“Sen hiç Kürt’e benzemiyorsun.” Bu ifade o kadar yaygın kullanılıyor ki yaşadığımız toplumda, gündelik hayatta. Hatta fazlaca içselleştirilmiş, normalleştirilmiş, rahatlıkla insanların suratlarına dümdüz söylenebilir hale getirilmiş bir ifade hali.
Bir okul çıkışında çocuğunuzu beklerken başka velilerle ayaküstü tanıştığınızda adınız Kürtçe ise, kumsalda güneşlenirken ‘Nerelisin?’ diye gelen sorunun cevabını verdiğinizde ya da hastanede kayıt işlemleri yaparken adınız Kürtçeyse ya da sokağınızdaki bakkaldan ekmek alırken o kısa ayaküstü mahallenin güncel durumuna dair yaptığınız sohbetinizde ve her an her yerde, çok sık biz Kürtlerin karşısına ansızın çıkıyor bu şaşkınlık içeren ama ayrımcılığın en sinsi biçimde ifade bulmuş hali. Hatta bir gün hiç unutmuyorum; üniversitedeki ilk yılımdı, nerde bir tiyatro, bir konser, sergi, festival varsa heyecanla takip ediyorum, elimden geldiğince gitmeye görmeye çalışıyorum. Bütün bunları da sınıfta bir arkadaşıma heyecanla anlatıyorum. Sonra başka biri araya giriyor, beraber konuşuyoruz, sonra derken nerelisiniz sorusu geliyor. Cevabını veriyorum. Aa sen hiç Kürt’e benzemiyorsun diyor. Aslında “tipim” oldukça Kürt ama iyi bir kültür sanat takipçisi olmam onu dehşete düşürmüş olmalıydı. Televizyonlarda, dizilerde, kitaplarda anlatılan Kürt’e hiç benzemiyordum sanırım. (Kültürel hegemonyanın nasıl çalıştığı ve günümüzdeki tezahürü ayrı bir yazının konusu.)
Önce Kürt yoktu. Sonra kart kurt oldu. Sonra dağlı, eğitimsiz, cahil, isyancılar oldu. Sonra, büyük trajediler yaşandı ve bedeller ödendi ve Kürt’ün varlığı inkar edilemez oldu. Fakat bu sefer de Kürt’ün iyisi kötüsü, yardım severi kalleşi, seveceni yalancısı, eğitimlisi eğitimsizi, daha esmeri daha açık tenlisi, sarışını kumralı, aksanlısı aksansızı, politiği apolitiği, ü ve ö’leri karıştıranı karıştırmayanı gibi yakıştırmalar ve atamalarla ayrıştırılmaya başlandı Kürt’ler. Bunun altında yatan en büyük motivasyonlardan biri de tahakküm etme arzusuydu. Bir nesne gibi eline alıp, şekillendirip, hizaya sokup, kategorilere ayrıştırıp, varlığının her hücresine kadar tahakküm etme arzusu. Üstelik bunu toplumun çok geniş bir kesimi her an yeniden üretiyor, yapıyor. Hani derler ya, hiçbir ırkçı, ırkçı olduğunu kabul etmez, işte tam o hesap, kültürel hegemonyanın nasıl çalıştırıldığına ve gündelik yaşamda bunun üretimine nasıl katkı sağladığına dair neredeyse dönüp kimse bakmıyor, sormuyor. (Tabii konforlu alanlar çok tatlıdır. O da ayrı bir konu.)
Üstelik, bütün bunlar da çok çeşitli araçlar ve yöntemlerle yapılıyor tabii. Hizaya gelmeyenler, yarattıkları kategorilere sığmayalar ise yıllar içerisinde çok çeşitli bedensel ve ruhsal işkencelere maruz bırakıldı, bırakılıyor. Bunlar da yeterli sonucu vermeyince, kitlesel tutuklamalarla beraber, hukukun sınırları içinde Kürt’ün aidiyetini ve varlığını tartışılır hale getirmek deneniyor.
Altı yıldan fazladır bir tutuklu yakınıyım. Bu altı yılda çok çeşitli davalar takip ettim, iddianameler okudum. Hemen hemen her Kürt’e hayatının her döneminde çeşitli şekillerde dayatılan hukuksal mücadeleler sonucunda, her Kürt’ün olduğu kadar bir avukat olduğumu söyleyebilirim. Bu dava dosyalarını takip edip okumak şu yüzden önemli, her satırında yeniden görüyorsunuz ki, toplumsal sözleşmede yer alan eşit vatandaşlık ilkesi Kürt’e hiç uğramıyor. Yargılama süreçlerinin en temel prensiplerinden biri olan, her taraf için lehte araştırma yapma çabası, yargılama konusu ve kişisi Kürt olunca nedense hep tek taraflı işliyor. Kürt’ün masumiyet karinesi, varlığının kendisi bir günah gibi sayılıp, hiç yokmuş gibi işletiliyor yargılama süreçleri. Mahkeme salonlarında Kürt’ün yokluğu ispat edilmeye çalışılıyor. Ve bütün bu süreçler, akıl almaz emekler, paralar ve zamanlar harcanarak yapılıyor ama en ekonomik ve kolay yöntem olan eşit olma fikri hiç akıllara dahi gelmiyor bütün bu işletilen çok karmaşık süreçlerde.
Şunu da görmekte fayda var, evet sistem bir çerçeve çiziyor ama bütün bu süreçleri biricik insanlar, bireyler işletiyor. Ve o bireyler de bütün yaşamları boyunca okudukları kitaplarda, gazetelerde, izledikleri filmlerde, tiyatrolarda, dizilerde, dinledikleri şarkılarda, yani bütün iletişim kanallarında korkunç bir dezenformasyon ve ajitasyonlar yetişiyorlar. Dolayısıyla o karar alıcı mekanizmaların koltuklarına oturduklarında zaten bir taraf olarak var oluyorlar. Şimdi yine bir seçim sürecindeyiz ya, herkes de Kürt’ü hem dövüyor hem oyunu istiyor ya, sorulacak çok soru var da bir tanesi de şu olsun; her hücresine kadar ayrıştırılmış bu toplumu, toplumsal algıyı değiştirmek gibi bir gündeminiz var mı? Varsa nasıl yapmayı planlıyorsunuz? Bir programınız var mı? Yoksa siz de “Kürt’e hiç benzemiyorsun” siyasetine devam mı edeceksiniz. Bağımsız bir yargı ve adalet duygusunun gelişmesi için bunun çok kritik bir nokta olduğuna inanıyorum. Yoksa ayrışmış toplumun bireyleri o mahkemelerde Kürt’ün inkarına devam edecektir. Ve bizler de bütün bir toplum olarak dayatılan çözümsüzlükte debelenmeye devam ederiz.
Henüz sanırım birinci sınıfa gidiyordum. Bir sabah işe geç kaldıkları için evdekiler beni, çocuğu benimle aynı okula giden komşumuza emanet ettiler. Yol boyunca bana birçok soru sorduğunu anımsıyorum bizi okula götüren kişinin. Nerelisiniz, adın ne, annen baban ne iş yapıyor gibi aslında çok sıradan ve gündelik sorulardı. Yol boyunca o kadar çok soru sordu ki, sadece ilk adım olan Evin’i söyledim. Ve bütün gün akşam ailemle buluşuncaya kadar acaba Kürt olduğumuzu anlamış mıdır diye kaygılandım. Aslında yakın çevremde, Kürt olduğumuz öğrenilirse başımıza bir şey gelir gibi anlatılar ya da telkinler hiç olmuyordu ama diğer bütün çocuklar gibi her şeyi görüp, gözlemleyip yaşatılan ayrımcılığı anlamış olmalıydım. Ya da savaşın ve yerinden edilmenin sonucunda, o yıllarda İstanbul’a gelen ve sayısı milyonları bulan Kürt’lerin bazılarının çocuklarının, yaralarını sarmak için buluştuğu MKM’de başka çocuklardan anlatılar duymuştum belki de. (MKM’yi ayrıca yazacağım.)
Aradan otuz yıl geçti. Malum barınma krizi var, ben de oradan oraya taşınıyorum sürekli. Bir seferinde eşyalarımın bir kısmı taşındığım evde kalmıştı, onları almak için uğramak istediğimde, yeni kiracılar, evde boya ustaları olduğunu telefonumu onlara verip Jiyan uğrayacak diye ustalara haber verdiklerini söylediler. Onların da numarasını bana verdiler tabi. Aradım. Aksandan ustanın Kürt olduğunu anlamıştım. Uygun oldukları saatleri sordum ve anlaştığımız saate uğradım. Gözleri pırıl pırıl parlayan, biri daha genç iki usta beni evde karşılamıştı. Heyecanla sordukları ilk soru şu oldu; “Hocam nerelisiniz?” Cevabı verdim ve Kürtçe konuştum. Büyük bir özgüven ve heyecanla, “Ya öyle mi, biz de siz acaba Kürt müsünüz diye merak ettik bütün gün” dediler. Adım Jiyan’dı, Kürt’e de benziyordum ama “Kürt müsün?” diye doğrudan sormamışlardı.
Evin Jiyan Kışanak kimdir?
Uluslararası ilişkiler lisans eğitimi aldıktan sonra, insan hakları hukuku yüksek lisans programına devam etmekte. Geçmişle yüzleşme ve adalet alanında çalışmalar yürüten çeşitli sivil toplum kurumlarında projelerde yer aldı. Barış aktivisti ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde barış atölyeleri organize edip yürütücülüğünü yaptı. Mahpus yakını ve hak savunucusu.