Ruşen Seydaoğlu
İzninizle ve hafif bir tedirginlikle herkesin, her şeyin, olguların ve olayların bir cinsiyeti olduğu iddiasına girişeceğim. Hem de yaşamanın daha sempatik bir eylem olduğu çok eski zamanlardan, yaşamaya pek de imkân tanınmayan şimdilere değin. Bir yandan özel mülkiyetin, dikine yükselen kentlerin, enine katledilen ağaçların, nehirlerin, ticaretin, kalkınmanın, topraksızlaştırılmanın, yoksulluğun, yeni kutsal anneliğin, pozitivizmin, devletliliğin diğer yandan da toprakla kurulan ilişkinin, ana kültünün, kadim bilginin, emeğin, direnişin ve siyasetin cinsiyeti var. Biliminizi dayandırdığınız paradigma ne olursa olsun her şeyin bir cinsiyeti var.
Yakın zamanda ekoloji üzerine konuşulan bir panelde-sanıyorum moderatör de dahil tüm konuşmacıların kadın olmasına duyulan cinsiyetli öfkeden olacak- sunumlardan sonra bir bey söz aldı ve ekolojik yıkım ile kadın kırımı arasındaki bağı “soyut” bulduğunu ifade etti. Üstümüze iyilik sağlıktı. İdealar dünyası soyut gelebilirdi, Budizmin empati ile insanları yönlendirdiği bilgisini soyut bulmak da anlaşılabilirdi, hani kavramsal konuşulduğunda anlatılanlara soyut denmesi de duyduğumuz bir şeydi. Acaba kadın kırımı ve ekolojik yıkım arasındaki bağın tam olarak hangi kısmı soyut geliyordu ya da kadın kırımı ve ekolojik yıkım arasındaki bağın soyutluğunu-somutluğunu bu yazı açısından bir kenara bırakıp oradaki erkeklik performansından bahsetsek olmaz mıydı? Hem onun soyut algısıyla bizimki aynı mıydı?
Bizim soyuta yüklediğimiz anlam, zihnin alabildiğine genişlemesi ve yaratıcılıkken, üstelik bu soyutluk tüm somut kazanımlarımızın rahmiyken; beyefendinin bahsettiği galiba bunun erkekliğin kaba-maddi dünyasındaki karşılıksızlığıydı. Tüm alet edevatı, ölçüsü ve harcı cinsiyetçi bir ampirizmden gelen bilimle kadınların tarihsel deneyimine ve bundan üretilen bilgi yapılanmasına karşı savaş açmak elbette onun başlattığı bir şey değildi. Ancak bedelli askerlik de gönüllü askerlik gibiydi, askerlik askerlikti işte. Her hâlükârda savaşı sürdürmeleri gerektiği öğretilmişti.
Klişe olan ise kadınların, erkeklerin vereceği siyasi bir perspektife sürekli ihtiyaç duyduğuna olan “soyut” inanç ve aslında ihtiyaç duyanın kim olduğunun ters yüz edildiği bu ihtiyacı giderme gayretiydi. Siz kadınlar! tüm hayatınızı mücadele ederek geçirmiş olsanız, akademilerdeki cam tavanları sesin gücüyle çatlatıp aşmış olsanız, araştırdıkça araştırmış olsanız, kadının tarihsel bilgisinin izlerini bugünde bulmuş olsanız yine de oraya inci gibi dizilmeniz ve ekoloji üzerine konuşmanız hazmedilemezdi. Zira bilginin ve bilgiyi ifade etmenin bir cinsiyeti vardı. En iyi bilenler bilin bakalım kimlerdi? Bunun adı düpedüz, erkeklikti ve erkeklik kırılgandı. Öylece kenarda oturup kadınları dinleyemezdi.
Robert Faurisson da bunu beklememiş miydi? Holocaust’u inkâr edecek ama patriarkanın nimetlerini düşünce özgürlüğü kisvesi altında kullanmış olacaktı. Anne Frank de yazdıkları da güneş kadar gerçekken Faurisson kendisini bir halkın haysiyetine dil uzatabilecek kadar “dokunulmaz” sanıyordu. Onun, Perinçek’in ve söz konusu beyefendinin yaptığı safsata, soyut ya da benzer ifadelerle düşünce özgürlüğünü kullanmak falan değildi, inkâra düşmekti. Her ne kadar soykırım dediğimiz şey salt hukukla izah edilemez olsa da ne yazık ki Ermenilerin Nürnberg’inin henüz kurulmamış olması bir dezavantajdı. Tıpkı kadınlara ve doğaya açılan savaşı yargılayacak bir halk mahkemesinin henüz kurulmamış olması gibi. Tüm bunlar olurken bizden beklenense binlerce yıllık özel savaş politikası, “düşünce özgürlüğünün” kullanılmasıymış, kendini ifade edişmiş gibi somutlaştırıldığında modern çağın hastalığı olan ama insan hakları diye boğazımıza itilen burjuva nezaketini göstermemizdi. Erkeklerden dinleyen olmalarını beklemek de ne demekti? Nezaketin de bir cinsiyeti vardı. Tıpkı iktidarlar açısından Yahudilerin ve Ermenilerin bir cinsiyeti olduğu gibi.
Muhafazakârlıkları yerleşik bir hal aldığından erkeklerin ve kurumlaşmış iktidarların hedeflerinde kim ya da ne var, artık daha hızlı öngörebiliyoruz. Yeni sanılanın, yeni olmadığının da farkındayız. Politikalarını uygularken kimi yöntemlerini değiştirseler de konfor alanlarından uzağa düşemiyorlar. Saldırmayı en iyi bildikleri- ilk uyguladıkları kadınlar ve kadınların ürettikleri olduğundan genel stratejileri de kendileri dışındaki her şeyi kadınlaştırmak, kadınlara karşı yürüttükleri bu savaştan deneyimlediklerini tekrarlamak oluyor.
Yaptıklarını inkâr etmek, örtülü yürütmek, sizinle izah etmek, en beteri de rızayı inşa etmek gibi bilindik davranışlarını şiddetle buluşturup geniş alanlara yayıyorlar. Yani savaşlar siyasal, ekonomik, dini ve milli olanın cinsiyetinden dolayı “kadınlara karşı” yürütülüyor. Bu yüzden son dönemde ekseriyetle devletin “güvenlik” ekibinin “aşk” hikayeleri olarak sunulan, geriye kadın intiharlarının, kayıplarının ve cinayetlerinin kaldığı özel savaş ve politikalarını görmek ama bundan ibaret olmadığını ve sadece güncel durumla açıklanamayacağını, ezberin eski ezber olduğunu akılda tutmak gerekiyor.
Özel savaş, kadın sistemini kırmak için tanrıça mitoslarının tecavüz ve ölümle doldurulması, kadının bedeninin ve emeğinin şeyleştirilmesi ile başlıyor. Sistemi kırdıktan sonra-elbette yok edemedikleri için savaş sürüyor- geride kalan, aslında geride kalabildikleri için marjinalleşen kadınlar düzeni bozacakları ve erkeklere felaketler getirecekleri propagandasıyla özel savaşın özel sebebi olmaya devam ediyorlar. Mazdek’in kızılları Hürremiler, ölüme çağıran Sirenler ya da Kırk Kızlar büyük örgütlenmeler olmasa da sırf taşıdıkları değerler yüzünden özel savaşın hedefi oluyorlar.
Yeni dünyada da durum değişmiyor. Saddam’ın Enfal’i, Dersimdeki soykırım ya da IŞİD; Bosna’daki, Vietnam’daki, Japonya’daki ya da Bangladeş’teki savaş dönemi rahatlama evleri; sevgili, koca, baba ya da ağabey; tüm bu süreçler ve şahıslar özel savaşın erkeklik performansını oluşturuyor. Özel savaş transnasyonal, bölgesel, aile içinde ya da bireysel ilişkilerde tarihsel ve günlük olarak sürdürülüyor. Doğa, toprak, Kürt kadınlar, Kürtler, yerli kadınlar, feministler, sosyalistler, Süryaniler, Ermeniler ve elbette bu gruplara dahil olan erkekler yine patriarkal-kapitalist sistemin asileri-riskleri olduklarında, düzenle dertleri olduğunda özel savaşın bu performansa yüklediği cinsiyetle özdeşleştiriliyor ve savaşın hem sebebi hem ganimeti olarak odağa alınıyorlar. Özel savaş her koşulda biyolojik cinsiyete kazandırılan politik boyut dolayısıyla yönünü kadınlığa çevirmiş oluyor.