Türkiye siyasi tarihinin en önemli seçimleri yaklaşırken, her gün siyasal gündeme etki eden yeni bir gelişmeye uyanıyoruz. Meral Akşener’in Altılı Masa’yı terk edip geri dönüşüyle başlayan dalga, Muharrem İnce’nin cumhurbaşkanı adaylığı ve beklenmedik etki alanı devam ederken, Hüda-Par’ın Cumhur İttifakı’na katılması da seçim gündeminin son sürprizlerinden biri oldu. Yeniden Refah Partisi’nin salvosu, Mehmet Şimşek’in ona eşlik eden pasif siyasi pozisyonu bu gelişme ve sürprizin son örnekleri.
Bu yazıda siyasal gündeme etki eden müstakil diğer gelişmelerden ziyade Kürtlerin çok yakından tanıdığı Hüda-Par’ın hangi siyasal denklem, fonksiyon ve amaçla Cumhur İttifakı’na davet edildiğine odaklanacağız. Kuruluşundan bugüne kadar devletin derin yapılarıyla ilişki içinde olan, yeri geldiğinde siyasal gündeme uygun olarak yönlendirilen, dahası kullanılan bu yapının Cumhur İttifakı’na iştirak etmesi, Kürtler açısından hiç de şaşırtıcı değildir. Seküler Türkiye kamuoyunun bu iştirakten sonra Hüda-Par’a yönelik beklenmedik ilgisinin ise söz konusu yapının faili meçhul vakalarından veya “domuz bağı” mucidi olmasından ziyade şeriat ve Türkiye’yi bölme korkusuna yönelmesi üzerinden şekillenmesi, üzerinde durulması gereken önemli bir husus.
Başka bir ifadeyle doksanlı yıllarda Kürt coğrafyasında yaşananlar hasıraltı edilerek tartışmaların tümü Hüda-Par’ın tüzüğü veya parti programı itibariyle Cumhur İttifakı’na uygun olup olmadığı hususuna odaklanmaktadır. Tartışmaların büyük çoğunluğu, küçük bir azınlık dışında, iki önemli noktaya dikkat çekmektedir. Birincisi, AKP ve MHP’nin mevcut icraatlarına rağmen hala devletin bir parçası ve milli bekanın beynelmilel temsilcileri olarak kabul edilmeleridir. İkincisi ise kuruluşundan bugüne kadar devletin her türlü kirli oyununa ortak olmuş ve onun hesabına çalışmış bir yapının dahi Kürt olması nedeniyle kabul göremediği hususudur. Başka bir ifadeyle bu olgusal hakikat bize kutsal devlet mistifikasyonuyla büyümüş herkesin “Türklük Sözleşmesi” bağlamında bir refleks verdiğini ortaya koyması açısından dikkate değerdir.
Oysa AKP’nin, küçük ortağının rızasını alarak, Hüda-Par’ı ittifaka davet etmesi seçim veya oy artışından daha derin anlamlar içermektedir. Bilindiği üzere Hüda-Par seçim sonucunu belirleyecek siyasal ya da sayısal güce sahip bir yapı değildir. Onu böyle bir süreçte önemli ve anlamlı kılan, Kürtlerin toplumsal hafızasındaki yaralı yeridir. Bu yapı, olası gelişmelerin bir neferi olarak ittifaka davet edilmiştir. Nitekim bu yapı olası bir kargaşa durumunda şiddete en yatkın ve bölgesel olarak da en yetkin güçlerden biridir. Hüda-Par ile işbirliği seçim sürecinde olası toplumsal gelişmeleri baskılama hazırlığı ve kaos yaratma girişimidir. Şiddet potansiyeli bu kadar güçlü olan ve üstelik bu şiddetin kullanımı konusunda AKP’den önceki devletin derin seküler yapılarıyla da köklü ilişkileri olan bir arka plana sahip Hüda-Par, muhtemel bir karışıklığın önemli aparatlarından biri olduğunun özgüvenini ise hiç eksik etmiyor.
Zira bu karışıklığın önemli potansiyellerinden biri olan ve bir ön provası olarak Bursaspor-Amedspor maçını göstermek mümkündür. Bu maç esnasında “Yeşil ve Beyaz Toros” posterlerinin açılması ve MHP’nin bu bariz linç girişimini destekleyerek gerilimi sıradanlaştırması bu durumla bağlantılı bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Toplumsal anomiyi artırarak 2015 dönemindeki kaos ortamını yaratıp seçimi kazanma ya da toplumsal kargaşa çıkarma senaryosunun jenerik bir parçası olabilir. Söz konusu senaryo birden fazla konuya sahip dinamik bir niteliktedir. Bir taraftan Hüda-Par’ı içine çekerek Kürtler ile seküler Türkleri karşı karşıya getirmek, diğer taraftan ise olası bir kaos durumunda aynı yapı üzerinden sonuç alıcı müdahalelerde bulunabilmeyi içermektedir. Başka bir ifadeyle ulusalcısından solcusuna, liberalinden Kürt yapılarına kadar herkesin üzerine konuştuğu yeni inşanın önüne geçmek ve olası bir müzakere ve mutabakatı dağıtmayı amaçlamaktadır.
Dolayısıyla buradaki ortaklığın diyalektik düsturunu rafine bir şekilde rasyonalize etmek zor gibi görünse de esas amaç, cami cemaati ile radikal milliyetçi cenahı, ortak mit kültü üzerinde öteki olana karşı organize etmektir. Söz konusu bu ortaklığın, niteliği ve işlevi ne olursa olsun, ana ekseni yapısal türdedir. Bu nedenle de bu birlikteliği salt siyasal, fikri veya ideolojik olarak görmemek gerekir çünkü buradaki yapısal ortaklık her üç yapıyı da reel olarak tek tipleştirmekte ve hatta üç yüze dönüştürmektedir. Burada bahse mevzu olan nihai netice “kader birliği”dir. Bu noktada amaçlanan esas şey algı önceliği üzerinden inşa edilen ve aktarımı karşı aktarım yoluyla mistifize edilmiş bir hakikat yaratmaktır. Hüda-Par’ın dâhil olduğu yapının en çok mahir olduğu alan da zaten algı öncelliği ve hakikati tersyüz etme retoriğiyle mistikleşen olgular ortaya çıkarmaktır. Söz konusu olan hakikatin tersini savunup, karşısındakilerin düşmanlığını ve öfkesini üstüne çekmek yoluyla karşı aktarım olarak nihai bir düşman yaratma mühendisliğidir.
Bu tür yapıların tek bir amacı vardır o da karşılıklı olarak şiddetin geri gelmesini sağlamak, ona dayanak oluşturup, onu rasyonalize etmektir. Hüda-Par’ın sahaya sürülmesinin temel amacı da Kürt coğrafyasını huzursuz etmek, tedirginliği artırmak ve gerilimi tırmandırmaktır. Hedef, Kürtler başta olmak üzere sekülerleri damgalamak ve Kürtler özgünlüğünde bir “günah keçisi” yaratmaktır. Nitekim siyasal rejimin 2015’ten itibaren Kürtlere karşı hayata geçirdiği baskı mekanizması devletin kurumsal ırkçılığının Kürt düşmanlığına dönüşmüş halidir. Bir yandan aşırı sağ saiklerle, diğer yandan ırkçı-siyasal-İslam anlayışıyla mistik bir üstencilik mitosu oluşturarak benzeş olmayan herkesi öteki olarak sınıflandırmaktadır. Söz konusu bu sınıflandırma veya ayıklama mekanizması en çok Kürtler ve çeperindeki unsurlara odaklanmaktadır.
Hiç şüphesiz Kürt karşıtlığının kökeni Cumhuriyet dönemine, hatta Cumhuriyet öncesi Osmanlı’nın Balkan savaşı yenilgisine kadar gitmektedir. Nasıl ki Yahudi karşıtlığı Nazi dönemiyle başlamadıysa Kürt düşmanlığı da mevcut siyasal rejim döneminde başlamamıştır. Temel haklar bağlamında başlayan mücadele zamanla çatışmaya dönüşmüş ve giderek ivme kazanmıştır. Mevcut siyasal rejimin başvurduğu kutuplaştırıcı ve çatışmacı yönetim modeli her ne kadar ülkenin tamamına mağduriyet yaşatıyor olsa da Kürtler “simgesel ötekiler” olarak damgalanmakta ve devletin potansiyel düşmanları olarak “istisnai muamelelere” maruz kalmaktadır.
1920’lerin Almanya’sıyla benzer sorunları bulunan Türkiye, 1930’ların çoklu krizlerini avantaja dönüştüren Hitler’in yaptığı gibi hem içeride hem de dışarıda düşmanlar yaratmaktadır. Nasıl ki o günün Almanya’sı düşman resimlerine Yahudileri yerleştirdiyse mevcut siyasal rejim de aynı analojide Kürtleri yerleştirerek bariz bir simgesel öteki, yani günah keçisi ortaya çıkarmaya çalışmıştır.
Mistik üstencilikten simgesel ötekine geçişin en çarpıcı örneği German ırkı mistifikasyonu üzerinden kadim Yahudi halkına karşı kurulan “günah keçisi” damgasıdır. Ürettiği hayali komplolarla insanlığı cenderenin en karanlık noktasına kadar götüren Hitler, bulaştığı birçok suçu tarihteki bazı mitolojik söylencelerden feyz alarak hayata geçirmiştir. Nizamlı bir toplumsal mühendislikle uygulamaya konulan mitolojik söylencelerin başını “Günah Keçisi” metaforu çekmiştir. Çünkü Alman milliyetçi ve muhafazakârları Weimar Cumhuriyeti’nde derin suçlara bulaşmışlardır ve bu suçların ortaya çıkmaması için bir tasarım grubuna ihtiyaç duymuşlardır. Alman tini de bunu tarihin en eski söylencelerinden biri olan Günah Keçisi buyruğuna başvurarak gerçekleştirmiştir.
Hiç şüphesiz Almanların, bu söylenceye başvurma istenci bir tesadüften ibaret değildir. Tanrının, Musa aracılığıyla Yahudiler için bahşettiği bu arınma buyruğunu, Alman tini onların ölümü için kullanmak üzere soyutlaştırmıştır. Weimar Cumhuriyeti’nin insani hayaleti bütün muhafazakâr güçleri öylesine derin bir şekilde tahrik etmiştir ki onu durdurmak için bir suçluya ihtiyaç hasıl olmuştur. Nitekim Yahudi halkı bunun için biçilmiş kaftandır ve böylece Alman ırkının geleceğini karanlığa sürükleyen günahkârlar olarak gösterilebilmişlerdir. Kökenleri Batı Hıristiyanlığına kadar uzanan Antisemitizm bu vesileyle hortlamıştır. Bütün Alman burjuvazisi, mezhepsel ve liberal partileri (KP hariç) dâhil, herkesin hemfikir olduğu iki kutuplu bir toplum oluşmuştur. Kutuplaşmanın derinleşmesine sınırsız katkılarıyla bilinen Alman ırk teorisyenleri “üstün Ariyan ırkının” nihai zaferinin ancak Yahudilerin bizatihi eliminasyonuyla mümkün olabileceğini ifade etmişlerdir. Bu ifadenin somut haliyse “üstün ırkın” sahneye koyduğu nihai dünya savaşı olmuştur. Böylece Ariyan ırkının kolektif hayaleti insanlık değerlerine karşı yıkıcı nefrete dönüşerek evrenin temel taşlarını yerinden oynatmış ve korkunç yıkımlar yaşanmıştır. O günden sonra düşman imgelerinin özüne Günah Keçisi buyruğu yerleşmiştir.
Günümüz tabiriyle algı yönetimi olarak adlandırılan bu yönetsel mekanizmanın esas adı Günah Keçisi geleneğidir. Bugün sadece “Tanrı yerine despotlar” ve “keçi” yerine ise “ötekiler” geçmiştir. Mitolojik bir söylencenin ürünü olarak ortaya çıkan günah keçisi kavramının zamanla insanın insana layık gördüğü bir temsile dönüştüğü, bugün daha net bir şekilde görülmektedir. Bütün günahları yüklediği bir öteki yaratıp, sonra da onu çöle sürmek insana mahsus bir riyakârlık olarak tarihe geçmiştir. Beşeri anlamda ahlaki çürümeye denk gelmesi ve toplumsal düzlemde etik değerlerin yitimiyle eşleşiyor olması bile caydırıcı olmamıştır. Çünkü arka planda katı bir ideolojik dogmayla dünyayı düalist bir yaşam alanına çevirerek var olmaya çalışmaktadır. Dönüştüremediği her şeyi nihai bir yıkıma tabi tutmakta ve yıkıma başlamadan önce, işleyeceği suçları yükleyeceği bir öteki seçmektedir. İyi ve kötü arasındaki kesintisiz savaşın varlığından hareketle dünyayı siyah ve beyazdan ibaret ve insanı insanın ezeli düşmanı olarak gösterme algısını kullanmaktadır. Özellikle öteki imgesinin nihai ziyanı için yaratılmış algıyla onu hedef tahtasına koymaktadır. Burada oluşan ötekinin özelliği saf kötülüktür. Bu olumsuz imge, pozitif bir benlik imgesiyle kategorik bir şekilde tezat içindedir.
Nitekim Günah Keçisi kavramının modern mucidi olan Alman tini insanlığa karşı işlediği bütün suçları, katlettiği Avrupalı Yahudilerin sırtına yüklemiştir. Milyonlarca insan “ırksal anlamda aşağı, zihinsel olarak zararlı ve medeniyet açısından ilkel” olarak gösterilip kasten katledilmiştir. Dolayısıyla Nazilerin başvurduğu tarihteki Günah Keçisi metaforu bugün ülkemizde de bir suç simgesine dönüşerek hayata sirayet etmeye başlamıştır.
Mevcut rejimin etrafında kümelenmiş ırkçı ve ulusalcı bütün unsurlar, Kürtler başta olmak üzere bütün ötekileri Günah Keçisi/suçlu olarak görmektedir. Nazi Almanya’sının tasavvurundaki Yahudiler ile şoven Türk milliyetçilerinin kafasındaki Kürt imajı ve algısı hemen hemen eşdeğerdir. Yaşanan her sıkıntının ya içinde ya da çeperinde mutlaka Kürt “kötülüğü veya bölücülüğü” aranır. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar ülkenin başına gelen her belanın esas sorumluları olarak Kürtler gösterilir. Onun için devlet aklı Kürdün varlığı, “Türkün varlığına armağan olsun” diye kesintisiz bir çaba içinde olmuştur. Dolayısıyla bugün Suriye savaşı başta olmak üzere bütün kötülüklerin baş sorumlusu olarak Kürt siyasi iradesi ve onun çeperindeki ötekiler gösterilmektedir. Bunu, kapsamlı bir şekilde başvurdukları algı yönetimiyle her gün hem sözel hem de görsel olarak canlı tutmaktadırlar. Alt yapısını TV’lerde gösterilen özel savaş dizileri, sinema filmleri ve basılı medya kanalıyla hazırlayıp, işlenen veya işlenecek olan suçların kime ve nasıl yükleneceğine dair fikir ve metotlar öğretmektedirler.
Lakin Rojava özgünlüğünde yaşananlar ve bundan sonra yaşanacak olası hadiselere bakmak özellikle önemlidir. Devlet eliyle işlenen suçlara meşruiyet sağlama ve sorumluluğu başkalarına yükleme algısı oluşturma faaliyetlerinin ağırlık kazandığı görülmektedir. Şekil ve biçimlerinden azade olarak Kürdi coğrafyada meydana gelen olaylara karşı umarsızlık hali ve toplumsal tahammül bununla ilgilidir. Çünkü devlet kendi milli bekasını iyinin kötüye karşı verdiği kutsi bir dava üzerinde kurmakta ve başvurduğu her metodun bu bağlamda meşru olduğu kabulünü şart koşmaktadır. Yani cumhuriyetin inşa sürecinden başlayarak kendi varlık nedenlerini, öteki olarak gördüğü Kürdün olgusal gerçekliğine bağlamaktadır. Bu hakikat büyük felaketten sonra hiç değişime uğramadan bugüne kadar devam etmiştir. Devlet karşı karşıya kaldığı bütün sorunların baş sorumlusu olarak Kürtleri görmüş ve onun varlığına hep güvenlikçi bağlamda yaklaşmıştır. Güçlü zamanlarda varlığını reddederken, güçsüz zamanlarda dış düşmanların iç mihrakları olarak göstermiştir. Çünkü geç uluslaşmış ulus-devletlerin, oluşum süreçlerinin tahkimi için birden fazla düşmana ihtiyacı vardır. Onun için devlet bugün Batının değerler merkezini kötülerken, Kürtleri de buna dâhil etmektedir. Çünkü Kürtleri kötülüğün müttefikleri olarak görmekte ve böylelikle iç düşman olmanın yanı sıra temsili dış düşmanlar olarak da nitelendirmektedir.
Tüm bunlar göz önüne alındığında 90’lı yıllarda yaşanan birçok olayın faili bir yapıdan gelen Hüda-Par’ı yeniden canlandırmanın hayırlara vesile olamayacağı herkesin tahmin edeceği bir gerçekliktir. Siyasal rejimin siyaseten ya da sayısal olarak kendisine hiçbir katkısı olmayacak hatta tersine etki yapabilecek bu yapıyı ittifakına alması ancak aynı yapıyı Günah Keçisi olarak gördüğü Kürtlere karşı kullanmakla açıklanabilir. Devlet hemen her fırsatta temsili düşmanlara saldırır şekilde öfkeyle Kürtlere yönelmektedir. Bütün dünyanın şahitliğinde cereyan eden bu ırkçı, anti Kürt kin ve nefretin bu hakikatle ilgili olduğunu idrak ederken belleğimize kazınmış gerçekliğin izlerinin seçimle beraber yeniden belirginleşeceği kuvvetle muhtemeldir.
Azad Barış kimdir?
Sosyolog, akademisyen, yazar, aktivist ve Spectrum House Araştırma ve Düşünce Kuruluşu Genel Direktörü. Lisans ve yüksek lisans derecelerini Hamburg Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden, doktora derecesini ise felsefe alanında Leuphana ve Ruhr Üniversitesi’nden almıştır. Leuphana Üniversitesi’nde Kültürlerarası İletişim ve Uygulamalı Kültürel Çalışmalar alanında öğretim görevlisi olarak görev yapmıştır. 1998’den beri Êzidîler başta olmak üzere azınlıklarla ilgili birçok projede yer almıştır. Avrupa içi entegrasyonu, neoliberalizm ve sosyalizasyon teorileri başta olmak üzere sosyal bilimler alanında çalışmalar yapmaktadır. Uluslararası birçok gazete ve dergide makale ve yazıları yayınlanmıştır. Kuruluşlarından itibaren Yeni Yaşam Gazetesi’ne ve Gazete Karınca’ya yazılar yazmaktadır.