Sadece Türkiye’de değil dünya seçimli demokrasi tarihinde nadir görülebilecek (belki de hiç yoktur) bir paradoks kendisini sivri, acıtıcı, kederlere boğucu biçimde ortaya koydu. Hayat pahalılığı o kadar yüksekti ki ücret mallarının bile en asgarisini satın almak ateş pahasıydı. Satın alma gücü aşırı biçimde düşmüş, ücretler asgari düzeyde eşitlenmişti. Yolsuzluklar basit gündelik olaylar haline gelmişti. Adaletsizlik, kayırma, keyfi yönetim azgınlaşmıştı. Hürriyet, şifalı ilaç gibi bir hasrete dönüşmüştü. Güney Anadolu’da şiddetli deprem, açıklanan resmi verilerin aksine yaklaşık 200 bin yurttaşı öldürmüş, binlerce hane göç etmiş, devlet aygıtının topluma faydasız olduğu belirgin biçimde ortaya çıkmıştı.
Fakat burjuva veya sol muhalefet uygun şartların üstünde yükselip baskıcı rejime sağlam bir darbe vurarak deviremedi. Ve tersinden söylersek, nefret duyması umulan veya hiç olmazsa, desteğini kesmesi beklenen toplum kesimi, (buna da şükür daha fazlası da olabilirdi) sadık biçimde baskıcı rejimin yöneticilerine ve partilerine gönüllü destek vermeye devam etti.
Tayyip Erdoğan ve AKP, MHP ve diğerlerine gönüllü destek veren kitlenin derdi neydi yahu? Solun bir kısmının Atatürkçülerin, güya-gericilik düşmanlarının, liberallerin bir kısmının vurguladıkları gibi “Otoriter, baskıcı, hürriyetsiz, sefilleştirici, düşük ücretli ve nihayet din sömürücüsü rejimden yaka silkmiş değiliz” demiş mi oldular?
Hiç sanmam… Bu gönüllü oy desteğinin iyi analiz edilmesi şart. Nasıl?
En başta Atatürkçülere ve solun büyük kısmına hakim olan Comte’un pozitivist yöntemini çöpe atarak… Kaba biçimde söylersem, toplumun kendisini ve tepkilerini teknik bir doğa veya bilim olayına indirger bu yöntem. Sonra güya Marksizmden çıkmış olduğunu söyleyen kaba determinist yöntem de bizden ırak olsun. Bu yöntem de maddi ve fiziki koşulların toplumun davranışlarını kesin biçimde belirlediği fikrinde ısrar eder. Her iki yönteme göre toplum, inançlar, ideolojiler, fikirler, iradi müdahalelerin belirleyiciliğinden veya kuvvetli tesirlerinden uzaktır. Oysa devrimlerin, isyanların ve kitlenin oy verdiği siyasi seçimlerin tarihi bir bakıma ideolojilerin ve iradi müdahalelerin tarihidir.
Kitle yani toplum veya bizim solun çok sevdiği ifade ile “halk”, kendisini sınıfına veya yoksulluğuna göre belirlemiş olmadığı gibi belirlese bile siyasi tutumu (hele hele oy verme tercihi) çok farklı olabilir. Kısacası din, köylülük bilinci, göç etmişlik, milliyet, sosyal çevre, örgütlülük düzeyi genellikle, hele hele hareketsiz dönemlerde belirleyici derecede önemli hale gelebilir. Ayrıca işçi hareketinin gerilediği koşullarda, toplumun her kesimi kendi öz çıkarlarını, düzen içinde berkitmeye pek heveslidir.
Ülkede genel grevler, sokakları dolduran kitle eylemleri, kalabalık mitingler cereyan etmiyorsa… Hele hele bu eylemlerde güçlü ideoloji ve fikirlerden ilham almış etkili sloganlar yankılanmıyorsa… Toplumun en alt tabakasındaki en ezilmiş kesimler bile din, iman, devletin bekası, kaba milliyetçilik söyleminden çok kolay etkilenirler. Kaldı ki bu türden demagojiyi muhalefet temsilcilerinden çok daha güçlü bir figür olan Tayyip Erdoğan yapıyorsa neden etkilenmesinler?
Sendika seçimleri gibi
Bu seçimlerde baskıcı rejime verilen büyük desteği, bir ölçüde sendika yönetici seçimlerine benzetsem acaba hata mı yapmış olurum? Eksik olabilir ama hatalı olmaz sanırım.
İşçi tabanı genellikle (mücadelenin yükselmediği koşullarda) yıpranmış olsa da eski sendika bürokratını destekler. Lüks hayatına defalarca tanık olsa, gayrimenkul zengini olduğunu bilse ve patronun yandaşı olduğunu defalarca görse bile. Hatta şatafatlı sendika binasına ve mükemmel döşenmiş odasına girmesinin bile çok güç olduğunun bilincinde olsa bile. Yine de gider bu eskimiş sendika bürokratına gönül rahatlığı ile oy verir.
Fakat her şeyden önce bu bürokrat bildiği, tanıdığı, reflekslerini ölçebildiği kişidir. Hatta bir gün yerine geçmeye özendiği kişi bile olabilir! En önemlisi, kurulu, gayet iyi işleyen düzenin, işçi tarafındaki adamıdır. Tabandaki işçi ne yapacağını ve yapmayacağını bilmektedir bu hilecilerin. Bürokratın patronla ilişkisi de pek sağlamdır üstelik.
Fabrika da patrona aittir zaten. İçinde solun da olduğu eskimiş bürokrata karşı duran diğer kesim ise dürüsttür, namusludur. Fakat koskoca fabrikada söyledikleri hayal gibidir ve huzuru da bozmaktadır. Hem söylediklerini gerçekleştirmek hiç de kolay değildir. Sol veya haksızlığa karşı koyan adayların, hançerelerini yırtarcasına laf anlatmaları boşunadır. Zaten fabrikada kitle eylemi, grev, mücadele yükselmediği için tabandaki işçinin kulağı bunların sözlerine kapalı gibidir.
Güvensizlik
Bana kalırsa muhalefet cephesi toplumun büyük kısmına hele ki iktidara oy veren kesime güven verememiştir. Hatta daha da ileri gidebilir, baskıcı rejimi gönüllü olarak onaylayan toplum çoğunluğunun muhalefete kulağını tıkadığını bile söyleyebilirim. Halbuki toplumlar seçimden seçime de olsa kulaklarını açarlar biraz. Demek ki daha 2018’de seçim biter bitmez örgütlü, yaygın, isabetli sloganlara sahip siyasi faaliyete başlamak gerekirdi. Bir yandan siyasi faaliyetin örgütlenmesi öbür yandan toplumun örgütlenmesi işi bir ölçüde kotarılmış olurdu. Bu tür siyasi faaliyet belki işçi hareketinin kımıldamasına, hatta kitle eylemlerine sıçramasına bile kıvılcım sağlayabilirdi. (Muhalefetin, işçi hareketinin sessizliğini tercih etmesini başka bir yazıya bırakalım.)
Zaten milyonlarca işçinin sendikalarda; milyonlarca çiftçinin irili ufaklı demokratik kooperatiflerde; yüz binlerce öğrencinin derneklerde; şehirlerdeki emeklilerin, küçük burjuvaların dernek-kulüp-sosyal faaliyet içinde örgütlü olduğu toplumda siyasi propaganda elektrik hızıyla yayılır ve toplumu canlandırırdı.
Geri bilinç
Muhalefete güvenemeyen toplum, iktidardakileri otoritermiş, baskıcıymış, yoksulluğu artırmışmış diye dert etmeden, “elimdekini koruyayım” diye rejimi gönüllü olarak onaylamıştır. “Elimdekini koruyayım..!” Maalesef en geri işçinin fabrikalarda-atölyelerde-plazalardaki yaygın ama baskın fikridir. Neler içermez ki bu geri bilincin, hoş kokulu, mide kadar ruhu da şişiren tabii ki doyurucu ama besleyiciliği az içeriği? Sanıldığı gibi “önce vatan” “devletin bekası” “bölünme korkusu” “din elden gidiyor” değildir bu düşüncenin önceliği. Olamaz da…
Kendi çıkarlarıdır öncelik taşıyan. Ve yukarıda belirttim “elimdekini kaybetmeyeyim!” refleksi yön verir bu çıkarlara. Asgari de olsa ücreti vardır. Üstelik hanelerin çoğuna en az 1,5 asgari ücret girmektedir. Yaşlı emekli maaşını da eklemeli… Milyonları bulan sayıda yoksulluk yardımı, hastabakıcı ücretini de unutmamalı. Sonra devlet bürokrasisinin önceki dönemlere göre daha hoşgörülü tutumunun getirdiği kendine güven ve itaat… vs vs. Kendi çıkarları ile ucuz “vatan-devlet” söylemleri kolayca özdeşleşir. Ama bu “vatan-devlet-millet” kesinlikle kendi ekmek davasından sonra gelir. Ama biri önde diğeri arkada birleşmişlerdir. Elindekileri (kişisel çıkarı) tutmak için “vatan ve devletin varlığı” son derece önemli hissi kuvvetlenmiştir. Zaten muhalefetin büyük kısmı da vatan-devlet propagandası ile milliyetçiliğe destek de vererek, bu kavramların iyice “kutsal” hale gelmesine hizmet etmekte değil midir?
Muhalefetin ve solun, hemen büyük kısmı emekçi olan, yoksul, hatta sefil bu çoğunluk kitleyi tabii ki ikinci seçime kadarki 15 günde kazanması güç. Ama hiç olmazsa bölebilir, rejime aktif gönüllü desteğini azaltabilir, kararsızlığını artırabilir. Diğer yandan seçimlerde oy vermeye tenezzül etmeyen, gönülsüz, umutsuz milyonlarca kitleyi de canlandırabilir. Böylece küçük bir farkla da olsa seçimi kazanabilir.
Konuyu işlemeye sonraki yazıda devam edelim…
Erhan Bilgin kimdir?
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. Çalışma hayatının büyük kısmında iktisatçı olarak işçi sendikaları ile kamu kurum ve işletmelerinde görev aldı. Gazeteler, dijital haber siteleri ve bazı politik dergilere iktisadi sorunlara dair makaleler yazdı. ‘İktisatçıların İktisadı’ isimli bir kitabı bulunuyor.