Mehmet Nuri Özdemir
İnsan varlık olarak, evrimsel aşamalardan geçerek bugüne geldi; bilişsel, bedensel ve ruhsal değişime uğramış olsa da bugüne kadar kimse kimseden daha üstün yaratılmadı; ancak her bireyin içinde doğduğu toplumsal sınıf ve statü, eşitsizliği yeniden üretti. Bu yapısallıklar bir kısım zümreleri imtiyazlı hale getirirken toplumun karar süreçlerine dahil edilmediği hiyerarşik ve iktidarcı rejimleri de kalıcı hale getirdi.
İnsanlığın eşitsizlik üreten bu hikayesinde, imtiyazlara, makro-mikro iktidar biçimlerine ve çoklu hiyerarşilere maruz kalan alt tabakalar tarih boyunca kendilerini korumak ve “savunmak” zorunda kaldı. Savunma refleksiyle topluluklar, gasp edilen özgürlüklerini ve hayatlarını geri almak için kesintisiz “direnişler” gerçekleştirdi ve çoğu zaman tarihin akışına da yön verdiler.
Modern yaşamın gündelik zapturaptı altında direnişlerle bağlantı kuracak zamanımız olmasa da hayatımızın her safhasında, esasında, bu direnişlerin izleri var; yerleşik yaşamdan oy hakkına, klan-kabile formundan çağdaş parlamento ve meclislere, etnik, dini ve sınıfsal direnişlerden kent haklarına ve toplumsal cinsiyet özgürlüğüne kadar, neredeyse kazanılmış tüm hakların altında bu direnişlerin izleri var ve her direniş birer deneyim olarak insanlığa büyük bir “öz savunma” becerisi kazandırdı. Direnişin bu diyalektiksel akışına insanlığın ayrıntıdaki özgürlüğü keşfetmesiyle geliştirdiği “savunma refleksi” yön verdi.
Tarihsel savunma refleksinin yarattığı öz savunma direncinden dolayıdır ki bugün hiç kimse kolay kolay önüne gelene bağırıp çağıramaz, kimse kimseyi kolay kolay aşağılayamaz, kimse bir başkasını istediği gibi sömüremez. Zira tarihsel öz savunma ve direniş eksenli deneyimler insana onurlu yaşamayı ve onuruna zarar geldiğinde “direnmeyi” öğretti; “direnme hakkı” alt tabakaların, ezilen ve sömürülen kitlelerin en meşru dayanağı haline geldi; bugün bütün muktedirleri en fazla ürküten şey, kitlelerin direnme hakkını hala elinde bulundurmasıdır.
Bu yönüyle insanın direnişlerle kurduğu anlam dünyasını savunması ve bu savunmanın omzunda yükselen iradi güç, insanlığın kendisiyle yaptığı kadim bir mutabakattır; bu mutabakat aslında bir yönüyle kişilerin ve toplulukların öz saygısını besleyen ve kendileriyle barışık olmasını da sağlayan “insanlığın temel sözleşmesi” olarak kabul edilebilir.
Bireyin kendisiyle ve toplulukların kendi iç hukuku gereğince yaptığı sözleşme ile kendi onuruna sahip çıkması, rızası dışında dayatılanlara itiraz etmesi, insana ve insanlığa çok şey kazandırdığını ne kadar söylesek yine de azdır. Hem bireyin hem toplumun kendisine dayatılan yaşamı reddetmesi, bir taraftan bireyin kendisiyle barışık olmasını, diğer taraftan toplulukların iç barışını tahkim eder; bu direngenlik sayesinde toplulukların birbirine bakacak yüzü olabiliyor. Çünkü bir toplumda eğer barış ve birlik varsa insanlar o zaman yüz yüze yaşayabilir ve bu tüm halklar için çok önemli bir ilkedir. Tarihsel olarak iç barışı zayıf olan topluluklar birbirinin yüzüne bakamadıkları gibi başkalarının her sunumuna rıza gösterirler; haliyle kendileri dışında kalan bir merkezden belirlenen boyun eğme ve itaat ilişkisi, yeni toplulukları olası tehlikelere karşı savunmasız hale getirir.
Yaşamı tamamen ortadan kaldıran ölüm gibi radikal cezalandırmalara rağmen, insanların kimi zaman zulme uğrayan bir halkı, kimi zaman evrensel bir hakkı, kimi zaman bir fikri, hayatı pahasına savunmaktan vaz geçmemiş olması; insanların bir kısmının başka hayatlar için kendi hayatlarını feda ediyor olması, insan haysiyetinin ne kadar kolektif, köklü ve dirençli olduğunu da gösteriyor. Zira insan haysiyetiyle oyun oynanmaz; insanlığın kadim savunma refleksi bunun en somut göstergesi; ve insan, onurunu taşıyabildiği kadarıyla kendini değerli hissedebilir.
Modernitenin şiddeti
Belli zümrelerin menfaatlerinin taşıyıcısı haline getirilen Uygarlık, şiddeti sistematik hale getiren rejimler yarattı; ve toplumlar da buna karşı başından beri refleks gösteriyor ve direniyor.
Uygarlık merkezleri yer değiştirse de pratikler hep benzerdir. Zaman içinde doğudan batıya kayan uygarlık merkezi batı modernitesi olarak isimlendirildi; batı modernitesi uygarlığın politik, ekonomik ve kültürel şiddetini tekelleştirmenin kurucu çatısı haline geldi. Modernitenin şiddeti son iki yüzyılda farklı formlarla tüm dünyaya hızla yayıldı. Demokrasi gibi yumuşak formlar bu şiddetin önüne geçmekte başarısız olmasına rağmen şimdilik şiddete karşı demokrasi ve barış savunusundan daha iyi bir model yok.
Savaşın şiddeti modernitenin en radikal yüzüdür. Sözüm ona doğayı kontrol altına almayı hedefleyen uygarlık, o zamana kadarki en büyük şiddeti üretti. Dünyanın her yerinde modernitenin şiddetine karşı sistem karşıtı hareketler direnç gösterdiler.
Bizden önceki kuşaklar batı modernitesinin ürettiği şiddetin birçok türüne maruz kaldı. Bizim kuşak ise modernitenin dayattığı Kürt savaşının şiddetine maruz kalarak büyüdü. Birçok yaşıtımızı, akrabalarımızı, arkadaşlarımızı ve daha nice insanları bu savaşta kaybettik. Kürt savaşı sürerken bir çok savaşa da tanıklık ettik. Kırk yıllık Kürt savaşının yanı sıra eş zamanlı olarak Filistin- İsrail savaşı, bir milyon insanın yaşamını yitirdiği İran-Irak savaşı, iki Körfez savaşı ve Arap baharı ile başlayan ve Suriye’de dünya savaşına dönen on yıllık savaş, büyük bir maliyet, büyük bir yorgunluk yarattıysa da devletler ve şirketler şebekesi yorulmak nedir bilmedi; ve savaştan savaşa çağın en gelişmiş teknolojilerini taşıyarak büyük katliamlara, insanlık suçlarına, milyonlarca insanın göçüne, doğa ve toplum kırımına neden olmalarına rağmen şiddeti normalleştirerek kalıcı hale getirdiler. Suriye savaşı devam ederken hali hazırda Ukrayna savaşı ise büyük risklere gebe.
Bizim barışımız
Bu savaş ve şiddet iklimine rağmen Kürtler doksanlı yılların başından itibaren barışı hem Kürt meselesinin çözümü hem de temel insani ilke olarak savundu. Barış savunusu geniş kitlelerde karşılık buldu. Devlet barış savunusu karşısında çeşitli dönemlerde bazı adımlar attı. Toplum şaşırtıcı düzeyde barışı destekledi. Doksanlı yıllardan beri defalarca denenen barış ve çözüm süreçleri kısa bir süre de olsa kanın akmasını durdurdu. Bu süreçler, ekonomik büyümenin ve normalleşmenin yaşandığı en iyi dönemlerdi.
Tam da bu nedenle, kim ne derse desin, Oslo’ya gidebilmek, Habur’da çadır açmak, İmralı’da masa kurmak yanlış değildi. Bunların tümü Kürt meselesinin çözümünde bir mesafe alabilmek için çatışmaların ve ölümlerin durmasına yönelik atılan kıymetli adımlardı. İktidar hala barışın fizibilitesinden ekmek yiyor; bizler hala barış umuduyla yaşıyoruz ve bunun için mücadele ediyoruz. Paris’te barışı kana bulamak için hamburgerci-pizzacı kılığına giren akıl ise ilk gün kaybetmişti zaten; bu akıl Kürt meselesini çözemedi ve hiçbir zaman da çözemez.
Daha müreffeh bir hayat için, barışı talep etmek ve bunun için mücadele etmek hem bir sorumluluk, hem bir haktır; kaldı ki herhangi bir yurttaşın savaş isteme hakkı olamaz, öldürme hakkı olamaz; ama her yurttaşın barış isteme sorumluluğu vardır ve bu hak üçüncü kuşak insan haklarının en önemlisidir. Dolayısıyla yurttaşlar çatışan tarafları barışa ve çözüme, adil ve insani olana davet edebilecek en meşru dinamiktir.
Türkiye açısından seçimlerin galibi kim olursa olsun yeni cumhuriyetin demokratikleşmesi doğrudan Kürt barışına bağlıdır. Biz barış savunusu için mücadele eden yurttaşlar olarak bunu söylemekten hiçbir zaman yorulmayacağız.
Son kırk yılda yaşanan savaşlara baktığımızda hem bölgemizde hem dünyamızda büyük bir savaş karşıtlığı ve onu tamamlayan büyük bir barış savunusunun gelişmesi Kürt savaşı, Suriye ve Ukrayna Savaşı ile birlikte artık büyük bir sorumluluk halini aldı. Büyük bir barış hareketine ihtiyacımız var. Hem bölgemizde hem dünyada insanca yaşayabilmek için savaşı durdurmamız lazım, “savaşa hayır” dememiz lazım; bunun için barışı ve demokrasiyi geri çağırmalıyız ve buna inanmalıyız. Toplum olarak hayatlarımızı devletler ve şirketler şebekesine terk edemeyiz; hayatlarımızı bizler belirlemeli ve siyasi karar süreçlerine doğrudan katılmayı talep etmeliyiz.