Van’dan dönüyordum. O gün Van Gölü’nün üstünde uçarken uzun uzun düşündüm. Ben bu hal ile hemhalken kıyıda gençlik arkadaşım Memed’e rastladığım günü hatırladım. Biz ona Tanyıldız Memed derdik. Benden birkaç yaş büyük olsa da o yıllarda derdimi açtığım arkadaşlarımdan biriydi Memed. Bulunduğumuz yerin yanında şirin bir kulübe vardı oraya geçip oturmuştuk onunla. Görüşmeyeli yıllar olmuştu. Bir şeyler yiyip içtikten sonra söz dönüp dolaşıp eskiden beri aramızda bir şifre gibi olan konuya döndü. Siyabend ile Xecê’nin insanın aklını başından alan acıklı hikâyesine.
Karşıda Sipanê Xelatê akşamın kızıllığında bile başını arşa uzatıp bize bakıyordu sanki. Karşıda Sipan ayaklarının dibinde Göla Vanê tekmil coğrafya aşka gelirdi. İş aşka gelince de o hep Siahmed derdi, aslı Siyabend olmasına rağmen. Her halde ikincisi bana gönderme olsun diyeydi. Aşk sözcüğünün geçtiği yerde onun mutlaka bir Siyahmedi ve bir Xecê’si vardı. Bu sözcükler mutad dökülürdü ağzından. O kavlince Xeca Zirîn derdi Ben Xeca Şengê.
Bu kez de Sipana doğru elimi uzatıp, “İşte Xecê’nin mekanı” demeye kalmadan, o hemen “Xeca Şengê, Ezê hiviya te bi sekinim heta kengê” diyerek girizgâh yaptı. Xecê aşkın adıysa beklemek de aşkın fıtratıydı. Ama o bana, yıllar geçti daha ne kadar bekleyecek seni, diyordu. Ben mesajı almıştım.
Onu görmüşken, Xecê bahsini deşmek istedim.
….
Xecê bir Ağa’nın kızıydı. Ağalara burada bey de diyorlar. Siyabend ise ağanın çobanı. Xecê’nin güzel gönlü kuzuları güden bu çoban çocuğa düşüyor. Ama bu öyle sıradan bir çoban değil. Yiğit biri. Yoksulluk içinde büyüyerek ateş parçasına dönüşen bir genç. Attığını vuran, boz yeleli atların sırtında rüzgâr gibi uçan bir genç. Daha küçükken babası ölünce anasıyla Silîva’dan (Silvan’dan) kalkıp Xelat’ın (Ahlat’ın) eteklerindeki bu beyin obasına geliyorlar. Burada obanın beyine sığınıyorlar çocuk ve anası. Derken Siyabend de kuzucusu oluyor obanın, orada Sipan dağının eteklerinde beyin koyunlarını, kuzularını otlatarak büyüyor. Uçsuz bucaksız bozkırda gizli gizli yakaladığı yılkı atlarına biniyor, ok atıyor, kılıç kuşanıyor. Gel zaman git zaman ağanın kızı Xecê bozkırda rüzgâr gibi esen Siyabend’e aşık oluyor. Ağa bu, kızını çobana verir mi hiç? Çoban da olsa gönül bu, hiç durur mu? Memed hikayenin gözüne doğru ilerlerken az duruyor.
“Ee ne oldu keké Memed sonra?”
“Sonrası malum. Siyabend aldı Xece’yi çıktı dağa. Ahlat’ın başına taç gibi oturmuş Sipan dağına. Bu yüzden ona Sipanê Xelatê diyorlar ya. Ağanın ordusu da peşlerinde tabi. En doruğa çıkmak istiyorlar. Çıkıp kurtulmak istiyorlar. Siyabend gözlerini zirveye dikti. Çıktılar, çıktılar, çıktılar.. Ve nihayet yoruldular, dağın doruğunda dinlenmek istediler, Siyabend başını Xecê’nin dizine koydu ve yattı. İşte ne olduysa o sıra oldu?”
“Ne oldu?” deyip deşiyorum hikâyeyi.
“Ne olacak, bir dağ keçisi geldi başlarında durdu. Siyabend başını Xecê’nin dizinden kaldırınca göz göze geldi dağ keçisi ile. Siyabend’in gözlerinin içine baktı Gaquvi dediğimiz dağ keçisi. Gaquvi, başını öne arkaya doğru sallayarak, adeta Siyabend’e gel gel ediyordu. Siyabend şaştı bu işe. O av, Siyabend avcıydı. Av nasıl olurda avcıyı çağırırdı? Siyabend o an bütün dünyayı unuttu. Yanında Xecê ardında onu yakalayıp ibreti âlem için pare pare edecek bir ordu vardı. Ama o Gaquvinin büyüsüne kapılmış, manyetik alanına girmişti bir kez. Doruğa doğru hızla çıkan orduyu, hatta Xecê’yi bile unuttu o an, o an sadece avına kenetlendi. Ayağa kalktı, Xecê onun kolundan tuttu, ‘gitme’ dedi yakaran bir sesle, Siyabend bir Xecê’ye bir onu büyüleyen Gaquviye baktı, her şey gözünde bir anda silindi, o dağın doruğunda sanki bir o, bir de avı olan Gaquvi vardı. Gaquviye (dağ keçisine) doğru hamle etti. Gaquvi kaçtı, Siyabend kovaladı.”
“Sonra peki?”
“Sonra mı? Siyabend, gaquviye doğru seğirtti. Gaquvi koşmaya başladı ardından da Siyabend. Onların ardından da Xecé koşuyordu. Gaquvi bir tepede durdu, Siyabend de durdu. Ardından gaquvi aniden fırladı durduğu yerden, Siyaben de fırladı peşinden. Gaquvi koşuyor Siyabend koşuyordu. Gaquvi aniden duruyor, Siyabend de duruyordu. Siyabend aradaki mesafeyi kapatıp altın anı kolluyordu. Uygun bir yer bulduktan sonra o altın anda öldürücü oku fırlatmak istiyordu. Nihayet bir tepeciğin başında durdu, Gaquvi onun durduğunu görünce kendisi de durup neden gelmiyorsun der gibi avcıya baktı, Siyabend o an diz çöktü, nişan aldı ve okunu fırlattı. Gaquvi de dağın doruğunun bittiği büyük bir uçurumun başına gelmişti. Siyabend’in nişanladığı ok havada vınlayarak gitti menzilini buldu, avının boynuna saplandı. Gaquvi birden bir hırıltıyla sendeledi, son bir kez daha Siyabend’e baktı, bir iki yuvarlandı, yarın başına geldi, oracıkta yığılıp kaldı.”
“Yani?”
“Yanisi şu: Siyabend o altın anı kollamıştı. Yaman nişancıydı. Yakaladığında, çöktü, gerdi yayı, bıraktı oku. Dağ keçisini vurdu. O an hem av hem avcı için dünya durdu.”
“Xecê nerdeydi bu sırada?”
“Ardı sıra koşuyordu Siyabend’in. Etme, gitme, yapma diyordu. Ama av, avcıyı avucunun içine almıştı bir kere. Siyabend uzun sivri boynuzlu dağ keçisini vurduktan sonra arkasından gelen sese döndü. Xecê’nin sesiydi, nefes nefeseydi. Bir Xecê’ye bir gaquviye baktı. Xecê’nin gözlerinde ise hala ona ‘gitme’ diyen yakarış vardı. Siyabend’in ise gözlerinde zafer ışıkları parıldıyordu, ‘Bak Xecê vurdum, onu alıp sana getireceğim’ diyordu.
Siyabend dağ keçisinin yanına geldi gözlerine baktı. Bakışında hiçbir acı, hiç bir pişmanlık görmedi, şaşırdı.
Onu, avını başıyla saygıyla selamladı. Tam o sırada durduğu yeri fark etti. Derin bir uçurumun kenarındaydı. Birden diğer tarafa geçmek istedi. Fakat gaquvi buna izin vermedi, “şimdi de sıra bende” der gibi, son bir kez derin bir hırıltıyla başını yukarı kaldırdı boynuzlarını Siyabend’e doğru savurdu. Siyabend’i o derin uçurumdan aşağıya, uçurumun ta dibine doğru fırlatıp attı. Av, avcıyı yenmişti.”
“Mala mını…”
“Ya birimin her aşk meşkle bitmiyor bu dünyada.”
“E sonra”
“Xecê’nin yüreğinde bir yangın parladı, yangın önce yüreğini sonra bütün bedenini sardı, ateşin buğusu bütün hücrelerini yaktı, ağzından derin bir “Ah!” çıktı. “Ah! Siyabend ah!” dedi. Dünya önce durdu, sonra etrafında dönmeye başladı. Xecê bir an için yaşadıkları trajediyi kavradı. Yüreği parçalandı. Sonra ateş bütün bedenini, alevler bütün benliğini kapladı. Çığlık attı, ardından haykırmaya başladı. Gözpınarlarından yaşlar sel olup aktı.” Ve Memed farkına varmadan kılama başlamıştı.
Serê Sipanê Xelaté bi dumane bi mije / Kêditiye vi zemani néçir léxeneçırvanı xubéquje?
(Sipan’ın başı karlı, dumanlıdır/kim görmüş av avcısını öldürmüştür.)
Xecê, uçurumun başına geldiğinde gördüğü manzara onu dehşete düşürdü, ürperdi. Siyabend yarın dibinde sırt üstü bir karaçalıya saplanıp kalmıştı. Dikenin sivri ucu sırtından girmiş göğüs kafesinden çıkmıştı. Ama hala bedeninde can, gözünde fer vardı, inliyordu. Xecê uçurumun dibindeki Siyabend’e seslendi:
Siyabend Siyabendê Silivi / Ey Siyabend, Siyabendê Silivi
Xuyê tir qevanêzivi / Gümüşten ok ve yayın sahibi
Mênegote te ne çeşerê gaquvi / Sana bu ava gitme demedim mi?
Ev mali mîrat wê me bihelesêvi / Bu evi yıkılasıca öksüz bırakacak bizi.
Siyabend başını kaldırdı, uçurumun başındaki Xecê’ye baktı. Xecê’nin gözlerinden yaşlar akıyordu.
Kendisine seslenen sesin sahibine iyice gözlerini dikti. Bir kez daha baktı, doyamadı. Xecê ne kadar da güzeldi. Şimdiye kadar neden ona hiç böyle bakmamıştı.
Birden ayağa kalkıp Xecê’ye doğru yürümek istedi ama yapamadı. “Eyvah!” dedi. Sonra kendi hali ahvali aklına geldi. O an dünya etrafında döndü, döndükçe de karardı. Xecê uçurumun kenarına gelmişti.
Yürekleri paralayan bir ağıt yakıyordu. Siyabend’in bu durumdan kurtulma isteği yüreğini kapladı ama acıyla telaşın karmaşasında bir çaresizliğin kollarında savruluyordu. Siyabend, son kez Xecé’ye uçurumun dibinden seslendi:
Xecê Xecê Şengê / Ey Şengsu lalesinin Xecêsi
Kesukêmin evitiye navtengê / Karaçalı sırtımdan göğsümü deldi
De werêmin xilazqe, bêmiraz / Gel de kurtar beni
Ezê hêviya te bisekinim hetakengê / Daha ne kadar bekleyeceğim seni
Xecê, Siyabend’in bu yürek yakan çağrısı üzerine sağa sola bakındı, ipe benzer bir şey aradı, bulamadı. Hemen aklına uzun saçları geldi. Uzunca örgülerini birer birer dipten kesmeye başladı. Sonra onları aceleyle uçlarından birbirine bağladı, uçurumun dibine sarkıttı. Ama nafile, yetişmiyorlardı.
Siyabend’in kanı her iki tarafından akıyor, çalının kenarından sızarak aşağıda küçük bir gölcük oluşturuyordu. Xecê çaresiz ve yapayalnızdı. O sırada bir sesle irkildi. Arkasına dönüp baktı, babasının askerleri hızla yaklaşıyorlardı.
Siyabend, Xecê’nin babasının ordusunun gelip yetiştiğini anlamıştı. Son bir kez gücünü topladı, sevdiğine inleyerek seslendi: “Xecê, git, seni azad ediyorum. Evlen, çocuk doğur, dilediğince mutlu ol, mutlu yaşa, benden sana hayır yok artık.”
Xecê içerlendi, kendi kendine söylendi. “Ya sen ya sen ne yapacaksın gönlümün tacı, yüreğimin yiğit aslanı? Yalnız başına bu uçurumun dibinde ne yapacaksın? Karda üşürsün yalnız kalırsan?” Kendi kendine, gaipten mırıldanır gibi konuşuyordu. Acısı o kadar büyüktü ki artık hiçbir acı duymuyordu… Kederle gülümsedi. Sonra Tahirê Uryan gibi inledi;
Gönül garip ve hazindir, ah nasıl inlemem?
Bedenim ateşte yanıyor, ah nasıl inlemem?
Bana neden, ne de çok inlersin diyorlar hep
Ölüm ki pusuda bekler, ah nasıl inlemem?
Babasının ordusu iyice yaklaşmıştı. Siyabend’e elini uzattı, onu tutacakmış gibi. Sonra kendini usulca yardan, ona doğru bıraktı…
O an Sipan’a doğru hüzünle baktım. Siyabend yarda Xecê’yi bekliyordu hala orda. Yarası hala kanıyordu. Bu yara daha ne kadar kanayacak buralarda?
Günün kızıllığı karanlığa teslim olmak üzereydi… Ve bir kavalcı yanık yanık kaval çalıyordu ta uzaklarda:
“Serê Sipanê Xelatê bi dumane bi mije / Ke ditiye heta niha, neçir li xeni çirvanéxu bu kuje?”
Siyabendler yarda Xecê’ler dardadır hala bu coğrafyada. Bir gün elbet, bir gün mutlaka…
Onları orda kucak kucağa bırakıp Edremit’e yöneliyoruz.