediyor ve ülkenin yeni bir vesayet rejimine teslim olma olasılığına göz yumuyor. Görünen o ki muhalefet gerilim ve şiddet politikaları sonucunda kaybedecek tarafa yatırım yapmayı aklına koyan ölü sevici konumunda. Bağrına taş basarak muhalefetin belediye başkanlarına oy veren Kürtlere muhalefet de bağrına taş basarak savaşa ve şiddete onay vererek nereye varmayı düşünüyor?
Savaş, şiddet ve çözümsüzlük Kürt meselesini nereye sürüklüyor?
Ukrayna savaşında barış elçiliği yapan Türkiye, Kürtlere karşı sürekli yeni gerilimlerin peşinde. Türklük sözleşmesinin yeni mutabakatını “Dünyada barış, Kürdistan’da savaş!” olarak adlandırmak gerekiyor. Son yüzyılda yerli ve milli mutabakatın veya Türklük sözleşmesinin gıdasını aldığı asıl mesele Kürt düşmanlığıdır. Savaşın ve şiddetin tüm Kürt kazanımlarını hedeflemesiyle Kürtlerin ve Türklerin “ortak gelecek” mefhumu ve “stratejik ortaklık” olgusu anlamsız ve de trajikomik bir hal aldı. Bu tablo bize çözüm masasını devirmenin maliyetinin gittikçe ağırlaşacağını gösteriyor. Herkes yoksulluğun arka planında AKP’den önce Türk Tipi parlamenter sistemi, AKP ile birlikte Türk Tipi Başkanlık sistemi olduğunu söylemekten kaçınıyor. Büyük bir çoğunluk günümüzde yaşanan çoklu krizlerin arka planında bu iki sistemin çözmekte aciz kaldığı Kürt meselesi ve bu meseleden kaynaklı bir rejim sorunu olduğunu kabullenmek istemiyor.
Normal koşullarda yaşamıyoruz; asıl meselemiz sadece zamlar ve ekonomik kriz değil. İnsanlar zamların ve ekonomik krizin sonuçları etrafında dolaşıp duruyor fakat kimse gerçek nedenlerle yüzleşmek istemiyor. Yaşanan krizlerin müsebbibi elbette iktidarın kötü politikalarıdır; fakat iktidarın hangi politikalar sonucunda ülkeyi bu hale getirdiği ile ilgili yüzleşme konusunda çok ciddi bir samimiyet sorunu yaşanıyor. Uzun süredir yaşanan çoklu krizlerin arka planında rejimin sorunsallaştırdığı Kürt meselesinin olduğunu kabullenmemek, çözümsüzlükte ısrar eden konseptin kristalleşerek sosyolojikleştiğinin bir sonucudur. Hakikatle yüzleşmek çözümü zorunlu kılacağı için kimse meseleye bir çözüm programı ile yanaşmıyor. Haliyle tüm aktörler çözümsüzlükte ısrar ederek kaosu ve savaşı onaylayarak buradan çıkacak sonuçlara göre siyaset yapmayı tercih ediyor. Güney savaşı tüm çözümsüzlük siyasetinin yarattığı bezginliğin bir sonucudur.
Bir kez daha hakikati vurgulayalım: Kürt meselesinin çözümü amasız, fakatsız barışın savunulmasından geçer. “Barışı savunmak”, Kürt meselesinin siyasi çözümünün yanı sıra demokrasi, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi temel hakları da içeren kapsayıcı ve stratejik bir mücadele başlığı haline gelmiştir. Barışın olmadığı ve savaş baronlarına sessiz kalındığı bir ülkede mevcut yaşamın daha zorlaşacağı açıktır. Sorumluluk sahibi her yurttaşın dönüp dolaşıp geleceği yer barıştan başka bir şey değildir.