Genelde dünya toplumu, özelde Batı toplumu Ukrayna savaşı ile yeni bir türbülansa girdi. Savaşın üzerinden bir ay geçti. Türbülanstan çıkışın ne zaman olacağını şimdilik ön göremesek de Batı’nın Rusya’ya yönelik siyasi, iktisadi ve askeri yaptırımları bize gelecekte savaşın çok ciddi sonuçlarının olacağını şimdiden söylüyor.
Bunun dışında görüldüğü kadarıyla Batı hegemonyası, Ukrayna savaşının sürmesi halinde birçok dinamiği müttefik olmaya zorlayacak, müttefik olanlara kesenin ağzını açacak, diğerlerine ise ya yaptırım ya da savaş… Putin rejimi, çoklu yaptırımları ve içerdeki kaosu ne kadar kaldırabilir bunu şimdilik öngörmek zor. Ancak mevcut durumda elindeki en büyük güç, dostlarını harekete geçirerek cepheyi güçlendirmek. Bunda da şu ana kadar başarılı olduğu söylenemez.
Kapitalist ilerlemenin motoru savaş rejimi
Kapitalist modernitenin kesintisiz sürdürdüğü savaş ve silahlanma rekabeti, dünyayı barış toplumundan savaş toplumuna doğru sürükleyen motor görevi görüyor. Doksanlı yılların başında soğuk savaşın bitmesiyle birçok coğrafyaya yayılan sıcak savaş bu stratejinin devamı niteliğinde. Hegemonyanın jeopolitik-jeostratejik rekabetinin küresel düzeyde ölçüsüz bir şekilde genişlemesi iç ve dış politikada eski düşmanlıkların kaşınmasıyla yeni gerilimlerin önünü açıyor. Bunu Rusya’nın Ukrayna savaşının başında Çar rejimine ve eski Sovyetik sisteme gönderme yapan diplomatik metinlerinden ve Rusya’nın karşısında hizalanan Batı kutbunun soğuk savaş jargonu etrafında kümelenen düşman yaratma stratejisinden anlayabiliyoruz.
Savaş ve silahlanma odaklı rekabetin uzun bir süreye yayılması küresel bir çürümeyi de tetikliyor. Mesela Suriye savaşındaki çözümsüzlüğün Ukrayna savaşına yansımadığını söylemek neredeyse imkansız. Çözümsüzlük realitesi savaşı herkesin kapısına taşıyacak riskleri doğuruyor. Sorunların genel bir doğası var; çözülmeyince genişler ve herkesi yutmaya başlar.
Savaş toplumunun vaadi yok
Savaş rejimini kapitalist rekabetin motoru olarak gören hegemonik kutupların dünyaya vaat ettikleri bir şey de yok. Ölçüsüz silahlanma, düşman yaratma pratikleri ve tüm yaşamı güvenlikleştirme stratejileriyle dünya yeniden savaş toplumuna doğru giderken Batının aydınlanma ile elde ettiği ve günümüzde birkaç AB ülkesine sıkışan “evrensel ve demokratik değerler” bile tamamen askıya alınabilir. Siyasal bilimci Evren Balta’nın dediği gibi uluslararası sistemin ana aktörleri artık kendilerini herhangi bir uluslararası norm veya antlaşma ile sınırlamak istemiyor. [1] Çünkü olağanüstü koşullarda toplumları yönetmeye çalışan esnek ve keyfi kurallara indirgenmiş siyasal sistemlerle hareket ediyorlar.
Küreselleşen dünyayı yeniden birbirinden yalıtacak şekilde soğuk savaşa sürükleme stratejisi dünyanın mevcut sosyolojik gerçekliği karşısında çok da sürdürülebilir gibi görünmüyor. İç içe geçen bir dünya toplumu var. Ancak tüm savaşların öngörülemeyen ve şoke eden sonuçları olabiliyor. Haliyle umarız olmaz ama Ukrayna savaşı tüm dünyayı yeni bir ilkelliğe, yeni bir ırkçılığa sürükleyebilecek potansiyele göz kırpıyor. Sol siyaset başta olmak üzere savaş karşıtlığına dayalı toplumsal hareketlerin sessizliği bu ilkelliğin olasılığını güçlendiriyor.
Genişleyen Savaşın muhtemel sonuçları arasında doksanlı yıllardan beri süregelen dünya düzeninin eskisi gibi olmayacağı ve paradigmasal bir değişime gidebileceği olasılığı yükseliyor. Değişimin hangi yönde olacağına dair şimdilik bir belirsizlik söz konusu olsa da mevcut gidişatın sürmesi halinde dünya halklarının büyük bir yoksulluğa ve kaosa sürükleneceğini şimdiden görmek zor değil.
Türkiye’nin denge siyaseti nereye kadar
Türkiye, Suriye savaşında ABD ve Rusya arasında uyguladığı ikili stratejiyi şimdilik Ukrayna savaşına da uyguluyor ve iktidar buradan içeride kaybettiği imajını tazeleme beklentisi taşıyor; ancak savaşın derinleşmesiyle birlikte her iki kutup da Türkiye’yi safını netleştirmeye zorlayacaktır. Rusya’nın peşinden gitmek birinci dünya savaşında İttihat ve Terakki kurmaylarının Alman hayranlığı sonucu oluşan ve büyük felaketlere yol açan maceralarına benzer sonuçlar doğurabilir. Batı kanadı ile hareket etmek de Rusya ile kurulan denklemi bozabilir. Bu nedenle Türkiye’nin denge siyasetinin ömrü kısa gibi görünüyor. Zira Ukrayna savaşının jeostratejik-jeopolitik bağlamı Suriye savaşından çok daha farklı. Dolayısıyla aynı stratejinin benzer sonuçları doğurması zor gibi görünüyor. Kaldı ki Suriye savaşında uygulanan ikili stratejinin şimdiye kadarki sonuçları hala tartışmalıdır, tartışmalı olmaya da devam edecektir. Suriye politikası, bir taraftan içerde ülkenin genel gidişatını etkileyen ve Kürtlerle devam eden çözüm sürecinin bitmesine; diğer taraftan tüm ülkenin iktisadi ve siyasi dinamiklerini sarsan askeri bir darbeye alan açtı. Türkiye’nin içine sürüklendiği stratejik çıkmazın Kürt meselesindeki siyasetsizlikten ve demokratik değerlerden olabildiğince uzaklaşan güvenlikçi politikasından kaynağını aldığını bir kez daha belirtmekte fayda var.
Hewlêr saldırısı ve olası Güney Kürdistan savaşı
Yazının yukarıdaki bölümlerinde Savaş rejiminin mekansal olarak genişlediğine ve olası sonuçlarına kısmen değindik. Bu denklemin ağırlık noktası kuşkusuz Ortadoğu coğrafyasıdır. Sadece yakın tarihte meydana gelen Arap- İsrail savaşları, İç savaşlar, Birinci, İkinci ve Üçüncü Körfez savaşları, Kürt savaşı ve hala devam eden Suriye savaşı Ortadoğu’nun bir savaş toplumu haline geldiğini gösteriyor. Bir türlü bitmeyen Irak savaşının ise son zamanlarda Güney Kürdistan’a kayma riski gittikçe büyüyor. Antalya Diplomasi Forumu bu savaşın fitilini ateşleyen gelişmelerden biri gibi görünüyor. Bu forumda Türkiye, KDP ve İsrail’in özel temasları İran’ı gerdi ve İran ilk defa Güney Kürdistan’ın merkezine, Hewlêr’e (Erbil) alenen üstlendiği bir saldırı yaptı. İran’ın Antalya diplomasi forumundan rahatsız olduğu söylenebilir; zaten Ukrayna savaşından dolayı tedirgin olduğu biliniyordu. İran hem Ukrayna savaşı hem de etrafında biriken tehditlerden dolayı tedirgin ve bu tedirginliğini dışa vuruyor. Hewlêr saldırısı tam da bu noktada İran açısından stratejik bir hamle sayılabilir ve muhtemelen bu saldırı Rusya’nın onayından bağımsız değildi. Bu süreçte Irak’ın arabuluculuğunda süren İran-Arabistan görüşmeleri de askıya alınmış ve seksene yakın Şii Arabistan rejimi tarafından idam edilmişti.
Türkiye uzun süreden beri Güney Kürdistan’a büyük bir askeri yığınak yapıyor. İran, Türkiye’nin Güney Kürdistan’daki askeri yığınağından da rahatsız. Güney Kürdistan aslında bir yönüyle birçok aktörün rahatlıkla cirit attığı askeri bir operasyon bölgesi haline getiriliyor. Bölge adeta bir silah deposuna çevrilmiş durumda ve İran buradaki silahlanmanın gayet farkında; askeri yığınağın yarın öbür gün başını ağrıtabileceğini görüyor. İran sıkıştırılacağını öngördü ve Hewlêr’e saldırarak dişini göstermiş oldu; bu saldırıyla Güney hükümetine, “dibimdesin, ben yanarsam seni de yakarım” dedi.
Güney Kürdistan 2002’de Baas rejiminin yıkılmasıyla başlayan savaşta “güvenli bölge” ilan edilmişti. Yeni denklemde Güney Kürdistan’ın barış ve güvenli bölge statüsü büyük bir tehdit altında. Buna rağmen küresel hegemonya, Güney Kürdistan Hükümeti’ni sürekli altından kalkamayacağı yükleri taşımaya zorluyor. Kürt halkının bir bütün olarak bu riskleri görüp Güney Hükümetini uyarması ve tepki göstermesi statünün kaybedilmesinin önüne geçebilecek tek unsur gibi görünüyor. Zira Güney Kürdistan’ın Ukrayna gibi bölgesel ve küresel güçlerin “ara savaş bölgesi” olması halinde Kürtlerin güneydeki statüsü büyük bir tehlike altına girebilir.
Güneydeki Kürt siyasal elitleri yirmi yıldan beri Güney Kürdistan’ı yönetmekte zorlanıyor; kendi aralarında birlik kuramıyor, halkın sorunlarına çözüm olamıyor ve bölgesel-küresel kirli işlere bulaşmaya devam ediyorlar. Kürtlerin Güney’de bir sistem kuramaması ve bundan kaynaklı genişleyen riskler büyük trajedilerin önünü açabilir. Siyasi, askeri ve ekonomik kurumsallaşmanın bir türlü sağlanamaması, iç çelişkilerin derinleştirilerek halkın sorunlarının önemsenmemesi büyük bir siyasal çürümeye neden olduğu gibi mevcut statünün de altını oyabilir.
Özellikle KDP’nin tüm sağ ve muhafazakar partilerin yaptığı gibi milliyetçilik ideolojisini köpürterek küresel hesaplara aracılık etmesi ve diğer Kürt dinamiklerine kibirli yaklaşımı, Güney Kürdistan’daki Kürt halkının herhangi bir sorununa çözüm olmuyor. KDP dünyadaki bir çok sağ-muhafazakar örneklere benzer şekilde hamasetle halkın gerçek sorunlarının yüzeye çıkmasını engelleyen stratejiyi uyguluyor; mevcut riskler bu stratejiden vaz geçmeyi zorunlu kılıyor. Çünkü bu siyasetsizlik halkın KDP monarşizminden ciddi bir rahatsızlık duymasına neden oluyor. Haliyle Güney Kürdistan’da kuvvetler ayrılığı başta olmak üzere denetlenebilir bir siyasal rejimin yanında tüm Kürtlerin söz sahibi olduğu demokratik ve evrensel değerleri referans alan bir siyasal model artık zorunlu hale geldi.
Sonuç
Batı toplumu kendi devlet elitlerinin dünya toplumunu sömürgeleştirmesine karşı genellikle sessiz kalmayı tercih ediyor. Suriye savaşından önemli dersler çıkaracakları yerde savaşın uzakta olması ve risklerin vekaleten yönetilmesi onları rehavete sürükledi. Ortadoğu’nun parazitleşen monarşilerine karşı büyük umutlarla başlayan Arap baharının maniple edilerek ve özellikle Suriye’nin küresel ve bölgesel aktörlerin askeri kapasitelerini sınadıkları küresel bir savaş laboratuarına dönüşmesine göz yumdular. Şimdi ise Avrupa sınırlarında başlayan ve belli ki zamana yayılacak olan Ukrayna savaşı ile büyük bir korkuya ve tedirginliğe mahkum oldular. Aynı realite Ortadoğu toplumları için de geçerli. Ortadoğu toplumları da Savaşın siyasi, iktisadi ve ideolojik rekabetin taşıyıcısı olmasına göz yumuyor.
Bölgesel ve küresel ölçekte savaşın belirleyici olmaya başladığı bu denklemde hayatımızın bütün iplerini devletler şebekesinin eline vermeye devam ettiğimiz sürece bundan büyük zarar görmeye de devam edeceğiz. Dünya toplumunun bu tür olağanüstü durumlara nasıl baktığı ve nasıl bir tutum alacağı tarihsel olarak her zaman belirleyici olmuştur, zira bu tür gidişatları belirleyen temel dinamikler toplumun bizzat içinden çıkmış ve gidişatı belirlemiştir.
Bunun en somut örneği Vietnam savaşında ABD toplumunun müesses nizam karşısında büyük bir savaş karşıtlığını geliştirmesi ve savaşın gidişatını doğrudan belirlemesidir. Bir diğer örnek ise 1756-1763 tarihlerinde İngiltere ve Fransa arasında yapılan ve her iki ülkenin de kaynaklarının tükenmesiyle halkın isyan etmesine yol açan yedi yıl savaşıdır. Bu savaşın uzun sürmesi, kaynakların tükenmesine ve halkın isyan etmesiyle dünyayı küresel düzeyde etkileyen iki büyük devrime neden oldu. Birincisi İngiltere’nin kolonisi olan şimdiki ABD’nin yerli halklarının sömürgeciliğe meydan okumasıyla “ABD Bağımsızlık Bildirgesini” ilan etmesidir; ikincisi ise Fransız alt tabakasının ve aydınlarının monarşiye karşı isyan başlatması ve Fransa ile başlayan halk devriminin tüm dünyayı küresel olarak etkilemesidir. ABD Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız İhtilali gibi küresel sonuçları olan iki büyük olayın, toplumun siyasete radikal müdahalede bulunmasıyla ortaya çıktığını yeniden hatırlatalım.
Yeni dünya düzeninin toplumların lehine sonuçlanması için gıdasını sol değerlerden alan yeni toplumsal hareketlerin öncülüğünde üçüncü bir yola ihtiyaç var. Bu bağlamda hegemonyanın iki kanadı dışında kalan ezilen halkların, sol siyasetin, kadın, barış ve ekoloji hareketlerinin ve sendikaların yapacağı eylem, protesto ve itirazlar hayati düzeyde önemlidir. Bu da bizi üçüncü yol stratejisinden bakan bir perspektifin küresel savaş karşıtlığı temelinde tartışılacağı bir denklem üzerinde düşünmeye zorluyor.