Uzun süredir aklımda şu soru dolanıyor; yürümek aslında neydi? Yürümenin ne olduğu kadar yürüyememenin de ne olduğunu deneyimlemiş olmanın tuhaf çelişkisinden geliyor bu soru. Bilmezlikten öte, bildiğini hatırlatmak istiyor zihin, artık yapamam sandığını yap(tır)mak.
Yetmiyor, aynı zihin bütün bu yürüyememe halime rağmen yürümeye rüyalarımda devam ettiğimi söylüyor. Yürüyememe halimi açıklamanın başka bir yolunu bulamadığımdan rüya tabirlerini açıyorum. O sırada Mine Söğüt’ün Beş Sevim Apartmanı’ndaki üslubuyla zihnim seslendirme yapıyor; rüyada yürüdüğünü görmek diyor… o kişinin hayatında çok önemli değişiklikler yapacağına delalet eder.
Yürümek, rüyada ya da gerçekte hep değişikliklere delalet ediyor. Çünkü iki nokta arasında gidip gelmekten daha fazlasını yaratıyor. Zamanın hareketliliği, mekânın hareketliliği yürümeye eşlik ediyor. Yürüyüş yolu da varoluşa sonsuz ihtimalle katıldığımız performans sahnesi haline geliyor. Yani yürümeye başladığımız yerden bir adım sonrasında artık aynı kişi olmuyoruz. Bakış açımız, algılayışımız, anlamlarımız her şey dönüşmeye başlıyor. Bilhassa hızlanmadan, aceleciliğe kapılmadan sürebildiği ölçüde yaşamak sayılıyor bu istikrarlı yürüyüş.
Bunlar Gros’un iddialarından çıkardıklarım. Nietzsche, Rimbaud, Thoreau, Gandi ve diğerlerinin yürüyüşlerini anlatırken düşündürdükleri. Sonsuz yürüyüşlere cesaretle katılan “o” kadınları es geçen ama yürümeyi anlama gayretinden de vazgeçmeyen haliyle ifade ettikleri.
Kendisi 2017’de yürümek nasıl heyecanlı bir meseledir, uzun uzun anlatmıştı bana, kimi söylediklerinin düşüncelerimde ve hayatımda karşılığı vardı kimi erkeklerin dünyasına mahsustu kimi ise yabancı deneyimlerdi, aşina değildim. Ondaki çok boyutlu düşünebilme kabiliyeti, kıvrak zekâsı, kasıntı olmayışı daha ilk buluşmamızda, aramızda özel bir ilişki filizlendirdi. Ancak yürümenin felsefesini anlattığı o sohbette- kitabını okuduğum, okurken ona yüksek sesle sorular sorduğum ve cevapları ilerleyen sayfalarda aldığım sohbetten bahsediyorum- birkaç konuda uzlaşamadık. [i]
O “bir kez ayakları üzerine dikildi mi olduğu yerde kalamaz insan” diyordu, öyleyse insanın yüzlerce yıldır olduğu yerde kalmak için gösterdiği bu inadı nereye koyacaktık? Gördüğüm şey bazen diyalektiğin bile insan karşısında çaresizleşebileceğiydi. Ulus devlet sınırlarından, polis barikatlarından da habersiz gibiydi. Toplumsal cinsiyet rollerini ise tatlı tatlı övüyordu. Ama yürüyüşle zihninin sınırlarını alabildiğine esnetme fırsatına erişmiş olan Nietzsche’ye elden ayaktan düştüğünde annesi, Rimbaud’ya ise kız kardeşi bakmıştı.
Israr ediyordu; sessizlikte yürümekten, yalnız yürümekten, üç-dört kişiyle birlikte yürümekten, sloganlar eşliğinde yürümekten, sonsuz yürüyüşlerle gelen felçlerden, deliliklerden, mülkiyet olmaksızın sahip olmanın imkânından bahsediyordu. Tüm bunlar birlikteyken de ayrı ayrıyken de felsefenin damarları gibiydi, biricik varoluşlardı. Haklıydı. Yürümek, öğretilmiş sınırları aşarak kendini yeniden doğurmak gibiydi. Aşılan her barikat hem kendi bireyselliğimizi keşfedeceğimiz hem de toplum olarak bizi dönüştürecek yeni bir alana açılmak anlamına geliyordu.
Yüklerin yerini sahici ihtiyaçların aldığı, bürokrasinin, ezberlerin yerini keşfetme heyecanının aldığı, sistemin hızını artıran tüm modern alışkanlıkların yerini medeni olmayan ama aceleciliğin zıddı olan yavaşlamanın aldığı… Böylesi bir yürüyüşe çıkabilme cesaretine bağlıydı dönüşümü başlatmak. Ve pek de bir kere ayağa dikildiğimizde sonsuza kadar devam edebileceğimiz türden değildi. Yürümenin ardında yatan arzular hep canlı tutulmalıydı. Aksi kaskatı yapabilirdi insanı.
Ne yeterince esneğim ne de kaskatı. Yürümenin aslında ne demek olduğunu yaşayarak öğrenmiş ama artık yürüyememenin sancısıyla kıvranan sayısız kadından biri olarak bunca bilgiyle ne yapacağımın derdindeyim. 8 Mart’ta yürüyemiyorum. Evsiz kalmışım yürüyemiyorum. İşler yolunda gitmiyor, yürüyemiyorum. İki ay önce gülüştüklerim gitmiş, yürüyemiyorum. Bir huzursuzluk var içimde, çıkıp biraz yürümeye niyetleniyorum yok, yürüyemiyorum. Tüm bunlar şahsıma münhasır buhranlar değil, yalnız olmadığımı da biliyorum.
Ama ipin ucu bir yerde elimizden kayıp gitmiş olmalı ki kıstırılmışlık karşısında öfke duymanın, öfkeyi de yeniden yürümeye başlayacağımız bir eksene oturtmanın sırası bir türlü gelmiyor. Sıkıştırdıkları yerde hareketsizleşmek, yaşarken gömmeye kalktıklarını bilmek, tüm bunlara katlanmanın imkansızlığında bile öfkelenmemek. Hâlâ çareyi başka birinin, birilerinin yürümeye başlama ihtimalinde aramak. Yürüyemediğimiz, yürüyemeyen halimizi normalleştirdiğimiz tuhaf bir girdabın içinde gibiyiz.
Gros’un da şöyle göz ucuyla selamlaştığı Marcel’in Homo Viator’unu düşünüyorum. Nefes alıp verme hali olarak yaşamak karşısında varoluşa dahil olmayı seçme kudretini. Peki ama kendini gerçekleştirmek için ayağa kalkan gezgin insan nasıl oldu da oturarak herhangi bir hakkı kazanabileceği illüzyonuna kapıldı?
Halbuki bir beden, aşkın, sadakatin ve umudun paylaşıldığı bir komünyon ve aşkınlık arzusu yeter diyordu Marcel.
[i] Frederic Gros, Yürümenin Felsefesi, çev., Albina Ulutaşlı, İstanbul: Kolektif Kitap, 2017
Ruşen Seydaoğlu kimdir?
Avukat. Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde lisans eğitiminin ardından İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde İnsan Hakları Hukuku alanında yüksek lisans yaptı. Selis Kadın Derneği’nde ve Demokratik Toplum Kongresi’nin hukuk çalışmalarında yer aldı. Jineolojî Dergisi yayın kurulu üyesi. Kadınların ve Kürtlerin statü ve hukuk mücadelesine ilişkin çalışıyor, yazılar yazıyor.