Azad Barış
Onuncu yılına giren Suriye iç savaşı, hem bölgesel hem de küresel anlamda çoklu faktörlere bağlı olarak yeni diplomatik ilişkiler ortaya çıkardı. Rojava Yönetimi bağlamında içeride; ENKS ve Suriye’deki bileşenler ile Şam Rejimi, bölgede Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri başta olmak üzere Arap devletleri, küresel anlamda ABD, Rusya ve Fransa başta olmak üzere AB ile geniş bir spektrumda kurulan bu ilişkiler her yönüyle bölgenin yeniden şekillenmesinin önemli dinamiklerinden birini oluşturmaktadır. Suriye’deki Kürt güçleri bağlamında IŞİD’in askeri varlığının kısmi olarak sonlandırılmasından sonra gelişim gösteren bu ilişkilerin, Suriye’deki iç savaşın bitirilmesi ve siyasal ve anayasal çözümüne katkı sunma ihtimali olduğu gibi, Türkiye’nin çatışmacı pozisyonundan dolayı çözümsüzlüğü daha da derinleştirme ve yeni askeri hareketliliklere sebep olma ihtimali de taşımaktadır.
İster Suriye’nin bütünlüğü içinde, ister Rojava’nın on yılı aşkın süredir oluşturduğu sosyo-politik yapı içinde olsun, kurulan küresel yahut yerel ilişkilerin ekseriyeti çekişme merkezli bir karaktere sahiptir. Arap baharı ile başlayan Ortadoğu’daki çoklu savaş gerçeği ve ona bağlı olarak gelişen yeni stratejik denklemler hem yerel güçleri hem de küresel aktörleri bu bağlamda alışılageldik konumlarını yeniden düşünmeye sevk etmiştir. ABD’nin Ortadoğu’daki jeopolitik ve jeostratejik politikası da, Rusya’nın ve yer yer Çin’in de Afrika’dan başlayarak giriştiği yeni konumlanma arayışları da bu bağlamda şekillenmektedir. Bu sebeple de ABD’nin veya Rusya’nın Rojava üzerinden Kürtler ile kurduğu ilişkinin uzun vadeli bir stratejik denklem üzerinden inşa edildiğini iddia etmek için henüz çok erken. Hele de Kürtler lehine bir tercihin, Türkiye gibi önemli bir güç ile tarihsel ve stratejik ilişki ve işbirliğinin yeniden düzenlenmesi anlamına geldiği ve burada Türkiye seçeneğinin ağır bastığının rasyonel koşulları göz önündeyken…
Çin ile ortaya çıkan küresel yeni siyasal ve iktisadi hegemonya paylaşımı dolayısıyla stratejik öncelik anlamında Orta Doğu’ya eskisi kadar önem atfetmeyen ABD’nin esas odak noktası, Çin ve Rusya’nın da bu bölgeye yakın ilgi duymaları sebebiyle, Orta Doğu’da nüfuzlu bir varlık ve askeri etkinlik gösterebilmesi için yerel kimi müttefiklere duyulan ihtiyaç. Bunun en somut emarelerini, özellikle Hewlêr merkezli Başûr Kürtleriyle geliştirdiği ilişkilerden ve Rojava ile kısmi reel müttefiklik deneyiminden görüyoruz. Lakin Kürtler ile müttefiklik mefhumunun kendilerine büyük bir jeopolitik avantaj sağladığını Kürtler tarafından kontrol edilen jeostratejik koridorun bütünlüğünde görüyoruz. Onun için İran ve Rusya’nın Suriye’deki etkinlik alanını minimize etmenin yolunun, Başûr ve Rojava Kürtlerinin bölgedeki statülerinin sağlanması ile mümkün olabileceğini idrak etmiş durumdadır. Bu yüzden de Türkiye ve İran gibi bölgesel bazı güçlerle anlaşmazlıkların giderilmesi için, Suriye özgünlüğünde, Rusya ile esnek bir politik strateji üzerine yoğunlaşmaların son zamanlarda ciddi bir şekilde ivme kazandığını ve bunun bazı somut işaretlerini sahadan gözlemlemek mümkün.
Rusya üzerinden Suriye’nin Arap Birliği ile ilişkilerin yeniden tanzim edilmeye çalışılması, İran’ın Suriye’deki etkinliğinin azaltılması ve Türkiye’nin direkt ABD üzerinden engellenmesinin bu çerçeveyle doğrudan ilişkili olduğunu belirtmek mümkün. Tüm bu sebeplerden dolayı ABD-Rojava ilişkileri salt iki merkezi ilgilendiren bir stratejik denklemden ziyade sahada bulunan tüm güçleri ilgilendiren bir karmaşıklığa sahiptir. Rojava statüsü ve ABD ile olan ilişkileri salt Kürtler bağlamında değil aynı zamanda Türkiye, İran ve Arap dünyasıyla olan geleneksel ilişkilerinin de bir sonucu olarak şekillendiğini belirtmek gerekir. Örneğin Türkiye iç politikasının dış siyasetine yansımasının bir sonucu olan Suriye’deki varlığı ve güdümündeki cihatçı unsurlar üzerinden teritoryal bir hakimiyet iddiasının, ABD’nin bölgesel politikasını sınırlandırdığını ve hatta engellediğini söyleyebiliriz. Yine benzer şekilde İran’ın Irak ve Suriye üzerinden elde ettiği saha egemenliğini, ABD’nin bölgesel hegemonyasına büyük bir darbe olarak görmek gerekir. Afganistan’da ortaya çıkan boşluk ve kaosla birlikte işlerin ne denli karmaşık hale gelebileceğini anlayan ABD’nin bu sebeplerle Rojava ve Güney Kürdistan bağlamında daha ihtiyatlı davranacağının emarelerini görmek mümkün. Öte yandan bu varsayımı destekler nitelikte olan bazı yerel kaynaklar ABD’nin de Rusya’nın Rojava Özerk Yönetimi ile Şam arasında aracılık ettiği müzakerelere karşı olmadığını aktarmaktadır. Özellikle son zamanlarda Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon düzeyinde yapılan açıklamalar, bazı üst düzey ziyaretler, bölgedeki askeri hareketlilik ve M-4 Karayolu’na yapılan askeri sevkiyatlar da bunu teyit eder niteliktedir.
Bu ve buna benzer nedenlerden dolayı Rojava’da ABD’nin bölge ile ilişkilerinin seyrini değiştirecek, İran’ı sınırlandıracak, Türkiye’nin etki alanını kısıtlayacak ve Rusya ile yeni bir müzakere zemini yaratacak parametrelerin ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir. Söz konusu parametrelerin Kürtler bağlamındaki etkileri ise daha güçlü bir merkezi Hewlêr ve Rojava’da yeni anayasa ile beraber otonom bir Kürt yönetiminin hayat bulması olarak ifade edilebilir. Son yıllarda bölgede oluşan derin güven krizinin aşılmasının ancak ve ancak Kürt barışının sağlanması ile mümkün olabileceğini hem yerel hem de küresel güçler kavramak durumunda kalmış/kalacaktır. Kürt barışının büyük oranda Orta Doğu barışının da zeminini oluşturan tarihsel dinamikleri, metastaz etkisi yaratarak bölgede hem çatışmanın hem de sulhun belirleyici dinamiği olarak ön plana çıkmaktadır. Hem Suriye hem de bölgede kurulacak olan yeni stratejik dengelerde Kürt barışı sağlanmadan hiçbir inşanın sürdürülebilir bir toplumsal projeye dönüşmeyeceği hakikati, bütün güçlerin anlaması gereken arı bir hakikat olarak önümüzde durmaktadır. Bu olgusal hakikatten hareketle bölge ülkelerini de kapsayacak bir Kürt barışının inşa süreci mevcut birçok sorunun çözümünü de beraberinde getireceği gibi bunun en büyük etkisi hiç şüphesiz Suriye başta olmak üzere Irak ve Türkiye’ye yansıyacaktır. Bu nedenle statükoda ısrar eden kim olursa olsun bu olgusal hakikatin karşısında hem kültürel habitus hem de sosyo-politik olarak zararlı çıkacaktır, çünkü Orta Doğu’daki mevcut koşular artık barışın ve ‘Kürtlerin Zamanı’nın geldiğini göstermektedir.