Özellikle son birkaç yıldır kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet ve istismarın toplumun tüm hücrelerine nüfuz ederek ahlakı, vicdanı kör ettiği bir yerden kadın/çocuk kavramının yeniden yerle yeksan olduğu, zifiri bir karanlığın içinde emilip havada nasıl asılı kaldığını tartışıyoruz.
Bir kez daha anlıyoruz ki erkek iktidar denen örgütlü kötülüğün koridorlarında ışık yok.
İsmailağa cemaatine bağlı Hiranur Vakfı’nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in 6 yaşındaki kızı H.K.G’yi kendisinden yaşça çok büyük Kadir İstekli ile ‘evlendirdiğini’, H.K.G’nin yıllarca her türlü sistematik istismara maruz kaldığını öğrendik.
Dahası Aile Bakanı’nın bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı açıklamayla H.K.G’nin 30 Kasım 2020’de İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurarak yaşadıklarını anlattığı ve elindeki ses kayıtlarını adli makamlara verdiği ama iki yıl süren davada kimseye önleyici bir ceza dahi verilmediği ortaya çıktı. Olayın basına yansıması ve toplumsal itirazların gelişmesi ile baba ve ‘koca’ tutuklandı. Durum, hem iktidarın hukuk ve erkek aklı ile kurduğu ilişkinin anatomisi hem de toplumsal çürüme ve tahayyül açısından son derece öğretici.
Bu öğretici durumun tam olarak neye tekabül ettiğini, kadınlara ve çocuklara yönelik şiddetin/istismarın insanlığın geleceğine nasıl bir faşizm faturası eklediğini ise Michael Haneke’nin yazıp yönettiği Beyaz Bant (Das weiße Band-2009) filmi üzerinden okumak istiyorum.
‘Her türden şiddetin kökeni; Beyaz Bant’
Beyaz Bant, Almanya’daki bir kasabanın I. Dünya Savaşı’ndan hemen önceki durumunu konu alıyor. Küçük bir kasaba üzerinden sosyolojik bir panorama çıkaran Haneke’ye göre yapım, “her türden şiddetin kökenlerini” ortaya koymakta.
Hikâyenin bir öğretmenin ağzından aktarıldığı filmde, kasabada yaşanan esrarengiz olayların, daha doğrusu suçların birbiriyle bağlantılarını sezinliyoruz. Sezinliyoruz diyorum, çünkü suçların faillerinin kim olduğunu değil, suçların ortaya çıkma zeminlerini ve yaşananlar karşısında kasaba halkının kolektif sessizliğinin yarattığı toplumsal hali görmemiz istenmekte. Herkes işlenen suçları biliyor, görüyor, duyuyor ama ortada bir suçlu yok, kimse suçluyu bulmak istemiyor, kimse suçluyu işaret etmiyor/edemiyor. Kimse bu işlenen suçlardan kendini sorumlu tutmuyor. Sessizlik suça dönüşüyor.
Tüm kasabanın sessiz ortaklığı; herkesin suçlu ve herkesin suçsuz olduğu bir kısır döngüye baş döndürücü bir davet sunuyor. Simgesel ve fiziksel şiddet pratiklerinin, kurumsallıkların (din otoritesi gibi) erkeklik nosyonunu yeniden üreterek, toplumsal dokuyu bozduğunu görüyoruz.
Filmin karakteri 20. yüzyılın başlarında Avrupa’nın yaşadığı gerilimler üzerinden iki taraflı olarak konumlandırılmış. Kasabanın papazı ile öğretmen karakterleri sembolik olarak Protestan ahlakı-muhafazakarlığının egemenliğine karşı modernlik çatışmasını tarif ediyor. Kasabanın sosyo-ekonomik alt yapısının çelişkileri, aristokrat-çiftçi-din adamı üçgeninde tabakalanmış durumda. Sınıfsal çelişkilerin birleştiği tek ortaklık ise ataerkil sistemin egemenliği ve oradan kendini büyüten, geliştiren ve sürdüren şiddetin kendisi olmaktadır.
Aile içi istismarın yol açtığı döngü ve ‘sevgi’ kılığına bürünmüş şiddet
Çocukları masum yerine nötr olarak gördüğünü ifade eden Haneke’nin filmde odaklandığı esas noktanın da ‘sonrası’ olduğunu görüyoruz. Çünkü I. Dünya Savaşı’nın başlarında bu küçük kasabada yaşanan olaylarla yetişen nesil, II. Dünya Savaşı’nı ortaya çıkaran iklimi şekillendirdi. Nazi Almanyası’nın tarihsel, sosyolojik ilişkiler üzerinden kendini yarattığını anlatan film, çocukların “kutsal aile” safsatası altında nasıl mengenenin dişleri arasına girdiğini açıkça söylüyor bize.
Filmdeki kasabada geçtiği üzere; kadınların ve çocukların şiddet üzerinden denetimi, ana temadır. Kasabadaki her ev içinde kadınlar ve çocuklar şiddet görüyor, erkekler kız çocuklarına tecavüz ediyor, genç kadınlar babalarının mülkü ve üzerlerinde her türlü eylem haklı görülmekte, itaat edilmediği taktirde işkence yöntemleri ile şiddet görmektedir. Erkeklerin kendileri için yarattıkları “kutsal aile” içinde sistematik şiddet sarmalını “sevgi” kılıfı ile örmektedir. Babaların kız çocuklarını taciz etmeleri sevgidendir, çocuklarına uyguladıkları şiddet ise iyi bir insan olmaları için itaat etmelerini amaçlar, şiddet sevginin göstergesidir. Toplumun sevgisi ve ahlakı, şiddetle kurulan bağın içindedir. Şiddetle kurulan bağın normalleştiği toplumların yozlaşması da kaçınılmazdır. Dinin ‘kutsal aile’si temellerini kadınların ve çocukların beden ve ruhlarını babalara/kocalara/din adamlarına yani otoriteye peşkeş çekmesi ile kuruyor.
Peki, yozlaşmış toplumlarda yetişen çocuklara ne mi oluyor?
Filmde buna dair oldukça ince ve derinlikli tartışmalar yürüyor. Aile içinde herkesin bildiği ama sır olarak kimseyle paylaşılmayan bu şiddet ve tacizler, çocukların ve gençlerin şiddeti kendi aralarında da uygulamasına yok açmaktadır. Birbirini takip eden bu ilişki döngüsü çıkmazlar yaratarak yenileniyor. Filmin kırılamayan bu döngüsünde kasabanın yetişkinlerinin, I. Dünya Savaşı’nı yaratan toplumun kolektif suçluluğunu işaret ederken, bu yetişkinler tarafından büyütülen gençler ve çocukların ise II. Dünya Savaşı’nı, Nazi Almanya’sını yaratmadaki kolektif suçunu işaret etmektedir. Öğretmen karakteri ile bilimin, eğitimin ve modernliğin bu döngüyü kırabileceğine dair umut gösterilmiş. Fakat ne kadar umut edilebileceğini tarihin kendisi bize gösteriyor ve durum içinden geçilen pozitivist aklın serencamında pek de parlak değil.
“Kolektif Sessizliğin Türkiye’si”
Başa dönersek; Michael Haneke’nin Beyaz Bant’ı bugün Türkiye’nin herhangi bir kasabasında, köyünde, mahallesinde yaşananlardan ne kadar farklı olabilir? Sanırım koca bir “hiç” demekten başka bir şey denemez. Sadece kısa bir dönem içinde yaşanan suçların toplum tarafından nasıl üretildiğine bakmak bile yeterli olabilir. Özellikle kadınların ve çocuklarının beyanlarını esas almayan erkek egemen yargının mahkemelerinde, savunmalarında çokça duymaya başladığımız “çocuğun rızası” sözleri bir dil sürçmesi, yanlış kullanılan ifadeler veya gelişi güzel kullanılan ifadeler değil. Topluma 6 yaşında ya da 12 yaşında bir çocuğun rızasının olduğu fikrinin yerleştirilmesi, failleri suça teşvik edecek zemini yaratıyor.
Her gün bir kadının katledildiği, çocuklara yönelik her türlü cinsel/fiziksel şiddetin kapalı kapılar ardında yaşandığı, yoksulluk/yoksunluğun bin bir veçhesiyle hayatta kalmaya çalışan insanların dertleri yetmezmiş gibi bir de yoksullukla sınananların savaşa endeksli bir çığırtkanlığın yüksek sesleri arasında paranteze alındığını da görmekteyiz…
Bizler için buradaki umut ışığı, H.K.G’nin 2020 yılı içinde tesadüfen dinlediği bir radyo programında kendisine yapılanların suç olduğunu öğrenmesidir. 2020 yıllarında -ve hala öyle- kadınların gündeminde İstanbul Sözleşmesi vardı. Her yerde, mücadeleyle kazanılmış İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırılara karşı kadınların eylemleri vardı. İstanbul Sözleşmesi bizim derken, İstanbul Sözleşmesi hayat kurtarır diye sokaklarda eylemlerdeyken, H.K.G’nin hayatını kurtardı. Bizlerin umut ışığı, erkek egemenliğine karşı, onun şiddetine ve savaşlarına karşı kadınların özgürlük mücadelesidir. Toplumsal yaşamın özgürlüğü ve eşitliği ise mücadelemizin gücüyle kendini dönüştürerek yaratacaktır.