Siz de hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz

Siz de hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz

Özgür Sevgi Göral

Benjamin Stora, Fransız Cezayir’inin sömürgeleştirilmesi tarihi, Cezayir bağımsızlık savaşı, bağımsızlık sonrası Cezayir tarihi ve sömürgecilik hafızası konusunda Fransa’nın en bilinen, en prestijli ve öncü tarihçilerinden beri. Çok uzun yıllardır bu konular üzerine çalışıyor ve geçmişten bugüne pak çok faşist grubun ve kişinin saldırılarına hedef olmuş bir tarihçi. Stora 2020 yılında Fransa Başkanı Emmanuel Macron tarafından görevlendirildi ve Cezayir savaşın bitiminin 60. yılında tartışmak üzere bir rapor yazması istendi. Rapor Ocak 2021 tarihinde “Cezayir Savaşı ve Cezayir’in Sömürgeleştirilmesi Üzerine Hafıza Sorunları” başlığıyla yayımlandı.[1] Aslında rapordan beklenti büyüktü, çünkü Stora’nın raporun giriş kısmında da belirttiği gibi, özellikle 2000’li yılların başından itibaren, Fransa’da Cezayir’in sömürgeleştirilmesi ve sömürgecilik sonrası dönem üzerine çok çeşitlenmiş, dallanıp budaklanmış bir tarihçilik alanı oluştu. Yine Stora’nın raporunda belirtiği gibi, Fransa’daki hafıza sahası açısından da, Cezayir’in sömürgeleştirilmesinden, bağımsızlık savaşından ve bağımsızlık sonrası dönemden, farklı şekillerde etkilenmiş, çok çeşitli sayıda platform, inisiyatif, girişimden oluşan karmaşık ağların toplamı önemli bir rol oynadı.

Cezayir’in sömürgeleştirilmesini sadece geçmişle, sadece Cezayir’le ve sadece bağımsızlığa kadar devam eden bir süreç olarak ele almak yerine sömürgecilik hafızasının bugünle bağını kurarak ele alan pek çok ırkçılık karşıtı grubun varlığının altını çizmek isterim. Irkçılık karşıtı gruplar, sömürgecilik tarihi ve hafızasını, yaşanmış, olmuş bitmiş ve geride kalmış bir geçmişten çok şimdide, bugünde, bugünün Fransa’sında farklı biçimlerde devam eden bir ırkçılık ve sömürgecilik sürekliliği içinde görürler. Bu yeni kuşak radikal gruplar, bugünün Fransa’sının Cezayir kökenli yurttaşlara ve tüm Afrikalı yurttaşlara ve göçmenlere karşı sürdürdüğü ırkçı, düşmanca, kolluk şiddetiyle ve failleri çok güçlü bir cezasızlık zırhıyla koruyan sömürgeci politikaları geçmişle ve Cezayir’in hafızasıyla birlikte düşünürler. Bugünün Fransa’sında banliyölere itilen, her zaman daha kötü işlerde çalışmak zorunda bırakılan, polisin kimlik kontrolleriyle ve şiddetiyle günlük olarak karşılaşan, dökülen devlet lojmanlarında kalmaya zorlanan grupların sistematik olarak Afrika kökenli olmasıyla Cezayir’in sömürgeleştirilmesini ilişkilendirirler. Fransız sömürgeciliği hem bitmiştir hem de Paris’in banliyölerinde maddi koşullardan yoksun bırakılanlar ve her gün haysiyetlerine saldırılanlar nezdinde bitmemiştir de. Sömürgecilik konuşurken sayfalarını bir uzlaşmayla kapatacağımız bir geçmişten bahsetmeyiz, aynı zamanda bugünün sömürü, tahakküm ve güç ilişkilerinde her gün ve yeniden tezahür eden, devam eden, şüphesiz pek çok açıdan farklılaşan ama pek çok açıdan da süregelen bir sistemden bahsederiz.

İşte bu yeni kuşak ırkçılık karşıtı gruplar Benjamin’in raporunu çok yetersiz, bugünün taleplerine ve ihtiyaçlarına cevap vermeyen, geçmişle bugünün Fransa’sı arasında çok zayıf bir bağ kuran dolayısıyla çok azla yetinen bir rapor olmakla eleştirdi. Bu çok beklenir bir eleştiri. Stora raporda en başından itibaren tutumunu net bir şekilde ortaya koyar: Bu rapor iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesini ve Fransa’nın Cezayir hafızasını demokratikleştirmeyi hedeflemektedir. Şüphesiz bu çaba da değerli ama bu hafızanın bugünün, şimdinin içinde nasıl farklı formlarda devam ettiği raporun konusu değil. Üstelik Stora’nın yaptığı öneriler de oldukça anaakım: Stora Fransa ile Cezayir arasındaki diyaloğu geliştirmek için bir Hafıza ve Hakikat Komisyonu kurulmasını öneriyor. Bu komisyonun yapması gereken etkinlikler olarak da 17 Ekim katliamının tarihinin de dahil olduğu yeni anma günleri oluşturmak, bu savaştan etkilenenlerin tanıklıklarını toplamak, Cezayir bağımsızlık savaşında Fransız kontrgerillasının kaybettiği ve katlettiği Ali Boumendjel gibi isimlerin ailelerinden özür dilenmesi, yer adlarının iki toplumu da temsil edecek şekilde değiştirilmesi, Fransa’nın Cezayir politikalarına itiraz edenlerin sembol ismi GisèleHalimi’yi mühim Fransız adamlarının anıt mezarı olan Panthéon’a nakledilmesi, iki taraftan tarihçilerin birlikte çalışması için özel programların ve vize türlerinin oluşturması gibi bir dizi etkinlik sayılıyor.

Benjamin Stora sonrasında bu raporu bir kitaba çevirerek de yayımladı. Raporun kitap versiyonunun başlığı rapordan çok daha ilginç bana sorarsanız. Kitabın başlığı “Fransa, Cezayir. Sancılı Tutkular”dır. Bu başlık Stora’nın her iki ülkenin hafıza sahalarının çoğulluğunu ve farlı politik akımların farklı konumlanışlarını ortaya koymak yerine her iki ülkeyi de birbiriyle yaşadıkları belki biraz da mahrem ilişkiyi yatıştırmak için uzlaşmaya çalışan ya da uzlaşması gereken, kendi içinde homojen ve ortak taleplerle temsil edilebilen, iki farklı birim olarak gören yaklaşımını çok iyi yansıtıyor. Stora’nın bu anaakım perspektifini, radikal yeni kuşak ırkçılık karşıtı hareketlerin yanında bir de bir tarihçi, hem de bu kez raporun tarih yazımına ve metodolojisine dair tercihlerini de tartışarak, analiz etti, eleştirdi. Bu tarihçi, tıpkı Benjamin Stora gibi oldukça erken bir dönemde, henüz kurumsal Fransız akademisinde bu konu yaygın bir biçimde ele alınmıyorken Cezayir’in sömürgeleştirilmesi ve uzun bağımsızlık savaşı üzerine çalışan SylvieThénault idi.[2]

Thénault raporun değerlendirmesine Stora’nın Cezayir, Cezayirliler, Fransa, Fransızlar gibi kategorileri çok keyfi kullandığını ileri sürerek başlar. Kimdir bu Cezayirliler? Örneğin Fransız ordusunda ve Fransızların yanında Cezayir bağımsızlığına karşı savaşmış Cezayirliler demek olan harki’lerin tecrübesiyle 17 Ekim 1961’de Fransız devletinin kaybettiği militanların ailelerinin tecrübesi bir midir? Fransa’da yaşayan Cezayir kökenli Fransızlar gibi kategoriler belirli bir sosyolojik gerçekliği betimlerken kısmi olarak işe yarar olsa da politik bir konuyu tartışırken kullanılması uygun mudur? Diyelim daha benzer bir konumdan gelenler arasında, örneğin yakınlarını 17 Ekim 1961 katliamında kaybetmiş taban örgütleri, bu katliam üzerine çalışan akademisyenler, bu katliamı gelecekteki daha geniş bir uzlaşmanın parçası olarak gören sivil toplum örgütleri arasında, 17 Ekim 1961 katliamının hangi çerçeveden anılacağı konusunda çok farklı politik yaklaşımlar yok mudur?

SylvieThénault Benjamin Stora’nın raporunu, pek çok farklı açıdan eleştirir. Thénault’ya göre Stora neredeyse sadece Fransızca kaynaklara dayanır ve Anglosakson literatürünün değerlendirmelerini hiçbir şekilde kullanmaz; hafıza sahasının kuşaklar arası, farklı politik konumlar arası, farklı talepleri öne çıkaran kurumlar ve kişiler arası farklılaşmasını derinlikle yansıtmaz; Fransa devletinin özür dilemesi konusunda kimi tarihsel olarak olumsuz sonuçlanmış özür örneklerinden yola çıkarak fazla mesafeli durur; geçiş dönemi adaleti paradigmasına başvurmasına rağmen bu alandaki çok önemli tartışmaları içermez; kendi icadı olan Fransa ve Cezayir arasındaki ‘temas dünyası’ kavramını fazla geniş kullanır ve bir yarayı iyileştirmek veya sancılı tutkulardan onları yatıştırarak kurtulmak gibi metaforlar aracılığıyla fazla dengeli bir yaklaşım tutturur. SylvieThénault, Stora’nın raporuna yönelik tüm bu eleştirileri yaptıktan sonra çok basit bir soru sorar: Neden daha fazlasını istemeyelim, neden daha iddialı şeyler talep etmeyelim ki?

Bu soruyu çok haklı buluyorum, bu sorunun Türkiye hafıza sahasının özellikle Kürdistan’daki sömürgeci ve ırkçı şiddet biçimleriyle hesaplaşma süreçlerindeki tutukluğa dair de sorulabilecek, belki çok basit ama çok kilit bir soru olduğuna inanıyorum. Gerçekten neden daha fazlasını istemeyelim ki? İdeolojik olmamak için mi? Sürekli mutedil, yapılsa bile aslında pek bir anlamı olmayacak, içinde bulunulan konjonktürün gerçek politik mücadeleleri, beklentileri ve iddialarının yanında çok yavan kalacak talepleri sanki elde edilse büyük bir kazanım olacakmış gibi ve gururla yeniden ve yeniden dile getirmek ideolojik değil mi? Diyelim ki; çok talepkar olunca kazanamıyoruz, devlete ve onun temsilcilerine, kurumlarına ne kadar aklı selim, mutedil olduğumuzu ispat ederek konuşunca kazanabiliyor muyuz? Türkiye’de hafıza sahasının Ermeni Soykırımı’nın tanınmasından Kürt savaşının şiddetinin ve ırkçı, sömürgeci yapının izlerinin açığa çıkarılmasına, en önemli ve radikal taleplerinin çok kısmen, çok parçalı ve her yükselen faşizm döneminde geri çekilmek kaydıyla da olsa tanınmasına acaba rica eden, mutedil ve çok aklı selim öznelerin çabasıyla mı yoksa radikal politik mücadelelerin, öz örgütlülüklerin, farklı sömürgecilik ve inkâr karşıtı grupların çoğu zaman fazla ideolojik olarak işaretlenen, dudak bükülen ve bir türlü hafıza sahasının daha mutedil aktörleri tarafından hakkı teslim edilmeyen militanlarının politik mücadeleleriyle mi ulaşıldı?

SylvieThénault’nun sorusunu, Türkiye hafıza sahası bağlamında, Ekim 2021 tarihinde Diyarbakır’da sergilenen Ahmet Güneştekin’in sergisi bağlamında tartışmak istiyorum. Ahmet Güneştekin Diyarbakır’da Hafıza Odası isimli bir sergi gerçekleştirdi. Sergiyi gezemedim, sosyal medyada süren tartışmalar dışında Güneştekin’in işlerini maalesef görme fırsatım olmadı. Fakat ben bu yazıda serginin kendisini ve içeriğini değil, sergiye getirilen eleştirilere ve bu eleştiriler bağlamında Türkiye hafıza sahasının görece daha ‘mutedil’ kurum ve kişilerinin konumlanışlarına dair bir tartışma yapmak istiyorum. Bu yazıyı okuyanların takip etmiş olabileceği gibi serginin açılışında Ertuğrul Özkök ile İsmail Saymaz’ın da içinde olduğu halay görüntüleri, ‘Sorunlarla Yüzleşelim’ hashtag’iyle birlikte sosyal medyadan sunuldu. Bu sunum, aslında serginin nasıl bir çerçeveyle takdim edildiğine dair bize sadece entelektüel olarak değil politik olarak da önemli şeyler söyler. Ertuğrul Özkök Türkiye’de Kürtlere karşı sürdürülen, özellikle topyekûn savaş yıllarının medyadaki önemli tetikçilerinden biri, bildiğim kadarıyla bu konuda henüz bir özeleştiri de yapmadı. Özkök, Kürdistan coğrafyası için oldukça sembolik bir isim. Bu halay bize ‘sorunlarla yüzleşmenin’ nasıl olacağına dair entelektüel ve politik bir çerçeve çiziyor. Bu çerçeveye Kürdistan’daki kimi kesimlerin, özellikle de hafıza sahasının başat aktörleri olan politik hareketlerin içindeki militanların itiraz etmelerini son derece anlaşılır buluyorum. Fakat mesele benim şahsen bu itirazı nasıl bulduğumdan daha katmanlı ve büyük gibime geliyor, mesele bu itirazların Türkiye hafıza sahasının daha ‘mutedil’ aktörleri tarafından ele alınma biçiminde yatıyor bence.

Sergi açıldıktan kısa bir süre sonra Diyarbakırlı bir grup genç Hafıza Odası sergisini protesto etti. Genç arkadaşlar bir açıklama yaptılar bu açıklamada bu serginin Kürt halkının, Amed halkının bütün değerlerine ihanet olduğunu; bu sergide gösterilen tabutlarda sembolize edilen katledilenlerin faillerinden Meral Akşener gibi isimlerin sergiye çelenk gönderdiğini; hem katledip hem de çelenklerle sergiyi kutlamanın Kürt halkına ihanet olduğunu ileri sürdüler. Açıklama şöyle devam etti: “Eğer gerçekten hafıza görmek istiyorsanız, Surlara bakmanız yeterlidir. Evlerimiz yıkıldı, yerine Surla alakası olmayan evler yapıldı. İnsanlarımız katledildi. O nedenle yapılan sergi değil, bizim bütün değerlerimize ihanettir.” Protesto eylemini düzenleyen gençler, “Amed uyuma, hafızana sahip çık” sloganlarının ardından bazı tabutları surlardan aşağıya attı.[3]

Sur sadece insanların katledildiği bir yer değil aynı zamanda, en azından Kürt hareketinin perspektifinden bakarsak, insanların özyönetim sonrası gelen açıklamalara karşı direndikleri için katledildiği bir yer. Dolayısıyla Sur, Kürt hareketi açısından hem bir direniş hem bir katliam yeri. Kürt hareketi Diyarbakır’da yapılan protestoyu sahiplendi ve olumlu buldu. Bunu da şaşırtıcı ya da tuhaf bulmuyorum, tıpkı hafıza sahasının daha ‘mutedil’ aktörlerinin kendi çizgilerine uygun politik muhtevası olan işleri olumladığı gibi Kürt hareketi de elbette kendi politik çizgisine uygun olan politik çıkışları onaylayacaktır. Benim bu yazıda sormak istediğim soru ise biraz daha farklı: Neden Türkiye hafıza sahasının neredeyse bütün ‘mutedil’ aktörleri Diyarbakır’daki bu sergiye yapılan protestoyu bir tür vandalizm, şiddet, kabul edilemez bir saldırı olarak çerçevelediler? Bu yazıda üzerinde düşünmeye çalışacağım şey bu olacak.

Önce birkaç noktayı netleştirmekte yarar var. Bu sergiyle ilgili pek çok çelişkili durum söz konusu olabilir, sergiyi gezenlerin büyük bir bölümü sergiyi Kürt savaşında bir barış umudunun desteklenmesi olarak gördükleri için ziyaret etmiş ve gezmiş olabilirler. Bu serginin kendisi, İsmail Saymaz’ın ‘Sorunlarla Yüzleşelim’ hashtag’iyle sunduğu halaydan çok daha etraflı bir eleştirellik içeriyor olabilir. Tüm bunların böyle olması, sergiyi eleştirenlerin ‘siz de hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz’ serzenişleriyle, vandalizmle, şiddet uyguladıkları gerekçesiyle dikkate alınmamaları sonucunu getirir ve yaptıkları politik eleştiriyi hükümsüz kılar mı? Bana göre kılamaz ve bu sergiyi eleştirenlerin yaptıkları eleştiride Türkiye hafıza sahasının tamamının anlaması gereken bir politik itiraz yatmaktadır.

Türkiye hafıza sahası özellikle 2000’li yılların başından itibaren egemen inkârcı, sömürgeci ve ırkçı anlatıları aşındırmak konusunda, önemli bir birikim üretmiştir. Bu birikimin, özellikle sanat alanındaki tezahürlerine, serinkanlılıkla bakan ve Türkiye hafıza sahasının egemen anlatıları aşındıran etkisini etraflı bir biçimde değerlendiren bir çalışma için Birikim dergisinin Yeni Bir Hatırlama Kültürüne Doğru sayısındaki Devrim Sezer ve Emre Gönlügül’ün yazısına bakılabilir.[4] Türkiye hafıza sahası artık ne yapılsa beğenmemiz gereken bir çoraklık filan anlamına gelmez, aksine bu saha önemli ölçüde sanatsal çalışmanın üretildiği bir yer anlamına gelir.[5]Dolayısıyla Diyarbakır’da Hafıza Odası sergisini protesto edenler, hiçbir üretimin yapılmadığı, mutlak bir unutuşun hüküm sürdüğü bomboş bir sahada hareket etmiyorlar; önemli bir birikimin oluştuğu bir alanda bir sanatsal işin, hem içeriğinin hem de sunulma biçiminin, politik çerçevesini tartışıyorlar. Onlara ortada doğru düzgün bir üretim mi var da yapılanı eleştiriyorsunuz demenin bana kalırsa bir karşılığı yok.

İkinci olarak, özellikle şiddet ve vandalizm eleştirisini son derece yersiz bulduğumu belirtmek istiyorum. Bu bakış açısıyla bakarsak Tolstoy’u, Gogol’ü, Dostoyevski’yi tarihin çöp sepetine atacağını iddia eden Rus fütüristleri, Cezayir Bağımsızlık Savaşını destekleyen işleri tahrip eden Fransız sitüasyonistleri, burjuvazinin ürettiği pek çok forma son derece radikal bir üslupla saldıran Dadacıları ve gerçeküstücüleri vandal olarak nitelendirip eleştirilerini dikkate almamamız gerekir; oysa hiçbirimiz asla böyle yapmıyoruz. Buradan yola çıkarak Diyarbakır’daki protestoyu gerçekleştiren arkadaşlarımızın fütürist ya da gerçeküstücü olduğunu ileri sürmüyorum; bu da tartışma konusu olabilir ama benim ileri sürdüğüm şey, özellikle politik bir muhteva içeren sanatsal işlerin bütün bir 20. yüzyıl boyunca farklı entelektüel ve politik aktörler tarafından çok sert bir eleştiriye tabi tutulduğudur. Bu süreç Diyarbakır’da yapılan protesto ile başlamadığı gibi onunla da sona ermeyecektir.

Son olarak söylemek istediğim şey ise şu: Diyarbakır’dan yükselen bu politik eleştiriye, bu eleştiriyi beğenelim ya da beğenmeyelim, onaylayalım ya da onaylamayalım, ama her durumda kulak kabartmamak, bu yükselen ses üzerine düşünmemek, bunun politik anlamları üzerine kafa yormamak bence Türkiye hafıza sahasının tamamını güdükleştiriyor, sığlaştırıyor ve klişe argümanlarla yoluna devam etmesine yol açıyor. Benim bu eleştiriye ‘Siz de hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz’ diyerek kulak tıkayanlara ya da öfkelenenlere ilişkin en önemli itirazım ne kibirli olmaları ne sahayı evcilleştirmeleri ne de Diyarbakır’daki sözü önemsiz kılmaları. Bunlar da söylenebilir elbet ama benim bu yaklaşımla esas derdim, kendi ‘mutedilliğini’ politik tartışma, eleştiri ve analiz etme alanının dışına çıkarmaya çalışırken kendisiyle eşit başka aktörlerin bu kadar köklü itirazları üzerine düşünmeyerek, bu itirazı tartışma konusu yapmayarak Türkiye hafıza sahasını yüzeysel ve güdük olmaya mahkûm etmeleridir. Politik bir anlamı olan herhangi bir sanat işine yapılan esas eleştiri ‘Siz de hiçbir şeyi beğenmiyorunuz’ cümlesiyle karşılanıyorsa bu olsa olsa bu cümleyi kuranların düşün dünyasının ne kadar güdük olduğunu ortaya koyar. Sur’un ölüleri hala yerde yatarken, kimse hiçbir şeyi beğenmek zorunda değildir; beğenmedikleri durumda da hafıza sahasının ‘mutedil’ aktörleriyle aynı göz hizasından ve eşit bir yerden konuşan politik öznelerdir. Başlangıç olarak bunu bile tanımamak, bana kalırsa, Türkiye düşün dünyasının sığlığının sebeplerinden biridir. Ben Diyarbakır’dan yükselen sese, politik itiraza ve onun sebeplerine kulak kabartmak, bu itiraz üzerine düşünmek ve bu itirazı, bu sesi hafıza sahasının içinde hakkettiği saygın yere yerleştirmek istiyorum. Benjamin Stora’nın raporundan başlamıştık, onunla bitirelim, Sylvie Thénault’nun bu raporu eleştirirken sorduğu çok basit ama çok önemli soruyu Diyarbakır’dan yükselen politik itirazla birlikte hep birlikte düşünelim derim: Neden daha fazlasını istemeyelim, neden daha iddialı şeyler talep etmeyelim ki? ‘Mutedil’ini isteyince oluyor mu sanki?


[1]Benjamin Stora’nın kaleme aldığı raporun tam metni için buraya tıklayınız.

[2]SylvieThénault’nun Benjamin Stora’nınraporuna dair yaptığı analizin tam metni için buraya tıklayınız.

[3]İlgili habere ulaşmak için buraya tıklayınız. 

[4] Devrim Sezer ve Emre Gönlügül yazıda bu yeni hafıza sahasının hemen ve köklü bir dönüştürücü gücü olduğunu ileri sürmezler ve bizi aman dikkat diyerek uyarırlar. Ancak hafıza sahasındaki pek çok girişimin bir köşeden, farklı biçimlerde egemen anlatıyı nasıl aşındırığını ve ürettikleri yeni hatırlama pratiklerinin uzun soluklu dönüştürüc etkisi konusunda çok iyi bir çerçeve çizerler. Devrim Sezer ve Emre Gönlügül, “Egemen Anlatıları Aşındırmak: Hafıza Peyzajına Kamusal ve Sanatsal Müdahaleler”, Birikim, no. 392, Aralık 2021, ss. 10 – 24.

[5] Hafıza Merkezi’nin 2000’li yıllardaki sanat ve hafıza işlerinin hem kataloğunu çıkardığı hem de buna dair tartışmalar yaptığı derlemesi de bu konuda önemli bir kaynak oluşturur: Hafıza ve Sanat Konuşmaları,der. Eylem Ertürk, Sevim Sancaktar, Hafıza Merkezi Yayınları, 202.