Ruşen Seydaoğlu
Birkaç gün önce bir fotoğraf servis edildi ve hakkında bir hikâye anlatıldı.1 Gerçeğin ve hatta ihtimalinin bile teyide ihtiyacı yoktu. O hikâyenin pekâlâ yaşanılabilir olduğu Türkiye-İran sınırının Van’a düşen yakasında, bir kadın, yanında çocuklar, ayaklarına poşet sarılı, karın üstünde yatıyordu. Ölmeden önce erişemediği battaniye, öldükten sonra serilmişti herhalde.
Yevgeny Yevtushenko ise sanki yıllar önce bu anı görmüş gibi; “Peru sokaklarında Indian bir kadın yatıyordu yerde/ Gazeteler ile örtmüş üstünü/Dünyanın yalanlarının altında/ Dünyanın gerçekliği yatıyor, çıplak…” diyordu.
Yeryüzünün toprağı, iki sıra dikenli tel ve birkaç asker dikince birinden diğerine geçmenin kurallara bağlı olduğu iki farklı ülkeye dönüşüyordu. Bir illüzyon olan sınır yerde yatan bedenle gerçekliğini yaratıyordu- sahi neydi kadının adı? Gerçeklik denen şey zaten hep böyle, en olmadıklar oldurularak yaratılıyordu. Savaşın acı hikâyeleri, kameralar aracılığıyla kaydediliyor ya da fotoğraflanıyor, devasa kitlelere sunuluyor kısa bir süre sonra da gözlerimizin önünden çekiliveriyordu. Bu kurgusal farkındalık, bir savdan ziyade göze ulaşan olgunun ham bir saptamasıydı.2 Olgular yerine geçemeyecek kadar sistemin ya da kişilerin mesajlarıyla doluydu ve sinir sistemini harekete geçiriyordu.3 Peki ama bu fotoğrafla gelen şok etkisi akabinde harekete geçen sinir ucu hangisiydi? Acıma, reddetme, dünyayı yakma, sonraki habere geçme?
Bu yüzden hikâye çocuğu donmasın diye kendi çoraplarını ona giydirip ölmeyi göze almanın hikâyesinden ibaret değildi, olamazdı. Yaşanan, Oliver Ressler’ın “devletsiz ve mülksüzlerin düzeni hedef alarak rekabetçiliği bozguna uğrattığı, dikenli tellerle kuşatılmış kontrol noktalarını alaşağı ya da fabrikaların işleyişini ters yüz ettiği toplumsal bir buluş” dediği şeyin kendisiydi. “Ekonomi diye bilinen enkazdan günün birinde gezegeni kurtaracak ve yaşamaya değer bir hayat yaratacaksak…” düşmanların(!) sınır ihlaline ihtiyacımız vardı. O fotoğrafa bir hikâye yazılacaksa benim hikâyem bu olurdu. Ve bu o kadının kıymetinin zerresini çalamazdı.
Ressler’ın tam da sınır meselesine yoğunlaştığı işleri 2016’da Türkiye’de sergilendiğinde4, sınırı koyanlar ve sınırı aşanlar açısından o “hattın” politik bir eylem alanı olabildiğini hatırladık. Ulus devlet politikaları birbirine benziyordu ama asıl mesele ulus devletlerin yaşadığı bu küresel krizin, kendi koydukları sınırlardan bağımsız ele alınamayacağıydı. Sınır cinsiyetçiliğe, ırkçılığa, endüstriyalizme göbekten bağlıydı ve mülteciliği de es geçmiyordu.
İktidarların “sömürülebilir” gördüğü birçok şey olmanın yanında artık bir de mülteci olmak, iktidarların dayattığı büyük trajedilere rağmen hayatta kalma performansı göstermeyi gerektiriyordu. Bu yüzden marifetli olan sadece iktidarlar olmayacaktı. Çünkü savaş saldıranlar ve direnenler kadar parçası olmak istemeyenlerin de hayatlarını etkiler, onları da şekillendirir. O korkunç atmosferin öğrettikleri sarsıcıdır. Bir zamanlar savaşan ya da direnen olsalar bile sonrasında onları “sadece” mülteciye dönüştürebilir.
“Sadece” mülteci olmak, sadece mülteci olmak değildir. Göç yollarına düşmek, devletler karşısında hiç kimseleşmek, yasının tutulmadığı hatta isminin bilinmediği deneyimlerle karşı karşıya kalmak bir sınırı aşmakla başlayabilir. Yakılmak ama bir yandan da donarak ölmek, tır kasalarında nefessiz kalmak, gömülememek, hiç kimseyken bile devletler arası pazarlık konusu olmak sadecenin ağırlığına dahildir.
Ulus devletlerin, yarattıkları küresel krizin de sebebi olan hınçlarını, zaten o hıncın mültecileştirdiklerine ırkçılıkla, cinsiyetçilikle ya da sömürü mekaniğiyle ve hâlâ “vatandaş” olanların eliyle yöneltmesi bizim için mantığın sınırlarını çoktan aşmış olsa da mülteciler için tanıdıktır. Ve sınırı aşanlar başlarına geleceklerin farkındadırlar. Bir kadın bir sınırı aşarken, kendisine atanan vasat “vatandaşlığı” geride bırakırken artık devletsiz ve mülksüz olanların tarafına geçtiğini bilir. O tarafın adı Türkiye değildir, aslında hiçbir yere, hiç kimseye dönüşerek geçiyordur- sahi neydi kadının adı?
Tüm kırılganlıklarına rağmen mültecilerin hemen her pratiği-bilinçli ya da bilinçsiz- var olan düzeni bozuma uğratan politik faaliyetlerdir. Birileri debelendiği krizin içinde istihdamdan, küresel güç olmaktan bahsedebilir, diğer ülkeleri sınır kapılarını açmakla tehdit edebilir. Ama mülteciler etrafınızı dolduracak, komşunuz, okul ya da iş arkadaşınız, işinizi yaptırdığınız özneler olarak o muazzam sandığınız düzeninizi, kültürünüzü ayaklarınızın altından çekiverecek kabiliyettedirler. Etrafınızda konuşulan dil, esnafınızda kullanılan para birimi, duvarlardaki yazılar, o dokunulamaz, devredilemez, değiştirilemez olduklarına inandırılanların hepsini değiştirebilirler.
Keşke daha çok değiştirebilseler. Keşke mülteci olmayanların, kendini vatandaş sananların nasıl da kaygan bir zeminde olduklarını daha, çok daha yüzlerine vurabilseler. Keşke bu iş sadece onlara kalmasa. Mesela biz hikâyeyi İran’da başlayıp Van’a varan bir anne fedakârlığı olmaktan çıkarsak. Sınırların ancak haddimizi aşarak iflas edeceği o tekinsiz alanlara dalsak. Ulus devletlerin savaşlarının her an kapımızda olduğunu görerek dünyayı yeniden kursak. En azından fotoğrafı böyle okumayı denesek.