Jack London 1902’de birkaç ay kaldığı Londra’nın en yoksul mahallelerinde, evsiz ve aç bir şekilde yaşamını sokaklarda, barınaklarda yatarak, gündelik işlerde karın tokluğuna çalışarak sürdürdüğü günlerde “Uçurum Halkı” adıyla uzun bir makale yazar. Uçurum Halkı kavramının 20. yüzyılın başlarında İngiliz işçi sınıfının durumunu betimleyen en iyi kavram olduğu iddia edilir. Ayrıca Jack London’ın makalesi, Friedrich Engels’in 1844’te yazdığı “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu”* adlı kitabından sonraki döneme dair yazılmış en güvenilir belge olarak nitelendirilir.
Yerelin ve evrenselin bağlamı dramatik olaylar (ve kavramlar) üzerinden daha rahat kurulabiliyor. Jack London’ın İngiliz halkı İçin kullandığı, fakat kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış halkların hikayesiyle de örtüşen Uçurum Halkı kavramı bu bağlamı kurabilme kapasitesine sahip. 21. yüzyılın Uçurum Halkı kimlerdir diye bir soru sorulursa, tereddütsüz “Kürtler” diye yanıt veren çok olur. En azından Kürtler bu konuda kafa karışıklığı yaşamaz. Zamanın İngiltere’sinde açlığın, ölümün ve hastalıkların iç içe olduğu kentlerde insanlar nasıl büyük zorluklarla yaşamını sürdürüyorlarsa bugün Kürtler de 21. yüzyılın Uçurum Halkı olarak tüm zorluklara rağmen büyük kentlerin kenar mahallelerinde yoğunlaşıp inatla gündelik yaşamını sürdürmektedir. Bu yazıda, Jack London’ın anlattığı yoksul mahallelerden pek farklı olmayan ve Engels’in betimlediği Manchester’ın ara sokaklarını yer yer andıran, bizim doksanlı yıllarda köyden zorunlu göçle gelip yerleştiğimiz, Kürtlerin hikayesinin taşıyıcısı olan ilk örnek mahallelerden birini bir araştırmacı veya yazar olarak değil, yıllarca bu mahalleyi deneyimleyerek ve buradaki yaşamın bir parçası olan bir mahalleli olarak anlatmaya çalışacağım. Uzun süreden beri yazmak istediğim bu yazı (belki de araştırma konusu olabilecek mesele) yakın zaman önce mahalleye yaptığım ziyarette kaleme alındı.
Mahallemiz Kürtlerin yaşadığı zorlu yaşamın mekanlarından sadece birisidir. Kürt illerindeki mahallelerle kıyaslandığında nevi şahsına münhasır bir mahalle değil. Zira her Kürt kentinin benzer hikayeleri taşıyan birçok mahallesi var. Fakat yaşamın normal olduğu başka kentlerin herhangi bir mahallesiyle kıyaslandığında ciddi farklar ortaya çıkacaktır. Bizim mahalle, suçlulaştırılmış bir yoksul gettosu. Prekaryanın merkezlerinden, yani sınıf altı, sistem karşıtı karakteri olan bir mahalle. Uğur Kaymaz’ın babasıyla katledildiği sokaklardan bahsediyoruz. Kızıltepe’de bilinen adıyla Mehella Perekêta, yani briket mahallesi. Eskiden mahallede birçok briket fabrikası olduğu için ismini buradan almıştır. Doksanlardan sonra mahalle büyüyüp ikiye bölündü. Bir bölümün ismi Turgut Özal oldu. Bizim kaldığımız bölümün ismi ise HADEP belediye meclis kararıyla “Medya mahallesi” yapılmıştı. Daha sonra AKP’nin kayyımları Selahaddin Eyyubi olarak değiştirmişler.
Malazgirt’ten beri kardeşiz ya, ortak bağ arıyoruz; halbuki 1071’den beri ilişkimiz zorunlu ve hiyerarşik bir hadiseden öteye geçemedi. Hiçbir zaman eşitler arası bir ilişki olmadı; ne yurttaşlıkta eşitlenebildik ne kimlikte, ne de başka bir şeyde. Nereye dönsek devletin izleri var. Yani kolonyal şiddet! Bir şiddet rejimi olarak tanımlanabilecek devlet bizimle orta boy bir yurttaşlık ilişkisi kurmayı hiçbir zaman başaramadı. Hiçbir zaman normal bir perspektifle buralarda yaşayan insanlara bakamadı. Bu mahallenin insanları da hiçbir zaman devlete normal gözlerle bakmadı. Köyleri zorla boşaltılmış, işsiz bırakılmış, hor görülmüş… Biri diğerine kırdırılmış, zengini tutmuş yoksulu dövmüş. Böyle bir yönetim aygıtının etkisi altında kalıp da ilişkinin normal olması patolojik bir durum olurdu. Kendilerine her zaman düzeltilmesi, yontulması, ıslah edilmesi gereken defolu yurttaş gözüyle bakılan insanlardan bahsediyoruz. Devlet bunu sorun etmeliydi. Etti de; ama bizi şaşırtmayacak şekilde dert etti. Güç, göç, savaş, şiddet… Gelinen nokta ortada. Devletin Kürtler üzerinde egemenlik kurma arzusu azdıkça şiddet, yoksulluk ve umutsuzluk büyüdü. Kürtler bir muhtarlık sahibi olmasın diye cumhuriyet rejimi tasfiye edilmek üzere; seçme seçilme hakkı, yerel yönetimler, meclis iradesi gibi demokratik hak ve kurumlar işleyemez hale getirildi.
Mahallemize dönelim. Dediğimiz gibi “yoksullaştırılmış-suçlulaştırılmış” bir mahalle. Doksanlarda köylerinden zorla göçertilen on binlerce insana ev sahipliği yapmış. O yıllarda iki odalı evlerde yirmi-otuz insanın aylarca bir arada yaşadığına bizzat tanıklık etmiştim… Doksanların başında bir insanlık suçu olan “zorunlu göçlerin” başlamasıyla yaşam alanlarını terk etmek zorunda bırakılan binlerce insan, şehrin çeperinde düşük maliyetlerle evler inşa ettiler, bir süre sonra buralar mahalle oldu. Siyasal şiddetin kesintisiz devam ettiği, alt yapıdan yoksun, su şebekesi olmayan, yazın sivrisineklerden geçilmeyen, kışın ise çamur deryası olan, yoksulluğun diz boyu, ucuz emeğin had safhada olduğu, mevsimlik tarım işçiliğinin deposu olan bir mahalle… Kanalizasyonlar olmadığından dolayı yazın sivrisineklerin saldırısıyla geceleri uyumak mümkün değildi. Binlerce çocuk ve yaşlı bu dönemlerde zayıf ve savunmasız düşer, salgınlara yakalanır, hastaneler dolup taşardı. 1999’da HADEP Kızıltepe Belediyesi’ni kazanınca altyapı ve su şebekesi zaman içinde ancak çözülebildi.
Köy-kent karışımı bir mahalleden bahsediyorum. Mahalle genel olarak aynı köylerden olan ve çoğunluğu akraba olan homojen grupların olduğu, baştan başa aynı hikayelere sahip ailelerden oluşuyor. Şimdi ise zenginler mahalleye yakın mesafede yapılan havaalanı ve AVM’den sonra mahallemizin boş kalan arazileri üzerinde villa yapıyorlar. Zamanında devletin toprak reformuyla binlerce dönüm arazi vererek zenginleştirdiği kesimler bir taraftan yoksullarımızı insanlık dışı çalışma koşullarına mahkum ederken diğer taraftan dibimizde villalarda yaşayabiliyorlar. Muazzam bir kan emicilik, muazzam bir eşitsizlik özenle büyütülüyor.
Gündelik yaşama gelince; son zamanlarda mahallemizde esrar ve eroin ile gençlerimizin yaşamı zehirleniyor. Nereye gitsek insanlar, madde kullanan gençler konusundaki çaresizliği ve üzüntülerini ifade ediyor. Mahallenin gençleri de maalesef bu oyunun içinde. Komşularımızdan birinin iki çocuğu dağda yaşamını yitirmiş, iki çocuğu ise madde kullanımından kaynaklı büyük sorunlar yaşıyor. Paramparça hayatlar! Hemen dibimizde yeğenlerimin berber dükkanı var. İkisi de okuldan terk. Birkaç gün önce dükkanın içinde büyük bir kavga çıkmış. Dükkanda bir genç bağımlı madde satmaya kalkışmış. Ortalık toz duman olmuş. Madde satmaya kalkışan gence fena şiddet uygulamışlar. Yeğenlerim gencecik yaşta olan amcalarını madde kullanımından dolayı kaybedince canları yanmış. Halayı da dağda kaybettiler. Az ötede kıraathane var. Tıklım tıklım, hepsi işsiz. Dört mevsim sabah 11:00 gibi geliyorlar, gece 12:00’de ancak dağılabiliyorlar. Biraz ötede abimin yakın zaman öncesine kadar çocuklarıyla birlikte işlettiği ve yeni kapattığı bakkal dükkanı var. Artarda açılan süper marketlerden dolayı kepengi indirdiler; şimdi İstanbul inşaatlarında çalışıyorlar. Mahalleye Rojava’dan gelen iki yaşlı var. İki küçük çocukla birlikte yaşıyorlar. Çocukları soruyoruz kimin diye; babaları yurt dışına gitmiş, anne de sonradan yurt dışına gitmek için evden çıkmış bir daha haber alamamışlar. Çocuklara yaşlı dede ve nineleri bakıyor.
Devam edelim: Uzun süredir görmediğim insanları görmek için ziyaret turuna çıktım! Ama ne ziyaretler! Gittiğim ilk aile akrabamız olan bir aile; seksenlerden bu yana altı erkek kardeşin hepsi bazen sırayla, bazen de hep birlikte cezaevinde kalmışlar. Altının ikisi dağa çıkmış. Ailenin iki büyüğü Esat Oktay’ın işkencelerinden geçmiş, onar yıl yatmışlar. Ortancası cezaevinden yeni çıkmış. Onu ziyarete gitmişiz. Ailenin metropollerde, Avrupa’da ve dağda çocukları var, işsizlik had safhada. Kimseye muhtaç olmadan, bel bağlamadan tüm kötülüklere rağmen düşmeyen ve ayakta kalan nadir ailelerden. Evimizden biraz ötede 25 yıldır cezaevinde olan arkadaşımın babasını ziyaret ediyorum. Akciğerler gitmiş, kemoterapiye yeni başlamışlar. Kolonyal şiddetin insan bedeninde açtığı yaralar zaman içinde bedeni çürütüyor. Odasında kalması gerekiyor. Geldiğimizi duyunca “hayır, illaki gelip oturacağım” diyor. İzolasyon kurallarını hemen askıya alarak “Ben cemaat insanıyım, misafirlerim varken nasıl öbür odada oturabilirim” deyip oturduğumuz odaya geldi. Çocuklar “tutamıyoruz” diyor. Modern deyimle kamusal dünyanın insanı. Sohbetin, konuşmanın, tartışmanın insanı. Kürtlerin moderniteden önce de kamusal dünyası güçlüydü. Bu insanlar o gelenekle büyüdüler. Amca kendinden emin “ben yaşadığımı yaşadım, tek bir hayalim vardı, oğlumu ölmeden önce bir kez dışarıda görmek isterdim” derken ellerini boşluğa sallamasıyla ne kadar umutsuz olduğunu da anlamış oluyoruz.
Biraz ötede bir başka komşumuzun evinin önünden geçiyorum. Oğulları öğretmen iken katledildi, kız kardeşlerden biri ise kısa bir süre sonra dağa çıktı ve dağda yaşamını yitirdi. Yaşlı dede ve nine ile birlikte, gelin ve tek çocuğu yıllarca bu evde yaşadılar. Hüzünlü bir ev. Önünden geçerken büyük bir yorgunluk hissediyorum. Nene ve dede artarda yaşamını yitirmiş. Ailenin tek oğlu sosyoloji bitirip, işsiz sosyologların arasına katıldı. Soruyorum, ne yapıyor diye… Evden dışarı çıkmıyor, kimse yüzünü pek görmüyor diyorlar. Hemen onların komşusu yine köy muhtarı iken Esat Oktay’ın işkencelerinden geçmiş biriydi; daha sonra yıllarca demokratik siyaset yapmıştı, o da kanserden yaşamını yitirmiş.
Mahallede özellikle yaşlı insanlarımızın hastalıkları çok fazla. Elli yaş üstü kadınlarda erken yaşta başlayan bel fıtığı, orta yaş erkeklerde kalp krizleri, gençlerde ise psikolojik sorunlar had safhada. Antidepresan kullanımının yüksek olduğunu söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Bizim mahalle kadar ilaç dayanışması yapan başka bir mahalle tanımıyorum. İlacın hastalıkla uyumu çoğu zaman pek önemli değildir. Alınan ilaç mevcut durumdan kurtulmak için sadece anlık bir umuttur. Üç seçenek vardır: Ya iyileşiriz ya ölürüz, ama her halükarda mevcut durumdan kurtuluruz. Hesap böyle. Sigara tüketimi ise doksanlara benzer şekilde tüm yaş kategorilerinde istikrarlı bir şekilde sürüyor.
SSPE** hastası kuzenim Ahmet! Kolonyal şiddetin bir başka örneği… SSPE hastalarının neredeyse tümünün Kürt illerinden olması tesadüf olmasa gerek. Dedemin ismini vermişiz Ahmet’e. Aşiret geriliminin olduğu bir kavgada vuruldu dedem. Genç Ahmet ise sağlık bakanı Osman Durmuş’un bayat aşıları ile sakat kaldı. Yaşıtlarının neredeyse tümü yaşamını yitirdi. Ahmet bir deri bir kemik, kaskatı kesilmiş halde yirmi yıldır yatağa mahkum bir şekilde yaşıyor. Yediği besin maddeleri sürekli yemek borusuna kaçınca Ahmet’in gencecik bedenini delip başka bir yol açmışlar. Ahmet ile annesinin ilişkisi anne-çocuk ilişkisinin nasıl bir şey olduğunu anlamanın en iyi örneklerinden.
Bizim evin tam karşısında akraba evliliğinden kaynaklı komşumuzun birçok engelli çocuğu var… Sayısını tam bilmiyorum. Ben ne zaman bu engelli çocukları konuşsam bizimkiler “bu engelli çocuklar olmasaydı aile geçinemezdi; onların maaşı sayesinde geçebiliyorlar” diyorlar, susuyorum… Engellilerin en büyüğü olan Ferhat yirmi beş yaşlarındaydı; her geldiğimde kapı önünde selamlaşırdık; bu sefer yoktu, sordum geçen yıl yaşamını yitirmiş dediler. Maaş kesilmiştir.
Yetmişli yıllardakine benzer şekilde mahalleyi terk edip apartmanlara taşınanlar var; arkasından uzun uzun bakıp duruyor geride kalanlar. Mahalleden gidenler bir süre sonra mahalleyi ziyarete gelirler. Apartmanda oturmanın havası olsa da kültürel değişime alışmamış ve mutsuz bir şekilde mahalleyi ziyaret ederler. Mahalleden kalkıp orta sınıfın yoğun olduğu bölgelere taşınmanın yükü ağır. Maazallah mahalleden taşınanlar kokabilirler, bağırarak konuşabilirler, selam verebilirler. İlk etapta orta sınıf selamı alır, sonra yavaştan yollarını değiştirirler. Bir de mahalleden komşular apartmana ziyarete gelmişse, yüksek sesle mahallenin anıları anlatılıyorsa orta sınıfın keyfi kaçabilir. Kapıdaki onlarca ayakkabıyı gördüğünde ise mutlaka bunalıma gireceklerdir. Tabii bir de çocuklar var. Yeni okul, yeni ayakkabı, bisiklet falan derken işler zorlaşır. Evet bizim mahalleli de zaman içinde mutsuz olacaktır. “Her kuş kendi sürüsüyle uçmalı” deyip dururken arada bir mahalleye geri dönüp bir nefes alması kendisini rahatlatacaktır.
Mahalle açlık sınırının altında yaşıyor. Ortalama olarak her evde genç işsizler, hasta yaşlılar ve çok ucuza çalışan ebeveynler var. En son Belediye Başkan yardımcılığı yapmış çocukluk arkadaşımı ziyaret etmeye gidiyorum; küçük bir ekmek teknesi açmış; bir kardeş dağda yaşamını yitirdi, diğeri on yıldır içerde, kendisine kayyım atandı, yıllarca yargı kıskacında kaçak yaşamak zorunda kaldı. Mahallede AKP’nin tabela üniversitelerinden mezun genç üniversite proletaryası var. Ya evde oturuyorlar ya da cep harçlığına da olsa çalışmak zorunda kalıyorlar. Edebiyat öğretmeni yeğenim özel bir okulda beş bin lira maaş ile çalışıyor. Onun kız kardeşi iktisat mezunu; dört bin lira maaş ile sigortasız, günde on saat muhasebecide çalışıyor. Bir başka yeğenim sağlıkçı; iş bulamayınca yine günde on saat bir kafede dört bin liraya çalışıyor. Sınır ticareti hikayelerini dinliyorum. Birçok insan günlük olarak Habur sınır kapısından getirdikleri birkaç kilo çay veya sigara paketini satarak geçimini sağlamaya çalışıyor ama buna da izin yok. Çayı yerlere döküp sigara kartonlarını yırtıp atıyorlarmış. Habur sınır kapısı ticaretine izin verilse, tek başına buradaki ticaretle bölge nüfusunun büyük bir kesimi rahatlıkla geçimini sağlamış olur.
Sonuç
Sartre’a göre sömürgeciler şiddet yoluyla sömürgeye boyun eğdirmeye çalışırlar; sömürgeleştirme süreci boyunca insan hakları askıya alınır ve zorun gücüyle sömürge “sefalet” durumunda tutulur. Bizim mahallenin sakinleri de şiddet yoluyla boyun eğdirilmek istenen ve sefalet durumunda tutulmaya çalışılan yoksul kitlelerden oluşmakta. Sistem karşıtı ve muhalif olmaları sistematik olarak acı, ıstırap ve yokluğa maruz bırakılmalarının temel nedeni. Zira devletin ve sermayenin mahallemize yönelik yönetimsel aklı yaşamın her alanında şiddet üretiyor.
Mahallemizin örneğinde olduğu gibi Kürtlerin genel olarak maruz kaldığı şiddet biçimi “yapısal-kolonyal” şiddet pratikleriyle birebir örtüşmekte. Normalde kolonyal-yapısal şiddetin dozajına bakıldığında mahallede kıyametin kopması gerekirdi; ama kopmuyor. Çünkü mahalle güncel olarak normalin yaşadıklarından daha büyük felaketlerle hep sınanmış. Mahallenin bir öfkesi var, fakat bir sabrı da. Bu niteliklerini hala korumakta.
Toplumun henüz ölmediği, insanların hala bayramlaştığı mahallemizde çocuklar hala güvenli bir şekilde sokakta oyun oynayabiliyor. Tüm kötülüklere rağmen mahallemiz hala umudunu dipdiri tutabiliyor. Bunun nasıl başarabildiklerini ben de bazen anlamakta zorluk çekebiliyorum. Belki de umuttan başka bir yol olmadığı için. Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin ve Bursa gibi metropollerde bizim mahalleye benzer mahalleler var. Ya da Haiti’de… Farkımız şu: Bu mahalle bizim, burada biz yaşıyoruz! Em Livirin!***
*Friedrich Engels’in 1844’te yazdığı ‘İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’: “1800’lerin ilk yarısında Sanayi Devrimi sonrası İngiltere’nin genel durumu ve emekçi yığınlarının kırdan kente göçü ile oluşan yoksulluk ve konut sorunundan, kent planlamasına, beslenme sorunundan işçi sağlığına, ücretler meselesinden örgütlü emek hareketine, seçme seçilme hakkından emeğin özgürlüğüne ve kölelikle karşılaştırılmasına, çocuk ve kadın emeği sömürüsünün çarpıcı, insanı dumura uğratan yanlarını çok çarpıcı bir şekilde kaleme aldığı muhteşem eseri.”
**SSPE (subakut sklerozan panensefalit) kızamık hastalığını özellikle 5 yaş altında geçirenlerde yıllar sonra ortaya çıkan kızamık hastalığına bağlı kronik beyin iltihabı.
***Kürtçede “Biz buradayız!”
Mehmet Nuri Özdemir kimdir?
MKÜ Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu. 3 yıl sağlık memurluğu, 13 yıl öğretmenlik hayatından sonra 2016 yılında çıkarılan 675 sayılı KHK ile işinden atıldı. Gazete Karınca’da okur-yazar.