Tamura, ülkesinden uzakta Filipinler’de, Japon ordusu adına bir askerdir.
Vereme yakalandığı için kendi bölüğünden, arkadaşlarından ayrıştırılıp, labirentvari bir adada ölmeyi beklemesi söylenir. Ölmeyi başaramazsa da elinde kalan son bombayla kendi yaşamına son vermesi özellikle tembihlenir. Çünkü ona bakacak ne ordusu ne komutanı ne taburu vardır artık!
Durum, Atinalılar’ın düzenli olarak, kamu hesabına, aşağı sınıftan yararsız, toplum dışı olarak mimlenen kişileri; kentte veba, kuraklık ya da kıtlık gibi herhangi bir felaket belirdiğinde, günah keçisi olarak alıp kurban etmesine benziyor. Bu seçilenler, kurban edilmeden önce de ‘bütün halkın günahlarını yalnız başına taşıyabilmesi için’, ölümünden altı gün önce toplumla ilişkisi kesilirdi…
İşte Er Tamura, savaşın tüm günahlarının omzuna yüklendiği, savaşın hakikati yerle bir ettiği faturanın sonucunu herkes adına taşıması istenen kişilerden biridir ve bu gerçek, kendisinin sarsıcı hikayesine tanık olduğumuz “Anız Ateşleri” kitabının giriş cümleleri ile verilir.
Bu epik hikâyenin girişi şöyledir:
Suratıma bir tokat indi ve Manga komutanı bir çırpıda şöyle dedi:
“Seni aptal herif! Geri dön dediler diye itiraz etmeden öylece geri gelinir mi? Gidecek yerim yok deyip ısrar etseydin ya! O zaman hastanedekiler seninle ilgilenmek zorunda kalırdı. Bu bölüğün senin gibi veremlileri doyuracak gücü yok! Bak, neredeyse tüm adamlarımız yiyecek aramaya gitti. Zor zamanlar geçiriyoruz. İşe yaramayan askerleri besleyecek halimiz yok. Hastaneye dön! Eğer kabul etmezlerse, kaç gün sürerse sürsün kapıda otur bekle! Seni orada öylece bırakacak halleri yok ya. Yine de içeriye almazlarsa, o zaman tek çare ölmek.
O el bombaları size boş yere verilmiyor. Bu artık senin ülkene karşı tek vazifen!”
***
Tamura, bu cümlelerden sonra yola koyulur ve bu yolculuk hem onun için hem de onun peşinden merakla sürüklenen biz okuyucular için bambaşka bir hal alır.
Tamura, öleceğini bildiği için her şeye farklı bakmaya başlar. Zaman ve mekân algısı değişir, kalan her saniye onun için bambaşka bir süreçtir artık. Bu kabulleniş zihnine akın akın sorular/sorgulamalar getirmekte gecikmez!
Bir yandan bizler onunla yürürken, ne olacak diye gerilirken; diğer yandan ölümü bekleyen, bilinci ve dış dünya arasındaki dengesi bozulan, inancı baştan masaya yatıran bir bedenin soruları ve ölüm karşısında inşa ettiği felsefe ile allak bullak oluruz.
Tamura’nın öncelikle halletmesi gereken konu şudur: Bu dayanılmaz durumu bir an önce sonlandırmak gerekir mi gerekmez mi? Yani intihar edip etmeme düşüncesi hızlıca benliğini sarar.
Zihninden şunu duyarız: “Henüz eylemlerimi seçebilecek gücüm varken, elimden geleni yapmak zorunda değil miydim? Şu anda gökyüzünü arzuluyor olmam bir gün ona ulaşamayacağını bilmemden kaynaklanıyor olmalıydı. Şu anda yaşıyor olduğum için hayata bağlı olduğunu düşünüyordum, ama sanırım, aslında çoktan ölü olduğun için ona özlem duyuyordum.
Bu paradoksal sonuç beni rahatlattı. Gülümsedim ve artık bu dünyaya ait bir insan olmadığıma göre, kendimi öldürmeme gerek kalmadığına ikna oldum…”
Bu paradoksal sorunu çözdükten sonra en basitinden ‘hızlanmasına’ ve daha da önemlisi ‘bir yere yetişmesine’ gerek olmadığını kavrar. Öyle ya piyadeler doğaya sadece ihtiyaçları açısından bakmalıdır. Arazideki küçücük bir tümsek bile bir piyade için kendisini kurşunlardan koruyabileceği bir sığınağı ifade eder; güzel ve yeşil bir alan ise bir piyadenin gözüne sadece hızlıca geçmek zorunda olduğu, tehlikeli bir mesafe olarak görünür. Yapılan bir operasyonun ihtiyaçları doğrultusunda oradan oraya sürüklenen bir piyadenin bakış açısından, doğanın çeşitli yönleri özünde anlamsızdır. Ve bu anlamsızlık, piyadenin varlığının dayanağı ve kaynağıdır.
Tamura’nın ilk elden kavradığı şey, okyanusun ötesindeki bu adada olmak istemediği, savaşmak istemediği gerçeğidir. Bu gerçek, bir parçası olduğu ve canını hizmetine adadığı ülkesi tarafından hayatta kalmak için garanti edilen sınır, altı patatesten ibarettir.
Altı üstü ile tüm karşılık budur…
Bu durum yazarın geçmişine bakınca bir kurgudan ibaret değil, sınanmış bir yaşamın çıktıları olarak karşımıza çıkar.
Kitabın yazarı Şohei Ooka 1909, Tokyo’da doğdu. Eğitim hayatı Fransızca üzerinden gitti ve geçimini sağlamak için bu alanda işler yaptı. 1944’te Japon İmparatorluk Ordusu’nda silah altına alındı, üç aylık acemilik döneminin ardından Filipinliler cephesine gönderildi. Orduda muharebe teknisyeni olarak çalıştı, taburunun büyük kısmı katledildi ve Ocak 1945’te Amerikan Kuvvetleri tarafından Leyte adasında esir alındı.
***
Kitabın tam da esir alınmadan hemen önceye ait olması, savaşın dehşetengiz yüzünün tanıklığını çok daha etkili aktarmaya yol açmış. Yaşamın kendisi varoluşçu bir eksende, dünyaya fırlatılıp ortada kalan bir tartışmanın son hesaplaşması ile aktarılıyor. Kişisel olan durum, genel bir çehreye bürünüyor böylece. Kişi üzerinden şahit olduklarımız, tam da savaşın kendisi. Savaşın bir ülkeyi, bir adayı, bir bünyeyi nasıl yakıp, yıktığının vesikası adeta. Açlığın, barutun, korkunun, ilkel tüm dürtülerin, pis kokuların, çamurun, kanın, çaresizliğin fragmanları arasında bizi dolaştıran Anız Ateşleri’nin derdinin de tam olarak bunu tasvir etmek olduğunu söylemek mümkün.
Öyle ya, ‘beni ye’ diye yalvaran bir umutsuz askeri gördükten sonra ‘eğer ölüm de ölmeye değmiyorsa sonuçta yine de yaşamak zorundaydım’ sayıklamasının bugün yaşadığı söylenen bizler için de hala geçerli değil mi?
“Adlandırması zor bir süreç beni tahrik ediyordu. Yolculuğumun sonunda ölüm ve felaketten başka bir şey olmadığı zaten apaçık ortadaydı. Ama kimsenin bilmediği bu tropikal tarlaların bir köşesinde ölüp gidecek olsan bile, son nefesimi vereceğim o ana kadar, kendi yalnızlığımı ve umutsuzluğunu keşfetmek belki de karanlık bir meraktır” diyen Tamura, gördüklerinin, yaşadıklarının ve savaşla yüzleşmenin sonucu olarak mutlak bir yıkıma, ölümden beter bir hale, ölmeden önce defalarca ölmeye, yitime gider; umudunu kaybeder, yamyamlığa demir atar ve aklının yitirir. Sahte ve gerçek birbirine karışır, halüsinasyonlar galebe çalar.
Ez cümle, bu kitap bir anti-savaş anlatısıdır. Savaş karşıtlığını da tam da savaşın kalbinden, onun kıyametinden veriyor. Durum ve hakikat budur, gerisi yalandır der gibi bir anlatı ve hafızalaştırma bu… Kitabın sonuna doğru iyice ikna oluyoruz; kahramanın olmadığı, tüm yolların kaybolduğu bir sanrının uçlarındayız artık. İkna oluyoruz ki; savaş benliği, kişiliği ve diğer her şeyi alır, çıplak bile değilsindir…
Bu öyle bir an ki, “derinliklerden sesleniyorum sana, duy sesimi tanrım” dediği yerde Tanrı’dan ve gelecek herhangi bir sesten eser kalmamıştır. Savaş zaten seslerin kesilmesi değil de nedir? Savaş yuvayı ve odağı hepten kaybet değil de nedir? Savaş başımıza bela edilmiş bir icat değil de nedir?
Japon edebiyatının insanlığın ağır hallerini çözümlediği her hikâyede, okuduğum kadarıyla, bir karakter çıkar ve mutlaka durumun ‘anlatılamazlığı’ karşısındaki şoku ifade eder.
Anız Ateşleri, Ooka’nın savaş ve savaşın insanlıktan çıkardığı hayata dair şokudur. Bu şok, yıllar yıllar sonra bizleri de şok edecek kadar evrenseldir.
Dipnot:
-Kitap, Kon Ichikawa tarafından 1959 yılında filime alınmış. Orijinal adı olan “Nobi” ile…
-Türkiye’de ilk olarak 1977’de, Hürriyet Yayınları tarafından “Ovadaki Ateşler” ismi ile çevrilmiş.