Sinan Ateş’in, 30 Aralık günü Ankara’nın göbeğinde bir silahlı saldırıyla öldürülmesi, gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. Her akşam tartışma programlarında (tabii saray medyasında değil) cinayete dair son gelişmeler konu ediliyor, üzerine yazılar yazılıyor. Bu tartışmalar ve yazıların büyük çoğunluğu cinayet sürecinin nasıl geliştiği ve cinayete kimlerin “kılavuz”luk ettiği üzerine odaklanırken bu cinayetin neden işlendiği kısmı yeterli düzeyde ele alınmıyor.
Her ne kadar kimi yerlerde failleri üzerinden adli bir tahsilat veya uyuşturucu çatışması olarak gösterilmek istense de görebildiğimiz bağlantılarının işaret ettiği üzere örgüt içi bir iktidar kavgası ve infaz niteliğinde olan bu cinayetin nedenini anlamak, faşist örgütlenmelerin barındırdığı çelişkileri kavramak açısından da önemlidir.
Faşizmin, olağanüstü devlet biçimi olarak diğer burjuva otoriter diktatörlük rejimlerinden en önemli farkı aktif kitle hareketi oluşturabilmesidir. Faşizm, bu aktif kitleyi emekçi sınıf saflarından bulur. Ekonomik, politik krizle birlikte iktidar bunalımının yaşandığı toplumlarda kitlelerin faşist saflara kolaylıkla çekilebilmesinin temel nedenini faşist ideolojinin demagojik yapısında aramak gerekir. Burjuva devlet yapısını bozmadan eğip bükerek anti kapitalist bir görünüm kazandırılmış, anti emperyalist motifler ve sosyal adaletçi bir sosla süslenmiş faşist ideoloji, en başta emekçi sınıfların özlemlerine seslenir. İhtiyaç duyduğu geniş kitleleri bir araya getirebilmek için bir dizi heterojen öğeyi içeren eklektik yapısı sağlam, tutarlı bir bütün oluşturmasını engeller: Faşist ideolojinin iç çelişkileri işte tam buradan ortaya çıkar.
Faşist hareket kitlesel bir güce ulaştıktan ve hele iktidara geldikten sonra bu ideolojik söylemin toplum yararını gözeten ‘eleştirel ve muhalif’ içeriğinin yerinde yeller eser. İsyan halindeki kitlelerin özlemlerini sömürmek için kullandığı demagoji ise iç hizipleşmeler üzerinden kendine yeni alanlar bulur. Faşizmin, nasyonal sosyalist, dayanışmacı ve korporatist-milli bütünlükçü görünümlerini esas alan ve büyük burjuvaziyle uzlaşma eğiliminde olan hizipleri arasındaki çelişki gittikçe keskinleşir. İktidara ilerlerken, faşist önderlik ile egemen sınıflar arasında bir uzlaşma sağlanmasının temel şartlarından birisi hareket içindeki bu “sol kanadın” tasfiye edilmesidir.
Tarihin hatırlattıkları
Faşizmin İtalya ve İspanya örnekleri karşılaştırıldığında ideolojik ve örgütsel olarak “sol faşizmin” Almanya örneğindeki ağırlığı çok daha baskındır. Sol faşistlerin “Alman Stalin’i”[1] diye andığı Gregor Strasser’in etkisi altındaki unsurlar ve SA’lar (Sturmabteilung – “Fırtına Birliği” ya da “Kahverengi Gömlekliler” olarak anılan askeri birlik) tarafından temsil edilen “İkinci Devrim” sloganı 1933-1934 yıllarına gelindiğinde kitleler içinde büyük oranda sahiplenilmişti. “İkinci Devrim”ciler, nasyonal sosyalist devrimin ilk “nasyonel” aşamasının “komünistleri etkisizleştirmek ve iktidara gelmiş olmakla” tamamlandığını fakat “sosyalist” aşamasının halen gerçekleştirilmediğini savunuyordu. Bu grup artık NSDAP’nin (Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi) programında yer alan küçük mülkiyet ve emeğin korunması başlıklarının hayata geçirilmesi için büyük burjuvazinin hedef alınması yönünde propagandaya başlamıştı.
Egemen sınıflar ve ordu “kara bolşevizm” olarak adlandırdıkları bu hareketin tasfiyesi ve “İkinci Devrim” çizgisinin tamamen yok edilmesi için Hitler’i tavır almaya zorladı. Aksi bir durum, büyük burjuvazinin NSDAP’den el çekmesi ve Cumhurbaşkanı Hindenburg’un sıkı yönetim ilanı ile sonuçlanacaktı. Alman burjuvazisi Hitler’in bu operasyona ikna edilmesi için Mussolini’yi bile devreye soktu.
“Uzun Bıçaklar Gecesi” olarak bilinen 30 Haziran 1934’ü, 1 Temmuz’a bağlayan gece başlayan tutuklamalar ve infazlar Wiessee’den başlayarak Almanya’nın bir çok kentine yayıldı. Nazi liderleri Himmler ve Göring’in planladığı ve yönettiği bu tasfiye harekatı başta sol faşizmin beyni Gregor Strasser ve SA’nın komutanı Ernst Röhm olmak üzere sol faşizmin bir çok önemli isminin dahil olduğu resmi kayıtlara göre 85, Nürnberg mahkemeleri kayıtlarına göre ise 1000 civarında insanın öldürülmesiyle sonuçlanmıştı.[2]
Faşizm nasıl işler?
İkinci paylaşım savaşının bitişi ve soğuk savaşın başlamasıyla birlikte yenilen Alman faşizminin artıkları CIA eliyle Gladyo yapılanmalarında yeniden kullanıma sokulmuşlardır. Türk İslamcı faşist hareketin, tarihsel öncüllerinin özelliklerinin tamamını barındıran ve Dokuz Işık doktrini olarak ifade edilen ilkeleri, soğuk savaş döneminin ruhuna uygun biçimde anti komünizm perspektifini yansıtır. Dokuz Işık doktrini, Alman ve İtalyan örnekleriyle temel olarak örtüşecek düzeyde antikapitalist görünümde, sınıf mücadelesini reddedip bastırmayı amaçlayan korporatist bir perspektifle ve demagojik bir dille formüle edilmiştir. Dokuz Işık doktrinin “milli devlet” planı “tek başkan ve tek meclis” esasına dayanır. İcra gücünün tek elde toplanması ile hızlı bir icra sistemi öngören Türk İslamcı faşist hareket, yasamanın yürütmeye tabi olacağı, gücün liderde (başbuğ, reis, führer, duçe vb.) toplandığı başkanlık rejimini hedefler. Parti devlet esasına göre çalışan bu yapı, toplumsal alanın da ülkücü kitle örgütleri eliyle geniş şekilde örgütlenmesini hedefler. Bu kitle örgütlerinin en önemlisi gençlik alanını mobilize etme hedefiyle kurulan ülkü ocaklarıdır. Bu stratejiye göre ülkü ocakları faşist önderliğe doğrudan bağlı olmalı, lider-teşkilat-doktrin üçlemesinin eleştirilmezliği ilkesine harfiyen uyup başbuğun askerleri olarak yetiştirilmelidir. Faşist Başbuğ Türkeş’in “Bu davadan döneni vurun. Ben dönersem beni de vurun” sözleri, hareketin bu temel ilkeye biat düzeyini gösterir.
Faşizm her zaman kendi evlatlarını yer
Ülkü Ocakları eski genel başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesi, faşist teşkilat içinde yaşanan derin çatlağın vardığı boyutu çarpıcı şekilde gün yüzüne çıkarmıştır. Yaklaşık iki yıl önce görevinden uzaklaştırılıp tasfiye edilmesine rağmen bugüne kadar Mersin, Iğdır, Ankara gibi yerlerde yaşanan ve ağır yaralanmalarla, ölümle sonuçlanan “cezalandırma eylemleri” suyun durulmadığını, Ateş’in cenazesinde ve mevlüdünde edilen intikam yeminleri de durulmasının pek mümkün olmadığını gösteriyor. Şüphesiz Uzun Bıçaklar Gecesinin tarafları gibi Sinan Ateş’in açık bir ideolojik reddiyesi söz konusu olmasa da (kamuoyuna yansıyan Cumhur ittifakı rahatsızlığı ve Mustafa Kemal tartışması bir şeyleri işaret ediyor ama net konuşmak için yeterli sayılmaz) politik ve örgütsel düzeyde derin kırılmalar ve kişisel çıkar çatışmalarının varlığı biliniyor. 2019’da Ülkü Ocakları Genel Başkanı olduğu sürede selefi Olcay Kılavuz’un dönemindeki kadroları görevden uzaklaştırması, Ülkü Ocakları’nın kriminal adli sabıkalı unsurlardan temizleneceği vaadi politik olarak durmayı planladığı yeri de gösteriyor. Sonrasında, halefi Ahmet Yıldırım’ın aynı uygulamayı Ateş’in kadrolarına yapması, özellikle milletvekili ve gazetecilere şiddet eylemlerini hayata geçiren failleri farklı illerdeki Ocak başkanlıklarına ataması, Ateş’in çizgisine bir meydan okuma olarak değerlendirilebilir. Zira bu meydan okumaya Sinan Ateş’in “Bu cenk amansız olacak” diyerek çektiği restin sonucunda olayların nereye vardığı herkesin malumu: Faşizm bir kez daha kendi evlatlarını yemiştir.
“İşleneceğini herkesin bildiği bir cinayet öyküsü”nün bize gösterdiği, sınıf mücadelesinin gerici cephesinde -uzlaşmaz olmamakla birlikte- derin çelişkilerin var olduğudur. İlerici, demokrat güçlere düşen görev ise bu gibi çelişkilerin yarattığı somut şartları iyice gözlemleyip somut analizler ve planlamalar ile topluma etik, politik bir seçeneği, eşit özgür bir dünya alternatifini sunmaktır. Bu yönüyle önümüzde Rosa Luxemburg’un veciz sözünde belirttiği gibi iki seçenek durmaktadır: Ya sosyalizm, ya barbarlık.