Özgür Sevgi Göral
Geçen hafta, hafıza sahasıyla çok köklü bir ilişki içinde olan hukuk alanını ele almaya çalıştım. Hem Fransa’da hem Türkiye’de konu sömürgecilikle ilişkili olarak işlenen devlet suçları olunca hukuk alanı, zaman zaman kimi kapıları aralıyor gibi olsa da, en nihayetinde katı, sistematik, yapısallaşmış ve değişmeyen bir faili koruma refleksiyle hareket eder. Yargı mekanizması, bir bütün olarak, failler sömürgeci rejimde sömürgeye karşı direnenleri ve politik mücadele verenleri katledince, işkence yapınca, zorla kaybedince katı bir cezasızlık zırhıyla failleri korur. Yine geçen hafta, özellikle Türkiye örneğinde, bu cezasızlık zırhının farklı politik konjonktürlerde aralanır gibi olmasına rağmen, Cizre JİTEM ekibinin yargılandığı Temizöz ve Diğerleri dosyasından yola çıkarak, o zırhın nihai olarak nasıl dokunulmadan kaldığını vurgulamıştım. Buna rağmen Kürdistan’daki kayıp yakınlarının, illa sonuca dair bir umut ya da beklentiyle değil ama yargılama sürecinin kendisine etik ve politik olarak müdahale etmek için bu dosyayı yakından takip ettiler. Bu mücadeleyi, kayıp yakınlarının hem gerçek Kürdistan’da hem de sömürgeci hukuk aleminde tezahür eden yasal Kürdistan’da verdikleri bir tanınma, kaybedilene sadakat, inat ve devlete ve zamanın geçişine meydan okuma mücadelesi olarak görüyorum.
Bugün hukuk alanından konuşmaya bu kez Fransa’daki bir örneğe yoğunlaşarak devam edeceğim. Fransa örneğinden ele alacağım dava aynı zamanda bizi, devlet şiddetinin hem çok önemli ama hem de belki oldukça idealize edilmiş bir kavramı olan arşiv kavramı üzerine de düşünmeye teşvik edecek. Hafıza militanları başlıklı yazımda bir hafıza militanı olan Jean-LucEuinadi’yi ve 17 Ekim 1961’de Paris’te 200’den fazla Cezayirlinin öldürüldüğü kıyımın bir katliam ve devlet suçu olarak tanınması için mücadelesini anlatmıştım. Şimdi 17 Ekim 1961 katliamının en önemli faillerinden, eski Nazi işbirlikçisi MauricePapon ve hafıza militanı Jean-LucEuinadi arasındaki iki farklı yargısal süreçten söz edeceğim. Bu yargılamalardan biri, aynı zamanda iki Fransız arşivcinin kritik katkısıyla seyir değiştirdiğinden, arşiv meselesini de tartışmaya açmak açısından çok uygun bir zemin oluştururlar.
17 Ekim 1961’de sadece Cezayirlileri kapsayan ırkçı sokağa çıkma yasağını protesto etmek için Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi Fransa Federasyonu’nun çağrısıyla sokağa çıkan binlerce Cezayirli’nin dövülerek, Seine nehrine atılarak, köprü ağızlarında ve metro çıkışlarında sıkıştırılarak ve gözaltı merkezlerinde işkenceden geçirildikten sonra Paris’te katledilmesinin birinci sorumlusu dönemin Paris Emniyet Müdürü Maurice Papon’dur. Maurice Papon, Türkiye’deki faillere çok benzer biçimde, Cezayir, Fas ve Korsika’da görev yapmış, sömürgeci emniyet yapısının içinde yer almıştır. Tıpkı Türkiye’deki insanlığa karşı suç işlemiş askeri personel için Kıbrıs’ta ve Kürdistan’da görev yapmanın tipik olması gibi pek çok Nazi işbirlikçisi Fransız askeri personeli de Kuzey Afrika’daki sömürgelerde ilk eğitimlerini almışlardı. Papon, İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa’da işbirlikçi Vichy hükümeti yönetimdeyken Bordeaux’da emniyet müdürüydü. Bu yazıda sözünü edeceğim ilk yargılama süreci Maurice Papon’un Bordeaux emniyet müdürü iken işlediği suçlardan ötürü başlatıldı.
1997 yılında, politik hareketlerin, hafıza militanlarının, muhalif medya kuruluşlarının ve farklı taban örgütlerinin, çok uzun süren çabalarından sonra Maurice Papon, Bordeaux emniyet müdürü olduğu sırada bu bölgedeki Yahudileri, sonrasında Auschwitz temerküz kampına yollanacakları Drancy’deki kampa gönderme suçundan yargılanmaya başladı. Bu dava dosyası, Papon’un sadece işbirlikçi Vichy hükümeti döneminde işlediği suçlarla ilgiliydi ve dosyada 17 Ekim 1961 katliamının ismi bile geçmiyordu. Fransa’nın çok ayak sürüyerek ve isteksizce başlattığı geçmişle hesaplaşma ve insanlığa karşı suç işlemiş devlet görevlilerini yargılama süreci Vichy dönemiyle sınırlı kalmıştı ve sömürgeci geçmişine dokunmaktan dikkatle imtina ediyordu. Tarihçi Pierre Vidal-Naquetbu yargılamayı analiz ederken, çok yerinde bir biçimde, şu olgunun altını çizer: Maurice Papon iki yarımdan oluşan bir bütün anlamına gelir; Papon’un ilk yarısı Nazi işgali döneminde Fransa’da bir Nazi işbirlikçisi olarak kamplara gönderdiği Yahudiler ve diğer direnişçilerle ilgilidir. Papon’un diğer yarısı ise Cezayir’de, Fas’ta ve Fransa’da sömürgeci rejimin sürmesi için yönettiği kontr-gerilla aygıtı eliyle, işkence, yasadışı infaz, zorla kaybetme gibi suçları içeren, sömürge karşıtı hareketlerin üyelerine ve bir bütün olarak sömürgeleştirilmiş toplumlara yönelik olarak işlediği insanlığa karşı suçlarından oluşur. Bu iki yarım birbirini tamamlar, ancak bu iki farklı yarımın birleşmesi Maurice Papon gibi bir faili anlamlı bir bütün haline getirir. Pierre Vidal-Naquet bu analizi yaptıktan sonra şunu sorar: Papon’un sadece bir yarısını, sömürgeci yanını dışarda bırakarak salt Nazi işbirlikçisi ve savaş suçlusu yanını yargılamak mümkün müdür? Bu soruya olumsuz yanıt verir ve Papon’un sömürgeci yarısının dosyada görmezden gelindiğini belirterek bu davanın Fransa’nın sömürgeci geçmişindeki suçları hala katı bir şekilde inkâr ettiğinin kanıtı olarak görülmesi gerektiğini ileri sürer.[1]
Şikayetçi avukatları, yine de, bu yargılamaya Maurice Papon’un sömürgeci yarısının gölgesini düşürmeyi başarırlar. Yargılamanın ilk günü sanığın yaşamının (curiculumvitae) ortaya konacağı duruşmaya avukatlar tanık olarak Jean-LucEuinadi’yi çağırır. 1997 yılında artık Euinadi uzun süredir 17 Ekim 1961 katliamının devlet suçu olarak tanınması için mücadele etmektedir, bu mücadelenin bilinen isimlerindendir. Şikayetçi avukatları, Einadi’yi çağırma sebeplerinin ‘öldürülen Yahudilerin kızlarının ve oğullarının aldıkları sözü 1961 katliamında öldürülen Arapların kızlarına ve oğullarına da vermesi’ olduğunu söyler; Papon’un farklı dönemlerde işlediği suçlarda katlettiği Yahudilerin ve Cezayirlilerin “anılarının ve haysiyetlerinin eşitliğini gösterme niyetinin” altını çizerler.[2] Euinadi yargılamanın ilk günü tanık sıfatıyla kürsüye çıkar ve Fransız devletinin açmaktan imtina ettiği meseleyi yani 17 Ekim katliamını açar. Elindeki verileri tek tek ortaya koyar ve 17 Ekim 1961 katliamının devlet suçu olarak tanınması gerektiğini ve bu suçun en önemli faillerinden birinin Papon olduğunu anlatır. Önemli bir çıkış olsa da yargılamanın genel seyri açısından etkisi olmaz, belki esas etkisi 17 Ekim 1961 katliamını yeniden gündeme getirmeye olan katkısıdır.
Duruşmadan sonra Fransız sağı Jean-LucEuinadi’yi, aslında pek çok hafıza militanına yapılan muameleye çok benzer bir şekilde, itibarsızlaşmak için uğraştı. Önce profesyonel tarihçi olmadığının altı çizildi, sonra radikal sol bir örgütün eski militanı olduğu dile getirildi, yaptığı işin tarihçilik bağlamında ciddiye alınmayacağı vurgulandı. Pek çok farklı sağ dergide yazan profesyonel tarihçi Euinadi’nin sadece mahkemede verdiği ifadeyi değil 17 Ekim 1961 katliamını anlattığı kitabını da fazla ‘ideolojik’ ve militan olduğu gerekçesiyle itibarsızlaştırdı. Bu arada 1998 yılında Nazi işbirlikçisi Maurice Papon hakkında mahkemeden karar çıktı: Papon, III. Reich güçleri tarafından işgal edilmiş Fransa’da 1942 ve 1944 yılları arasında Bordeaux bölgesindeki Yahudileri Drancy kampına göndermek için tutuklamak ve hapsetmek suçundan suçlu bulundu. Öte yandan mahkeme, Papon’un Yahudilerin yok edilmesiyle ilgili bilgisinin olduğuna dair kanıt olmadığına kanaat getirdiğinden, öldürme suçuna iştirakten sanığı suçsuz buldu. Dolayısıyla aslında Papon’un Nazi işbirlikçisi yarısının da mahkemede ne kadar ciddiyetle yargılandığı tartışması baki kaldı.
Jean-LucEuinadi’nin Maurice Popon ile mücadelesi burada son bulmadı ve sonuca bakacak olursak iyi ki de son bulmadı. 1999 yılında Maurice Papon, Jean-LucEuinadi aleyhine bir tazminat davası açtı. Papon, Euinadi’nin 17 Ekim 1961’de olanları tanımlarken “katliam” terimini kullanarak kendisine hakaret ettiği ve iftira attığı suçlamasında bulunuyordu. Bu dosya çok önemli bir kırılma noktası oldu, çünkü bu kez duruşmalar, özellikle de Jean-LucEuinadi’nin kurduğu savunma stratejisi nedeniyle, 17 Ekim 1961’de yaşanan kıyımın neden bir katliam olarak tanımlanması gerektiğine dair tartışmaların yapıldığı bir kürsüye dönüştü. Tarihçiler, gazeteciler, dönemi yaşamış militanlar tek tek kürsüye çıkarak konuştular, ifade verdiler. Sonuç olarak mahkeme 17 Ekim 1961’de olanları tarif ederken katliam kelimesini kullanmanın Papon için hakaret ve iftira suçu teşkil etmediğine, çünkü bu terimin kullanılmasına izin verecek kadar veri olduğuna karar verdi. Ancak mahkemenin seyrini değiştiren olay esasen iki arşivcinin, Philippe Grand ve BrigitteLainé’nin davaya olan müdahaleleri oldu.[3]
Burada devlet suçlarıyla, sömürgecilik ve ırkçılık temelli devlet şiddetiyle uğraşanlar açısından dünyanın her yerinde arşiv kavramının yüklü anlamından kısaca söz etmek isterim. Devlet arşivlerinin devlet suçları ve sömürgecilik ile ırkçılık temelli olanlar başta olmak üzere tüm devlet şiddeti formları hakkındaki gerçeklerin bilinmesi için araştırmacıların çalışmalarına ve aslında esasen daha geniş bir politik ve entelektüel kamuya açılması talebi Guatemala’dan Türkiye’ye, Şili’den Hollanda’ya, Fransa’dan Güney Afrika Cumhuriyeti’ne çok yaygın ve ortak bir taleptir. Öte yandan tarihçiler, antropologlar ve hafıza militanları, farklı şekillerde ifade etseler de, arşivler açılınca mutlak hakikatin büyülü bir şekilde ortaya çıkacağı ve arşivdeki belgelerin tarihsel gerçekliği birebir, tıpkı bir ayna gibi yansıtacağı fikrine, elbette oldukça mesafeli bakarlar. Dolayısıyla arşivler hem çok önemli yerlerdir ama hem de tek başlarına herhangi bir toplumu herhangi bir konuda ikna edecek sihirli belgelere sahip yerler değildir. Ancak tüm bu söylediklerim, dünyanın pek çok yerinde devlet arşivlerinin, resmi otoriteler tarafından keyfi bir biçimde kendi resmi görüşlerini destekleyen tarihçilere ve araştırmacılara açılırken sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı çalışmalar yapan veya herhangi bir şekilde resmi tarih anlatısıyla uzlaşmayan tarihçilere ve araştırmacılara kapalı tutulduğu gerçeğini değiştirmez.[4]
Papon’un Jean-LucEuinadi’ye açtığı tazminat davasının seyrini değiştiren iki arşivci, Philippe Grand ve BrigiteLainé, işte bu keyfiliğin son derece farkında iki devlet memuruydu. Philippe Grand radikal sol bir örgüt geçmişi olan, sonrasında devlet bürokrasisi içinde arşivci olarak çalışmaya başlasa da kolayca “hafıza militanı” olarak tanımlanacak bir politik geçmişe ve perspektife sahip biri. BrigitteLainé ise bu tür bir radikal geçmişten gelmiyor, kendisini solcu Katolik olarak tanımlıyor. Bu iki arşivci Euinadi’nin, Papon’a hakaret etmek ve iftira atmaktan yargılandığı davada arşivden belgelere dayanarak Euinadi lehine tanıklık yapıyorlar. Ve bu tanıklığın bedelini de sonrasında hayatları boyunca ödüyorlar. Meslek yaşamları fiili olarak bitiriliyor, Fransa’da oldukça devletçi bir grup olan arşivci meslektaşları tarafından dışlanıyorlar, Fransa’nın sömürgeci geçmişiyle hesaplaşması gerektiğini düşünen tarihçiler, araştırmacılar ve taban örgütlerinden başka kimse yanlarında durmuyor. Fransa’daki durum böyle iken dünya çapında, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nden farklı araştırmacılar, arşivci grupları, tarihçiler, taban örgütlerinden çok yoğun bir destek alıyorlar.
Yıllar sonra bu iki arşivci ile bu meşhur davadaki tutumları üzerine yapılan bir mülakatta ikisi de kahramanlaştırılmak istemediklerini, sadece mesleklerinin gereğini yerine getirdiklerini vurgular. Philippe Grand mahkemede ifade vermelerini arşivcilik mesleğinin doğal bir sonucu olarak gördüğünün altını çizer ve ekler: “Sıkıntı yaşamak istemeyen başka bir meslek seçsin.”[5] İki arşivcinin de ısrarla, aldıkları tutumu mesleklerinin gerekliliği olarak görmelerinde bence dikkat çekici bir yan var. Nazilerin 1961’de Kudüs’te yargılanan isimlerinden biri olan Adolf Eichmann yargılaması başta olmak üzere, “görevimin gereğini yetirdim” cümlesi genelde eski Nazilerin işledikleri suçları meşrulaştırmak için kullandıkları bir cümledir. Ancak Fransa örneğinde, bu cümlenin bu iki arşivci nezdinde, devletin sömürgeci suçlarına dair bir ifşa sonucunu getirdiğini görüyoruz; ifşa meslek gereklilerine bağlanıyor. Fransa’da bunun başka kimi tekil örnekleri vardır ancak benim bildiğim kadarıyla Türkiye’de bunun örneğine pek de rastlamayız. Kimi politik momentlerde üst düzey istihbaratçıların, yüksek kademe bürokratların ya da bizzat faillerin farklı politik saiklerle konuşmasından söz etmiyorum; geçmişin farklı işlenme biçimlerine dair, özellikle de sömürgecilik ve ırkçılık temelli devlet suçları tartışılırken, tartışmaya meslekleri ya da kurumsal aidiyetlerinin getirdiği ilkeler gereği devletin koruduğu failler aleyhine kamusal alanda tutum alan ya da söz söyleyen orta kademe devlet memurlarından söz ediyorum.[6]
Bu yazının bu mesele üzerine de bir düşünme ve tartışma ortamına kapı aralamasını çok isterim. Hafıza sahasının sadece profesyonel tarihçiler, araştırmacılar eliyle değil hafıza militanları, demokratik kitle örgütleri, taban hareketleri ve farklı sivil toplum örgütleri eliyle oluşturulmuş karmaşık ağlarında acaba devlet içinde aktif olarak yer alan ve resmi tarih anlatısının aşınmasına ve farklı anlatıların güçlenmesine, yayılmasına ve itibar kazanmasına destek olmuş ve bunu da mesleklerinin bir gereği olarak yapmış isimler var mıdır? Böylesi isimler, tekil örnekler olarak, özellikle Kürt savaşının uzun 40 yılı boyunca ama aynı zamanda Ermeni soykırımı inkarından farklı türde imha ve pogromlara kadar, çeşitli devlet suçları bakımından belirmiş midir? Eğer böyle tekil örnekler yoksa bu Türkiye’de devlet içindeki farklı kurumların özerkliği, devlet aygıtı dışındaki politik ve toplumsal hareketlerle ilişkileri üzerine bize ne söyler? Türkiye’de, özellikle sömürgecilik ve ırkçılık temelli devlet suçları açısından bu tür figürlerin, en azından benim bildiğim kadarıyla, pek ortaya çıkmamış olması inkârcı devletçi bakışın gücüne ve ikna kapasitesine; kurumların herhangi türde bir özerk işleyişten yoksunluğuna; ya da bürokrasinin bir bütün olarak özel harp aygıtı tarafından konsolide edilmiş olmasına dair neler anlatır? Bu yazının hafıza sahasında mücadele eden, bilgi üreten, çalışan tüm kişi ve kurumlar nezdinde bu soruların ortaya çıkışına yol açmasını, bu çerçevede yapılacak bir tartışmaya son derece mütevazı bir katkı olmasını çok isterim.
[1]Pierre Vidal-Naquet, “Algérie, du témoignage à l’histoire,” Le Monde, 17 Ekim 1996.
[2]FabriceRiceputi, Ici on noyalesAlgériens. La Bataille de Jean-LucEuinadipour la reconnaissancedumassacrepolicier et racistedu 17 octobre 1961, Le PassagerClandestin, 2021, s. 120.
[3]FabriceRiceputi, age., s. 116.
[4]Guatemala’da devlet arşivinin açılması mücadelesi üzerine çok etkileyici bir çalışma için bkz. KirstenWeld, PaperCadavers. TheArchives of Dictatorship in Guatemala, Duke UniversityPress, 2014.
[5]FabriceRiceputi, age., s. 168.
[6]Faklı politik konjonktürlerde farklı faillerin konuşmasına ve bu konuşmaların çelişkili anlamlarına dair çok önemli bir çalışma için bkz. Yeşim Yaprak Yıldız, “Failin Sözü Bize Ne Söyler? Türkiye’deDevlet Şiddetinin Failleri, İfşaatları veİtirafları,”Türkiye’de Geçiş Dönemi Adaleti: Dönüşen Özneler, Yöntemler ve Araçlar içinde, Hafıza Merkezi Yayınları, 2021, s 27 – 37. Barış Akademisyenleri bu anlamda şüphesiz çok önemli hatta çok köklü bir kırılma anlamına gelen bir örnek ama hem kolektif niteliği hem de kastettiğim tekil ve meslek etiği temelli yaklaşımın tüm imzacıları kapsamayacağı nedeniyle sormaya çalıştığım sorulara ne kadar cevap teşkil eder, emin değilim.