– Azad Barış – – Gazete Karınca https://gazetekarinca.com Sözün yükünü taşır Sat, 18 Sep 2021 08:28:35 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.8.1 https://gazetekarinca.com/wp-content/uploads/2021/09/cropped-favicon400x400-32x32.png – Azad Barış – – Gazete Karınca https://gazetekarinca.com 32 32 İlkelerin birliğinden birliğin ilkelerine: Siyasette arayışlar, ittifaklar-HDP https://gazetekarinca.com/ilkelerin-birliginden-birligin-ilkelerine-siyasette-arayislar-ittifaklar-hdp/ https://gazetekarinca.com/ilkelerin-birliginden-birligin-ilkelerine-siyasette-arayislar-ittifaklar-hdp/#respond Sat, 18 Sep 2021 08:28:35 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=171061 Azad Barış*   Türkiye’de hem idari hem toplumsal hem de iktisadi alanda büyük oranda tahrip edilen siyasal nizam, toplum ve kurumlardaki ilkeler ve politik etik kurallarının kurucu bir momentte yeniden düzenlenmesini zorunlu kılmaktadır. Toplumsal alanı etkilemesi ve o alanda kurucu bir rolü gereği belki de bu etik düzenleme ve ilkeler etrafında yeni bir nizamın inşasına […]

İlkelerin birliğinden birliğin ilkelerine: Siyasette arayışlar, ittifaklar-HDP yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Azad Barış*

 

Türkiye’de hem idari hem toplumsal hem de iktisadi alanda büyük oranda tahrip edilen siyasal nizam, toplum ve kurumlardaki ilkeler ve politik etik kurallarının kurucu bir momentte yeniden düzenlenmesini zorunlu kılmaktadır. Toplumsal alanı etkilemesi ve o alanda kurucu bir rolü gereği belki de bu etik düzenleme ve ilkeler etrafında yeni bir nizamın inşasına ihtiyacın en çok olduğu alan siyaset kurumudur.

Üçüncü binyılda, 21. Yüzyılın şafağında ve Türkiye’nin İkinci Yüzyılında politik alandaki etik ve yönetimsellik konusunda teori ile pratiği birleştirebilecek, aynı zamanda ülkede siyasi etiğin altyapısının inşasında model oluşturacak hukuki ve toplumsal bir çerçeveye her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulmaktadır. İlkeler etrafında bir araya gelmek yahut siyasal birliklerin ilkelerini oluşturmak her ne kadar “seçim” meselesini aşan bir nosyon olsa da, seçimleri böyle bir ilkesel siyasetin inşasında fonksiyonalize etmek de pekala mümkün. Zira, siyasal alanın ve politik öznelerin etik olmayan davranışlardan sakınmaları ya da genel manada siyasi yozlaşmanın ve salt pragmatizm merkezli siyasal konumlanmaların üstesinden gelinebilmesinin en etkili araçlarından biri ise şüphesiz ilkeler ve siyasal etiktir.

AKP-MHP iktidarının panzehri: Post-AKP-Erdoğan dönemi hazırlıkları ve ilkeler

İster zamanında olsun isterse öne çekilmiş veya baskın bir şekilde olsun, önümüzdeki seçim ve o bağlamda kurulacak olan doğrudan ya da dolaylı ittifak blokları tekil karakterlere bürünerek siyasalı şekillendirmeye devam etmektedir. Türkiye’de seçim sisteminin yeni rejimle birlikte iktidarın siyasi muhasebesine uygun olarak değiştirilmesi, yeni siyasal dengeler ve konumlanmalar ortaya çıkarmaktadır. Siyasi aktörler halihazırda bu dengelere bağlı olarak mutlak politik kıstaslar koymaktan kaçınarak dengeli, pragmatist bir politik muhasebeyle post-AKP-Erdoğan dönemine hazırlanmaktadır.

Mevcut dengeler ışığında ittifakların karakteristik özelliklerine baktığımızda her ne kadar mevcut gerilim hatları üzerinden inşa edilen bir onto-politik kurgu hâkim kılınmaya çalışılsa da her blokun kendi siyasi yelpazesi çerçevesinde kaçınılmaz olarak kapsayıcı ve çoğulcu bir ilkeler birliği etrafında bir araya gelmekten başka bir şansı yoktur. AKP-MHP iktidarının sebep olduğu çürüme ve ortaya çıkardığı siyasal yozlaşmaya karşı ilkeler etrafında birleşmek, en gerçekçi yol olarak siyasalın önünde durmaktadır. Çatışmacı, savaş yanlısı ve polarizasyon merkezli bir politik kurgu üzerinden siyasi bekasını ve istikbalini kuran AKP ve Erdoğan’ın yaşadığı daralma, muhalefet için belli ilkeler etrafında bir araya gelmeyi daha zaruri hale getirmiştir.

Mevcut durumda politik gündemi şekillendiren esas dinamiklere baktığımızda önümüzdeki olası seçimlerin ana politik kurgusunun toplumsal barış, çoğulculuk ve kapsayıcılık gibi saikler üzerinden kurulması kaçınılmaz olarak görünmektedir. Bunun dışında Erdoğan-AKP’nin daralmasına da sebep olan çatışma ve savaş siyasetini yeniden üreten ve güncelleyen bir politik muhasebeyle hareket etme durumunda ülkedeki mevcut fay hatlarının kırılması ve önü alınmaz bir şiddet sarmalına girilmesinin mevcut çatışmaları derinleştirmek dışında bir işlevi olmayacaktır. Böylesi korkutucu bir tablodan kaçınmanın temel yolunun barış inşa edici siyasi bir aksın inşasından geçtiğini hem mevcut siyasi iktidar hem de muhalefetin bütünlüklü bir şekilde kavramak gibi tarihi bir sorumluluğu vardır.

Erdoğan ve AKP’yi daraltarak MHP’lileştiren politik muhasebe, muhalefet için büyük dersler barındırdığı gibi, seçimler öncesinde Türkiye’de siyasi ve toplumsal hayat için önemli ve gerekli olan değerler merkezini ve ilkeler bütününü de göstermektedir.

Küresel siyasetin fay hatları ve çoğulcu, kapsayıcı ve ilkesel bir siyasetin zarureti

Ülkenin içinde bulunduğu çoklu krizlerin yönetilememesive uluslararası siyasi denklemin bölgeye olan yeni yansımaları hem içeride hem de dışarıda çatışma ve savaş değil, uzlaşmacı, çoğulcu ve barış merkezli bir yeni politik kurguyu zaruri kılmaktadır. Bu zaruret siyasi bir öngörüden öte, olgusal bir realite olarak ön plana çıkmaktadır. Nitekim ABD seçimlerinden sonra yeni bir yapısal dönüşüme tabi tutulan Batı’nın iç ilişkileri küresel düzeyde de yeni bir siyasal dizaynın önemli emarelerini göstermektedir. Batı’nın bir iç entegrasyon olarak tanımlayabileceğimiz bu yeni yapısal dönüşümü ABD’nin Çin ve Rusya odaklı küresel bir siyasi strateji üzerinden şekillenirken, Batı Avrupa, NATO bloku üzerinden Orta Doğu başta olmak üzere dünyanın geri kalanında daha aktif rol alan bir aktöre dönüşecektir.

Söz konusu bu yeni strateji kurguya göre dengeli bir politik denklem kurmakta fayda vardır. Küresel düzeyde gelişim göstermeye başlayan ve Afganistan’la beraber yeni bir ivme kazanan bu yeni nizam bölgede baş gösteren değişim ve dönüşüm aygıtlarını hızlandıracak ve Türkiye başta olmak üzere birçok ülkenin hegemonya dengelerini her haliyle etkileyeceği muhakkaktır. Hiç şüphesiz bu etkiler neden ve sonuçları bağlamında çok boyutlu olduğu için bunu tek bir tez ve antitez üzerinden tanımlamak yeterli bir yaklaşım olmayacaktır. Ama ana hatlarıyla gelenekçi ve yenilikçiler arasında bir tenakuz hattı olarak inşa edilecek ve Batı’nın oluşturduğu değerler merkezinin işlevselliğine göre yeni bir biçim kazanacağı kuvvetle muhtemeldir. O nedenle söz konusu değerlerin işlevselliği çıkarların üstünlüğü şemasına göre denge düzlemleri korunacak ve nihayetinde bölgesel aktörlerle bu bağlamda ilişkiler yeniden tanzim ve tahkim edilecektir.

Söz konusu bu küresel dizayn şemasının öngördükleri olası rol ve misyonların yanı sıra bölgesel güçlerin kendi etkin güçlerine göre aktörlük durumları da giderek netlik kazanacaktır. Bir yanıyla mevcut güçlerin tahkimi anlamına gelen bu yeni denklem aynı zamanda güç getirebilecekleri alanlar üzerinde de yeni siyasi alan hakimiyetleri kurma anlamına gelmektedir. Buradan hareketle Türkiye ve Mısır başta olmak üzere Orta Doğu’nun kimi ülkelerinin iç dinamikleri de buna göre revize edilerek yeni bir yapılanmaya gidileceğini belirtmek mümkündür. Bu ve buna benzer çoklu sebeplerden ötürü önümüzdeki seçimler ve seçimlere bağlı siyasal kurgunun yazının başında da belirttiğimiz çerçevede gelişim göstereceği görülmektedir. Başka bir ifadeyle, uzun bir süredir çatışmacı ve kutuplaştırıcı bir dil ve milli beka üzerinden ülkeyi yönetmeye çalışan iktidar bloku başta olmak üzere ulusal tandanslı muhalefetin de toplumsal barış ve çoğulculuk gibi ilkelerin birliğinde buluşması küresel ölçekteki yeni siyasal dengenin bir sonucu olarak ihtimal dahilindedir.

Yeni siyasal etiğin inşası ve HDP’nin programatik ve ilkesel siyasetinin önemi

2012 yılında kurulan Halkların Demokratik Partisi, aradan geçen 9 yılda Türkiye siyasi hayatında, bileşen ve ittifak girişimleri ile demokratik birlik çalışmaları bağlamında önemli deneyimler kazanmış bir siyasi yapıdır. Bünyesindeki hem “bileşen” hem de “ittifak” gruplarıyla, 9 yılda birleşik mücadelenin önemli deneyimlerinden birini ortaya çıkarması itibariyle Türkiye siyasi hayatında müstesna bir örnek olarak durmaktadır. Parçalı, örgütsüz ve dağınık grupları, siyasi partileri ve bireyleri tek çatı altında toplayan HDP, bu yönüyle bugünden sonraki Türkiye siyasi hayatında gerçekleşecek muhtemel ittifakları ve birlik çalışmaları ile ilgili odak konumunu sürdürmektedir. Üstelik HDP’nin ittifak ve bileşen deneyimi salt matematiksel ve kontenjan meselesinden ibaret olmayıp, ortak mücadele etrafında örülmüş ilkesel siyasetin önemli teşebbüslerinden biridir. Kuruluşundan bugüne kadar hem toplumsal barış, hem çok-kültürlülük hem de adalet ve demokrasi gibi ilkelerin konu sahipliğini yapmış çok bileşenli bir yapı olarak her geçen gün Türkiye siyasetin merkezini etkileyen bir aktöre dönüşmüştür. Baskı, ötekileştirme ve örgütlenme özgürlüğünün ihlali başta olmak üzere çok kapsamlı ve sistematik bir tecride maruz bırakılan HDP, inşa ettiği üçüncü yol siyaseti ve Türkiyelileşme hedefiyle Türkiye halklarını, inanç gruplarını, kadınları, gençleri ve farklı sınıfları bünyesine katarak bu iddiasını pratize etmeye ve Türkiye için bir model olmaya devam etmektedir. Kurduğu barışçıl ve konstruktif dil, hem siyasal iktidarın hem de muhalefetin inşa ettiği polarize dili terbiye ederek dönüşüme zorlamaktadır. O nedenle önümüzdeki süreçte hem iktidarın hem de muhalefetin kutuplaştırıcı siyaset yapma imkanını oldukça sınırlamıştır.

HDP hem üzerine bina olduğu siyasi gelenek, hem de büyüme ve genişleme stratejisi bağlamında mevcut ve olası yeni ittifaklara angaje olmuş bir siyaseti inşa etmek yerine, bizatihi siyasetin kurucu öznesi olarak üçüncü bir alternatif blok kurma işlevini güçlü ve iddialı bir şekilde sürdürmektedir. HDP’nin alternatif bir üçüncü yol siyasetini inşa etmesi herhangi bir tarafa iltifat geliştirerek değil muhtemel seçimlerde bu özne olma rolüne uygun olarak gelişeceği kuvvetle muhtemeldir. Genel seçimlerde bu kurucu öznellik rolüne ve alternatif karakterine uygun bir siyasal diskuru benimseyen HDP, Cumhurbaşkanlığı seçimleri bağlamında da yine Kürt meselesinin barışçıl çözümü, toplumsal barış, savaş ve şiddetin sonlandırılarak diyalog yollarının açık tutulması ve demokratik bir Cumhuriyet inşası üzerinden bir konu sahipliğiyle sürdürmektedir.

HDP’nin temsil ettiği ve inşa etmeye çalıştığı siyasi aksın ilkeler etrafında şekillendirilmesi, Türkiye siyasetinin geleceği ve yörüngesi açısından oldukça önem taşımaktadır. Türkiye’deki iktidar yahut muhalefet olmak üzere, blokların mevcut siyasi stratejileri ve taktiksel hamlelerinden bağımsız olarak hemen hemen her siyasal özne cumhuriyetin kurucu kodlarına vurgu yaparak mevcut siyasal sıkışmayı aşmayı deneyen bir siyasal program geliştirmektedir. Kuruluş ve kurtuluş korelasyonu üzerinden kurulan bu yeni siyasa, muhalefet blokunu oluşturan bazı özneler için önemli açmazlar içerse de, bu durumun kaçınılmaz olarak mevzu bahis ilkeler etrafında bir araya gelmek dışında varacağı rasyonel bir yol yoktur. Dolayısıyla uzun bir süredir Türkiye siyasetinde etkisi sınırlandırılmaya çalışılan, envai çeşit baskı mekanizmalarıyla yüz yüze bırakılan Halkların Demokratik Partisi’nin temsil ettiği kapsayıcı ve çoğulcu onto-politik kurgunun, muhalefet blokunu oluşturan özneler tarafından da benimsenmesi dışında bir çıkış yolunun olmadığı görülmektedir. Ayrıca bloklar arası çatışmaların odağı olan HDP ve onun toplumsal yelpazesindeki kitlelerin önümüzdeki seçimlerde daha kritik ve önemli bir rol oynayacağı açık bir şekilde görülmektedir.

İlkelerin birliği biçiminde vücut bulacak olan bu kurgu ittifak blokları tarafından her ne kadar “birliklerin ittifakları” haline dönüştürülemeseler de bu durum haliyle bile hem toplumu hem de siyaset kurumunu yapısal bağlamda derinden etkileyecektir. Yani bir yanıyla stratejik bir siyasi aksı zorunlu kılan olası ittifakların, öte taraftan ucu açık taktiksel siyasi manevralara gebe siyasi konumlanmaların şekilleneceğini belirtmek mümkündür. Kurulduğu 15 Ekim 2012’den bugüne, siyasal etiği ve politik ilkeleri pragmatist ve kısa süreli politik çıkarların üstünde tutan, bu ilkelerin değiştirici ve dönüştürücü gücünün ferasetinde bir şekilde ve bütün politik baskılara rağmen bunu ısrarla savunan HDP’nin eğer Türkiye için beyaz bir sayfa açılacaksa burada en iddialı, en çeşitli, en kapsayıcı iddianın sahibi ve programatik olarak bunu pratize edecek en önemli güçlerden biri olduğunu kabul etmek gerekir. Üstelik hem iktidar hem de muhalefetin pragmatik bir siyaseti önceleyen ve yer yer birbirine dönüşebilen siyasal karakterlerine karşın HDP’nin temsil ettiği ilkeler bütünü ayrıca önem kazanmaktadır.

Asgari müştereklerle maksimum siyasal kazanç

Asgari müştereklerden hareketle oluşacak “ilkelerin birliği” bloku mevcut koşulların karakteristik özelliklerinden dolayı bir “birliğin ilkelerine” dönüşmesi zor gibi görünse de bu durum, seçimlerin kazanılması ve geçici bir rejimin inşası için bir zorunluk halini almaktadır. 2019 yerel seçimlerin her ne kadar istenilen düzeyde olgunlaştırılamasa da bunun küçük bir denemesi olduğunu belirtmek mümkün. O nedenle Cumhuriyet tarihinin yüzüncü yılındaki 2023 seçimleri, mevcut siyasi kamplaşmalar bağlamında ülkenin kader seçimlerinden biri olacaktır. Her ne kadar siyasi iktidar seçim tarihi için 2023 yılını işaret etse de muhalefet her geçen gün artan dozda erken seçim talebini yineliyor. Bilindiği üzere HDP ile başlayan erken seçim çağrıları son dönemde CHP başta olmak üzere muhalefetin sıklaşan çağrılarıyla başat gündem haline geldi.

Cumhur İttifakı ise seçimlerin 2023 yılında olacağı hususunda ısrarcı olsa da uzun bir zamandır seçim kanunu üzerinden bir çalışma yaptığını ve çalışmanın sonuna doğru evirildiğini biliyoruz. Olası bir seçim hazırlığı niteliğini taşıyan bu çalışmalar gündemdeyken muhalefetin seçim gündemini taktik bir adım olarak değerlendirmesi hazırlıkların gizlilikle yapıldığının da bir göstergesidir. Oysa sadece seçimler bağlamında bile AKP’nin20 yıllık iktidar deneyimine baktığımızda, pragmatist siyasi karakteri ve risk alma potansiyeli en güçlü siyasi özne olması dolayısıyla, kendileri açısından şartlar oluştuğunda bu ısrarcı tutumun hızlıca değişebileceğini belirtmek mümkündür.

Yaşanan ekonomik, sosyal ve idari krizin gölgesinde Cumhur İttifakı, muhalefetin erken seçim çağrılarına cevaplar üretmek yerine Millet İttifakını aday belirlemeye zorlayan ve oradan bir ikilik yaratarak seçim öncesinde yıpratmaya, ekonomik kriz başta olmak üzere reel gündemlerin tartışılmamasına ve seçmen yorgunluğu yaratmaya çalışan bir stratejiye sahiptir. Siyasi iktidarın elindeki imkanlardan dolayı özellikle bu ve buna benzer konularda gündem belirleme, algı oluşturma ve enformasyonları kendi lehine inşa etme konusunda oldukça mahir olduğunu biliyoruz.

AKP, ittifaklar meselesi bağlamında uzun zamandan beridir seçim odaklı stratejisini HDP’nin düşmanlaştırılması ve Kürt meselesini güvenlikçi bir konsept çerçevesinde ele almasıyla işlemektedir. Bu bağlamda kullandığı temel argümanlar tamamıyla HDP’yi saf dışı bırakma, Kürt meselesi bağlamında temel hak ve hukukları ortadan kaldırma ve Türkiye’yi seçeneksiz bırakıp kendi başkanlık rejimini tahkim etmektir. O nedenle AKP’nin ittifaklar hususundaki stratejisinin en güncel örneği HDP’nin toplumsal meşruiyetini tartışmaya açması, HDP’ye bakanlık verilmesi başta olmak üzere HDP’ye içkin başlıkları suni bir şekilde gündemde tutması ve algısal olarak tartıştırmasıdır. Böylece hem Millet İttifakı’nı belli seçmen grupları açısından yıpratmak hem de Millet İttifakı’nın HDP’yi dışlaması ihtimalinde Kürtlerle Millet İttifakı arasına girmeyi hedeflenmektedir ama bu mekanizmanın artık işlemediğini son tahlilde kendisi de görmektedir. Lakin bugüne kadar “At Nalı Teorisi’nin (Hufeisentheorie) propaganda hilelerinin tamamını kendi çıkarları doğrultusunda kullanan AKP’nin yönetici kadrosu zamanla kendi hinterlandında bulunanların dışında herkesi hile paradoksunun en uç noktasına yerleştirerek ya terör ya vatan haini ve yeterince milli olmama veya diğer radikal söylemler üzerinden tüm karşıtları birer “suçlu haline” getirerek kendisini sağ-muhafazakâr-İslamcı siyasetin yegâne temsilcisi haline getirdi.

Bütün bu algı operasyonlarına rağmen Türkiye’deki merkez-sağ siyasetin temsili ya boş kaldı ya da başka politik önceliklere kurban edildi. Katı milliyetçi propaganda ve siyasi algı operasyonları amacıyla kullanan ve karşı tarafı siyasi kırıma uğratan bu metodun mevcut durumda toplumsal duvarlara çarparak geri teptiğini gözlemliyoruz. O nedenle birilerini “terörist”, “vatan haini” veya “demokrasi düşmanlığıyla” suçlamak yerine “kalkınma ve sosyal adalet anlamına gelen” bir siyasi aksa ihtiyaç duyulduğu her geçen gün daha da olgusal hale gelmektedir. Bu ve buna benzer sebeplerden dolayı faşist ve ajitatör yapıların dışında tüm düzen partilerinin yeni bir merkeze doğru hareket edecekleri bir trend göze çarpmaktadır.

Spectrum House Araştırma Merkezi’nin yaptığı son saha araştırma verilerinin de gösterdiği üzere Türkiye’de siyasal hayatın bütününde temel bir değişim havasının olduğu ve seçmenin aşırılık/radikal söylemlere tepkili olduğu ve normalleşmeye ciddi oranda ihtiyaç duyduğu gözlemlenmektedir. HDP seçmeninin İstanbul başta olmak üzere ülkenin tamamında mevcut durumdan duyduğu rahatsız ve buna karşın ortaya koyduğu çözüm parametresi, Türkiye’de siyasetin kurulacağı yeni zemini yansıtması açısından önem taşımaktadır. At Nalı teorik düzlemini kendi menfaat ve çıkarları için kullanan kim olursa olsun bundan böyle ötekileştirici ve aşırı milliyetçi söylemlerle muzaffer olamayacağı görülmektedir. Buradan hareketle mevcut iktidar dahil olmak üzere bundan böyle toplumsal bütünleşmenin radikal aşırıcılıklara kurban edilemeyeceği hususunda adı konulmamış bir mutabakatın popülerlik kazanacağı kuvvetle muhtemeldir. Bunun bir değişim rüzgarına dönüşüp dönüşmeyeceği ise hiç şüphesiz dış ve iç koşuların özgünlüklerine göre gelişim gösterecektir. Dolayısıyla AKP bu algısal tartışmaların dehlizinde en önde yüzen yarışmacı olarak uzun bir zamandır erken seçim gündemini içeride işletmektedir.

Erken seçim olasılığı

Bilindiği üzere temsili rejimlerde erken seçimler demokratik sistem tıkandığında veya iktidarın yönetememe kabiliyetini kaybetme durumuna istinaden muhalefet talebi ile gerçekleşir. Türkiye siyasi tarihinde iktidarların toplumsal, ekonomik ve siyasal koşulları lehlerine çevirmek için seçimleri erkene alarak oy kaybını minimize etmeye çalıştıkları birçok örnek mevcuttur. 1946’da CHP, DP karsısında, 1987 yılında Özal’lı ANAP’ın muhalefet karsısındaki manevrası bu duruma örnek olarak verilebilir. Seçimi erkene almak için manevralardan diğeri ise seçim kanunlarında değişiklik yaparak lehte olacak düzenlemelerle seçimlere gitmektir. Nitekim Cumhur İttifakı da bugünlerde seçim kanunları üzerinde bir çalışma yapmaktadır. Siyasi tarihte -ters tepmiş̧ olsa da- 1950 seçimleri öncesi CHP’li Nihat Erim’in seçim kanunlarında değişiklikler yaparak seçimlere gitmesi buna örnek olarak verilebilir. Dolayısıyla AKP’nin mevcut seçim kanunu çalışmaları, siyasette yeni söylem çabaları ve yeni denklemler stratejisi içeride erken bir seçimin niteliğini ve kapsamını göstermesi açısından önem taşımaktadır. Siyasi tarzları farklı olsa da Cumhur İttifakı, Millet İttifakı, HDP ile Deva ve Gelecek Partisi gibi yeni kurulan partiler de kendi siyasi karakterlerine uygun olarak “erken seçim siyaseti” yapmaktadır. HDP’nin kayyım atamaları sonrası yaptığı erken seçim çağrısı demokratik sistemin tıkanması, CHP ve İyi Parti’nin yaptığı erken seçim çağrısı ise iktidarın yönetim krizine yönelik vurgular olarak ön plana çıkmaktadır. Bu durum özellikle son günlerde tekrar gündeme gelen mafya, siyaset ve narkotik tartışmasıyla ivme kazanmış̧ durumdadır.

Muhalefet her ne kadar iktidar ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin sebep olduğu siyasi, ekonomik ve idari krizden çıkışın bir yolu olarak seçimi işaret etse de halihazırda henüz bu çıkışın yol ve yöntemini belirlemekten, alternatif bir siyasi program sunmaktan uzaktır. İktidar blokunun yeni bir hikâye kurmaktan uzak bu metal yorgunluğu muhalefete önemli oranda alan açmakta, Türkiye’de tıkanan sistemi tekrar işler kılmak için önemli bir eşik olarak durmaktadır. Bunun yolunun ise iktidarın polarizasyon siyasetini taklit etmek değil, tam tersi kapsayıcı ve çoğulcu bir siyasi aksı kurmakla mümkündür. Bu aksın halihazırda en önemli aktörlerinden biri olan HDP, ülkede muhalefetin iktidarı yahut Erdoğan’ın pragmatist ve çatışmacı siyasetini taklit ederek değil, onun karşısında çoğulcu ve kapsayıcı bir siyasetin inşasına dair programatik bütünlüğün adresi konumundadır. HDP hem siyasal ilkelerin kurucu ve dönüştürücü rolünü, hem de iktidar ve muhalefet tarafından denklem dışı bırakılması üzerinden yapılan bütün siyasal hesapları matematiksel olarak tersyüz eden pozisyonuyla siyasetin ufkunu açan bir özne olmasını güçlü bir şekilde sürdürmektedir.

Rejim tartışmalarına odaklanan seçim gündemi, ekonomik, sosyal ve hukuki reform programları üzerinden değil, aynı zamanda AKP gibi bir yapı ve Erdoğan gibi bir siyasi figür de üreten Parlamenter sisteme dönüş üzerinden şekillenmektedir. Dolayısıyla muhtemel bir seçim ya Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bağlamında kurumsallaşma ya da Parlamenter sisteme dönüş üzerinden alternatif bir rejime kapı açacaktır. İktidarın dış politik adımlarının içeriyi konsolide etmek ve iç siyasete bir yatırım aracına dönüştürdüğü gerçeğinden hareketle, Irak ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne yönelik saldırgan tutum, Suriye’deki açık uçlu hakikat, Libya’daki müzmin labirent, Akdeniz ve Ege’deki askeri faaliyetlerin sönüklüğü ve içerdeki çoklu kriz ve o krizleri yönetememe hali hasılken seçim odaklı stratejiler geliştiren siyasi iktidarın kendi lehine dönüşüm gösteren bir atmosferde bu adımı atmaktan geri durması pek mümkün gibi görünmüyor. Dolayısıyla Batı’nın Afganistan’daki psikolojik yenilgisi ve bu bağlamda Afganistan’da ortaya çıkan ekspres değişim gerçeğinin yanı sıra Batı ve Arap dünyasıyla yeniden başlatılan diplomasi trafiğinin hız kazanmış olması yeni siyasi ve ekonomik, “müjdeler” olarak toplumsal hayatımızda yerini alırken siyasi iktidarın bu yoğun bir propaganda aracına dönüştürerek seçim startı vermesi kuvvetle muhtemeldir.


*Dr. Spectrum House Araştırma Merkezi Genel Direktörü

İlkelerin birliğinden birliğin ilkelerine: Siyasette arayışlar, ittifaklar-HDP yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>
https://gazetekarinca.com/ilkelerin-birliginden-birligin-ilkelerine-siyasette-arayislar-ittifaklar-hdp/feed/ 0
Süreğen sürgün: Êzidîlerin anavatansızlaştırılması https://gazetekarinca.com/suregen-surgun-ezidilerin-anavatansizlastirilmasi/ Mon, 30 Dec 2019 07:40:22 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=166082 HABER MERKEZİ – 1992 yılında el konulan topraklarını verdikleri hukuk mücadelesi ile geri kazanan Êzidî aileler 17 Aralık’ta Batman’da saldırıya uğradı. 10 kişilik grubun saldırısında iki Êzidî yaralandı. 27 yıl sonra topraklarına dönüş yapmak isteyen Êzidîler bu saldırı sonrası tekrar Almanya’ya dönüş yaptı. Yaşanan saldırıyı “ev içi” yani “Kürdi şiddet” olarak nitelendiren Ezidi toplumu üyesi […]

Süreğen sürgün: Êzidîlerin anavatansızlaştırılması yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>
HABER MERKEZİ – 1992 yılında el konulan topraklarını verdikleri hukuk mücadelesi ile geri kazanan Êzidî aileler 17 Aralık’ta Batman’da saldırıya uğradı. 10 kişilik grubun saldırısında iki Êzidî yaralandı. 27 yıl sonra topraklarına dönüş yapmak isteyen Êzidîler bu saldırı sonrası tekrar Almanya’ya dönüş yaptı. Yaşanan saldırıyı “ev içi” yani “Kürdi şiddet” olarak nitelendiren Ezidi toplumu üyesi ve HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Azad Barış, toprak ilhakının yanında Êzidî varlığından duyulan huzursuzluğa dikkat çekiyor. Barış’ın Yeni Yaşam’daki yazısını aktarıyoruz.


Azad Barış


Êzidîler yine ve yeniden müstakil de olsa kendi makus tarihlerinin katmerli baskı ve şiddet cenderesinin kesitlerinden birini yaşamaktadır. Batman Beşiri’de vuku bulan ve Êzidîlerin kültürel ve toplumsal hafızasını yeniden dirilten gelişmeler, yüzlerce yıldır devam eden ev içi temel bir sorunda çuvaldızları çıkarmanın zaruretini tekrar göstermektedir.
Birçoğunuz için cezbedici olmayabilir bu yazının konusu, ama ben yine de meramımı anlatacağım sizlere ve hatta sizi biraz da huzursuz edeceğim. Çünkü ben de bu yazıyı derin bir huzursuzluk sarmalı içinde yazıyorum, dolayısıyla bu yazı hissettiğim bir dünya acısının dışavurumudur. Dünyada yaşanan bunca ağır meselelerin yanında belki sıradan bir acıdır bahsettiğim bu huzursuzluk çıkmazı ama evinizin içi kadar yakın bir mesafeden yaşandığı için ağırlık tesiri daha bir keskindir.
Muhabbet divanını sarsan, dostluk ve komşuluk kıymetini yerle bir eden, çağların güvenini tehdit eden, adım adım tanıdık bir şiddete doğru sürüklenen ve sonunda dehşetin kapısını açan bir huzursuzluk bu.
Burada söz konusu olan huzursuzluk kültürel huzursuzluğun verdiği bir tekrardan uyanma hali değil, yıkımın yollarına ölümün ebedi taşlarını döşeyen bir huzursuzluk. Buradaki huzursuzluk zorbaların dışsal huzuru uğruna ansızın kasap bıçağına dönüşen bir vicdan ve merhamet yitimidir. Kavimler ve soylar arası “kan davasıdır”, bir yanı ilkel diğer yanı kökenseldir, vicdanidir, genetiktir ve hatta ilahidir. Buradaki huzursuzluk bir madalyanın iki yüzü gibidir, biri mekruhların yüzündeki utanç ve zorbalık, diğeri ise madunların yüzündeki dünya acısının son tebessümdür. Her iki haliyle dünyanın huzurunu bozan hazin bir huzursuzluk halidir, çünkü içi kan, dışı yaradır.

Batman'da saldırıya uğrayan Ezidiler yurt dışına dönüyor
1992 yılında Batman’daki topraklarını terk etmek zorunda kalan Ezidiler, 27 yıllık aranın ardından topraklarına dönüş yapmak istedi fakat saldırıya uğradı

Günümüz dünyasının mikro halinin bir izdüşümü olarak Êzidîlerin huzursuzluk hallerinin varoluşsal endişeleridir beni dehşete düşüren. Velakin Êzidîlerin son günlerde maruz kaldıkları zorbalığın hatırı sayılır kısmı “ev içi” (Kürdi) şiddetten kaynaklanıyor. Mecazi anlamdaki bu evin huzur ve nizamını bozan şiddete sessiz kalmak zamanla evin tamamını tekinsizleştiren bir mekanizmaya dönüşür. Nitekim bugün Kürdi coğrafyada olup bitenler tam da budur.
Ortak dili, kültürü, tarihi, hafızayı, acı ve sevinci var eden değerlerin yıkımı, yüz yılı aşkın bir süredir o ortak evin (Kürdistan) huzursuzluğunun başlıca sebebi. Dolayısıyla günümüz Kürdistan’daki hem içsel (intern) hem de dışsal (extern) kargaşa ve çatışmaların hatırı sayılır bir kısmını, toplumsal hafızaya aktarılan kuşaklar arası huzursuzluk, tedirginlik, mutsuzluk, kaygı ve güven hallerinde bulmak mümkün.
Nitekim yaşadıkları coğrafyada asırlar boyunca sürekli huzursuz edilen, tedirginlik ve kaygı bozukluklarına sürüklenen bir toplumun ruhsal saydamlık ve kültürel huzur içinde yaşaması düşünülemez. Bu verili olguların ortaya çıkardığı çatışmalar hem bir arada yaşama koşullarını hem de tarihin uzun yolculuğu sonucunda ortaya çıkan değerlerin kaybolmasına yol açtığı çokça görülmüştür. Dolayısıyla şiddet sarmalına giren toplumlar ya karşı koyuş anlamında bir pozisyon alırlar -ki bu ancak ortak bir politik kimlik beyanıyla olur- ya da maruz kaldıkları şiddetin bir türevini üretirler. Dolayısıyla hem toplum hem de bireyler kendi dönemlerinin birer ürünleridirler, verilen (Input/Output) neyse o geri döner.
Bugün hem Kürdi coğrafyadaki toplumsal şiddetin huzursuz edici boyutları hem de Türkiye’deki toplumsal şiddetin pervasızlığı yüzyıllardır uygulanan şiddetin bir sonraki halkasından başka bir şey değildir. Tarihsel hafızamızın harabeleri üzerinden yükselen bunca okkalı söz ve gösterişli resmi geçitler insanın geri kalan huzurunu da bozan yeni bir yıkım istilası gibi geliyor insana. Belirli bir zümrenin zor üzerinde inşa ettiği yapay huzur adacıkları da toplumun geri kalan kesimlerine ebedi bir huzursuzluk olarak geri dönüyor.
İnsanın kendi soyu dâhil olmak üzere kapıldığı imha dürtüsünün neredeyse toplumun her kesimine hâkim olduğu bir çağda yaşarken, en çok ötekilerin payına düşen kısım ağırlaşıyor. Gerek geçmişte, gerekse günümüzde “ötekiler” her zaman varlık çabasıyla, kendi kimliğini majör toplumsal değer merkezine kabul ettirme arasındaki sıkışma ve çatışma çözümlemelerinin arafında kalmışlardır. Çünkü bu bağlamdaki ötekinin tarifi başlangıçta var olan ama mevcudiyeti salt mecazi olan demektir.

Bu durum her ne kadar bütün ötekileştirilenler için geçerli olsa da en iyi kalıbı Êzidîler için biçilmiştir. Dolayısıyla son olarak Batman’da Êzidîlere karşı başvurulan şiddettin bütün biçimleri ve zorbaların Êzidî ana topraklarını ilhak girişimleri tam da bununla ilgilidir. Saldırının esas hedefi her ne kadar Êzidî ana topraklarını ilhak gibi görünse de esasında hedeflenen Êzidîlerin etkin mevcudiyetleridir, çünkü Êzidîlerin salt varlıkları bile huzurlarını kaçıracak kadar tehlikelidir. Bu durum baskın kültürün alt kültür üzerinde kurduğu tanıdık bir baskı mekanizmasıdır. Dolayısıyla Batman’ın Beşiri ilçesine bağlı Kuşçukuru (Kelhol) köyündeki toprak ilhakı ve fiziksel şiddetin arka planında bu tarihsel hakikatin huzursuzluğu yatmaktadır.
Bizleri derinden huzursuz eden bu hazin olayı, “süreğen katliam” ve “süreğen sürgün” bağlamında 73’üncü Êzidî fermanının bir devamı olarak görmenin yanı sıra, bunun ana topraklarımızı Êzidîsizleştirme pogromunun bir parçası olduğunun da farkındayız. Lakin saldırıların sistematiğine baktığımızda da bu meselenin yerel bazı aşiretlerin yaptığı bir iş olmadığı da anlaşılmaktadır.
Bugün Beşiri, Midyat, Nusaybin, Bismil ve Viranşehir’de sayıları 500’e kadar düşmüş olan Êzidîler yeni saldırı ve toprak ilhaklarıyla karşı karşıyadırlar, geri kalanları da sürgün, baskı ve şiddet sonucunda topraklarını terk etmeye zorlanmaktadır. Yerel bazı aşiretlerin arkalarına aldıkları güçle üzerimize gelmelerinin sebebi budur. Bizleri huzursuz eden bu olaylar, eğer bölgedeki kanaat önderleri, sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler, aydınlar, rûspîler ve vicdanlı insanları huzursuz edemiyorsa demek ki sizin huzurunuz bizim huzursuzluğumuz üzerinden inşa ediliyor. Biz kendi ana topraklarımızın, hikayelerimizin ve ölülerimizin yasını tutarken hiçbiriniz huzurlu olamazsınız. Birileri avcı edasıyla peşimize düşebilir ama melekleri asla kovamazlar, çünkü onlar bu toprakların melekleridir.
Êzidîler, salt müzelerde saklanan, arkaik tarihsel referanslı toplumsal ütopyaların ve gelecek inşa arayışlarının kullanışlı malzemesi değildir. Çoğulcu bir söylemin eksik halklarını tamamlayan, romantizmin ve nostalji arayışlarının kullanışlı enstrümanları ise hiç değildir. Hem kadim kökenleri bu kadar kutsanması, hem de bu vasıflarının mevcudiyetleri üzerinde bir risk ve tehlike oluşturması, madun olarak kendileri kadar etrafında kümelenen herkesi sorumluluğa davet etmektedir.
Her şeyimizi alabilirler ama topraklarımızı asla, çünkü toprak onurdur. Bunu iyi bilsinler, bilsinler ki öyle kuralım geri kalan ilişkilerimizi, bilsinler ki huzursuzluğumuzun hepsinin huzursuzluğu olacağını, bugün olmasa bile mahşerde olacağını iyi bilsinler…

Süreğen sürgün: Êzidîlerin anavatansızlaştırılması yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Bir yüzleşememe seremonisi olarak Şengalli Ashwag’ın hikayesi – Azad Barış https://gazetekarinca.com/bir-yuzlesememe-seremonisi-olarak-sengalli-ashwagin-hikayesi-azad-baris/ Sun, 08 Dec 2019 16:29:37 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=163000 HABER MERKEZİ – Şengalli Ashwaq Haji Hamid, 14 yaşındayken tüm ailesiyle birlikte Şengal’de IŞİD tarafından kaçırıldı; Musul’da Abu Humam adlı Suriyeli bir IŞİD’li tarafından esir alındı, İslam’a geçmeye zorlandı, sistematik cinsel saldırıya maruz bırakıldı… Geçtiğimiz günlerde Irak’ta bir televizyon kanalında kendisini istismar eden kişiyle karşı karşıya getirildi Ashwaq. Programdaki o anlar Türkiye’de de sosyal medyada […]

Bir yüzleşememe seremonisi olarak Şengalli Ashwag’ın hikayesi – Azad Barış yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>
HABER MERKEZİ – Şengalli Ashwaq Haji Hamid, 14 yaşındayken tüm ailesiyle birlikte Şengal’de IŞİD tarafından kaçırıldı; Musul’da Abu Humam adlı Suriyeli bir IŞİD’li tarafından esir alındı, İslam’a geçmeye zorlandı, sistematik cinsel saldırıya maruz bırakıldı… Geçtiğimiz günlerde Irak’ta bir televizyon kanalında kendisini istismar eden kişiyle karşı karşıya getirildi Ashwaq. Programdaki o anlar Türkiye’de de sosyal medyada sıkça paylaşıldı. Tepki gösterenler de oldu, “yüzleşme” başlığıyla paylaşanlar da. Peki öyle miydi, o programda olup biten bir “yüzleşme” miydi? Ezidi toplumu üyesi, HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Azad Barış viral olan o videoda yaşananlara, o anlara mercek tuttu. Azad Barış’ın Yeni Yaşam’daki yazısının geniş bir versiyonunu paylaşıyoruz.


Azad Barış


Gösteri toplumunun debdebeli tiyatrolarının hayatımızı da birer teatral oyun alanına çevirdiği zor zamanlardan geçiyoruz. İçinde uyuklayan peygamberlerin uyanmasıyla biraz daha kötü olan bu dünyada, ölü katillerle yaşayan maktullerin yüzleştirilemediği bu dünyada, hesaplaşma/yüzleşme ne öteki dünyaya kalıyor ne de bu dünyanın adalet mekanizması bu sınavdan geçiyor.
Baudrillard’ın dediği gibi “gösteriden medet umanlar, gösteri malzemesine dönüşerek yok olup gidiyorlar” mı, yoksa dünya gittikçe biraz daha kötü bir yer olmaya devam ediyor?
Şengalli Ashwag, kaçırıldığında 14 yaşındaydı. Yüzleri tarihinin en karanlık isiyle kirlenmişler tarafından tecavüze maruz bırakıldığında yine 14 yaşındaydı ve kendi deyimiyle ruhunun ebedi ölümü gerçekleştiğinde yine 14 yaşındaydı; belki de o hep 14 yaşında kalacak. Çünkü zamanın bütün dilimleri onun için değişti, mekanların tüm boyutları altüst oldu ve hayat tamamıyla ters yüz oldu.
Eski adıyla IŞİD yeni adıyla İslam Devleti (İD) mensupları 3 Ağustos 2014’te Şengal’e saldırdığında Ashwag’ın ailesinden 77 kişiyi ganimet olarak esir aldı ve bunlardan 39’unun akıbeti hâlâ bilinmiyor.
Ölümün en ağır günü geçen hafta bir Irak televizyon kanalında yeni bir canlanmayla yaşatıldı Ashwag’a. Medya reytingi sağlamak üzere kurgulanmış o ahlak dışı show aynı zamanda eril dünyanın bir arzu nesnesi olarak tekrar nüksetti. “Allah’ın askeri” olarak insan öldüren ve hem Ashwag’a hem de başka kadınlara tecavüz eden IŞİD’linin üzerindeki kıyafetlerden tutalım ruhu binlerce kez darbelenmiş genç kadın Ashwag’ın karşılaşma esnasındaki duruşu ve seçilen kelimelerin telaffuzuna dek, bir reality show canlandırmasından başka bir şey değildi.
Daha 14 yaşındayken o kadar korkunç şeyler başına gelmiş bir kadına önceden ezberletilmiş düzgün cümlelerle hesap sorma taklidini yaptırmak tecavüz edenin failliğini sıradanlaştırıp, Ashwag’ın yaşadığı onca korkunç ruhsal ve bedensel acıyı bizatihi hafife almaktan başka bir şey değildir.
Yaşadığı onca ağır şeylerin banal bir dramını kurgulayarak, vasat bir TV programıyla dünyaya sunmak medya infiali dışında başka ne olabilir ki?
Ne yazık ki aynı medya henüz İslam Devleti’nin esaretinden yeni kurtulmuş yüzlerce Êzidî kadını yalan yardım vaatleriyle cinsel şiddetin detaylarını anlatmak zorunda bıraktı. Acının erotizmine başvurarak kadınlardan elde ettikleri anlatılarla “seks kölesi” ahlaksızlığını icat ettiler. Nadia Murad ve binlerce akranının başına gelenleri ilk günden itibaren başka saiklerle görmeye çalışan medya Nobel Barış Ödülü töreniyle ilgili attığı manşetlerde bile “seks kölesi” diyecek kadar çirkindi. Hem sosyal medya mecrası ve hem de mainstream medya bu ahlaksız başlıklarla Nadia’nın ödül nişanını görmüştü. Başta kadın hareketleri ile sivil toplum kuruluşları olmak üzere hiçbir kesimden ciddi bir karşı koyuş ortaya konulmadı. Özellikle Türkiyeli kadın hareketlerinin birçoğunun Şengalli kadınların başına gelenler karşısında ilk günden itibaren sınıfta kaldığını bir kez daha vurgulamalıyım.

Ashwaq germany ile ilgili görsel sonucu
Esir alındıktan sonra zorla Suriye’ye götürülen Ashwag, tutulduğu yerden kaçmayı başarmış, 14 saat yürüyerek Şengal Dağı’na ulaşmış, sonra da mülteci statüsüyle Almanya’ya gitmişti. Ashwag, kendisini alıkoyan IŞİD’liyle gittiği Almanya’da karşılaşması sonrası yeniden Irak’a dönmüştü.

Son birkaç gündür sosyal medyada altyazılı olarak dolaşan, soykırım mağduru Ashwag’a tecavüz eden kişiyle bir TV ekranında karşı karşıya getirmek geri kalan değerleri de altüst etti.
Kendisine bizatihi üç aya yakın cinsel saldırıya maruz bırakan ve kavimin birinci derece katili ile bir reality show programında yüz yüze kalması derisinin altındaki yaraları tekrardan kanamıştır.
İD zorbalığına maruz bırakılmış kadınların yeniden travmatize olmalarına yol açan bu tür densizlikler hız kesmeden sürüyor. İD çeteleri tarafından savaş ganimeti olarak esir alınmış bu Êzidî genç kadının videosu sosyal medyada büyük yankı uyandırmasına rağmen Türkiye kadın hareketinin hiçbir şekilde oralı olmaması ayrıca hazin bir durumdur.
Adeta saf kötülüğün tepeden aşağıya yayılmış hali gibi günlerdir yayılan bu görüntülere dair herkes kendince bir yorumda bulundu ama kolektif bir sahiplenme durumu ortaya çıkmadı ne yazık ki. Yorum yapanların ağırlık ekseriyetinin açık beyanı ve duruma dair bakışları “genç bir Êzidî kadının, kendisine tecavüz eden bir IŞİD’liyle yüzleşmesi” olarak görüldü.
Oysa beşeri varlığı oluşturan bütün boyutların eğirmesinin en halis halini gözler önüne serdi o genç kadının yere yıkılışı. Nitekim programa yansıyanlar bir nevi kamera arkası kayıtların kesitleri gibiydi. Biri susacaktı (tecavüzcü) diğeriyse kurgunun gereği olarak konuşacaktı. Kurgunun küstahlığında bile karşılaşmanın tarafların rızasıyla ortaya çıkan bir yüzleşme istenci olmadığı çok net bir şekilde ortaydı.
Sadece yüzleşme mefhumunu böyle aleladeleştirmedi bu oyun, aynı zamanda yüzleşme mefhumunu reyting kurbanı yaparak, başka bir kötülüğün kapısını araladı.
Hakikatin ağır yükü yine genç kadının omuzları üzerine bina edilmişti, çünkü yüzleşmeye zorlanan yine oydu, diğeri zaten ellerinde olan bir tutsaktı ve yüzü zaten tümüyle kayıptı ve içi halen katliam ve tecavüzün karanlık günlerine dönüktü.

Yüzleşme mi?

Oysa yüzleşme denilen şey her şeyden önce bir yüzün varlığını (metamorfik) şart koşar ama o adamda buna dair herhangi bir emare yoktu. Yüzleşme geçmişte olanlara yeni bir lensle bakmak ve vuku bulan durum ne kadar ağır olursa olsun katıksız bir samimiyet ve cesaretle yeniyi karşılamak için yeni adım demektir. Bu adımı samimiyetle atmayan hiç kimse mental ve sosyal olarak hakikatle yüzleşme yolunda adım atamaz. Çünkü yüzleşmenin her evresinde hem bireylerde hem de toplumlarda temel bir farklılaşma ve dönüşüm düsturunu harekete geçiren bir dinamizm vardır.
Dolayısıyla hem sosyo-psikolojik hem de iletişim stratejisi açısından yüzleşmenin temelinde kesintisiz bir enformasyon değişimi söz konusudur. Yani birey veya toplum her şeyden önce sebebiyet verdiği tahribat ve kötülüğün bütün biçimlerine öncelikle kendi ruhsal dünyası içinde, geniş ölçekte yüzleşmek zorundadır. Ancak o zaman bir arınmaya kalkışılabilir, dönüşümün kapısı aralanabilir, aksi takdirde kötülüğün dip dalgaları günün birinde tekrar kıyıya vurur ve tanımsız bir maneviyat ziyanına yol açar.
Ashwag’ın karşısında duran Êzidî “saf katli” sadece kötülüğün kıyıya vurmuş hali olarak ekranda duruyordu. Yaşananlardan ötürü ne dönüştürücü bir pişmanlık duyması ve ne de bir telafi çabası söz konusuydu. Sadece kendisine biçilen rolü oynayan, bir duygu istismarcısı olarak ekranlarda arz-ı endam ediyordu. Bu ön koşul olmaksızın hiçbir yüzleşmenin yaşanamayacağını tarihin diyalektik bağlamı çokça göstermiştir.
Yaşananların bütün ağırlığını, kötülüğünü tüm yanlarıyla içselleştirip, objektif, arı bir şekilde ele alası, yanlışların görülmesi ve en önemlisi tüm bunların kabul edilme şartı ne o adamda vardı ne de programcıda. Bunlardan hiçbirinin varlığına dair işaret söz konusu bile değildi o televizyon programında. Bizzat sebebiyet verdiği bunca ziyana rağmen tek bir kelime etmemesi, başını kaldırıp ruhunu defalarca darbelediği kadına (çocuğa) bakmaması ne utanma duygusundan ne olmayan hayâdan ötürü değildi kanımca, hala aynı ideolojinin saiklerine inandığı için susmayı tercih etti, çünkü susmak onların algı dünyasında birçok şeyi anlatmak demektir.
3 Ağustos 2014 günü Êzidîlerin anavatanına saldırırlarken, köy ve kasabaları yakarlarken, on binleri aşkın insanı öldürüp Ashwag gibi binlerce kadını din adına “savaş ganimeti” olarak zorla alıkoyup tecavüz ederlerken de bunu aynı sessizliğin, tekinsizliğinin nizamıyla yaptılar.
O gün bütün kötülüklerin bir ara fragmanı olarak tasarlanmıştı o program ve karşılaşma. Ashwag kaçırıldığı o ilk günkü gibi yine konuştu ama o adam da ilk günkü gibi canice ona baktı. Aradaki tek fark, içinde doyumsuz bir dev gibi amuda kalkmış tecavüz ve öldürme dürtüsünü harekete geçirmemesiydi.
Ashwag’ın, “Bana tecavüz ettiğinde 14 yaşındaydım, kızının yaşında, hayallerimi çaldın” demesi tecavüze uğradığı ilk anın haykırışı gibiydi ve programın formatını aşan tek insani feryattı.
Bütün olanlara rağmen o adamın Ashwag’ın karşısında susmasının bir yanı ataerkil geleneğin tanıdık erdemsizliği diğer yanıysa Ortadoğu’nun barbarlığına uzanan izdüşümüdür.
Ashwag şahsında Êzidî kadınların maruz bırakıldığı sıradanlaşmış kötülük, öyle TV programlarının reyting arzularına kurban edilemeyecek kadar mühimdir. Hele hele “yüzleşme” gibi gayet kurucu olan bir mefhum böyle gösteri seremonileriyle israf edilemeyecek kadar ciddidir. Ashwag üzerinden IŞİD katilleriyle herhangi bir yüzleşme sağlanmadı; bilakis kendisinin son 5 yıldır maruz kaldığı bütün şiddet biçimleri yeniden üretildi.
Kolektif suç kolektif ceza ile sonuçlanırsa ancak gerçek ifadesini bulmuş olur. Êzidî kadınlar başta olmak üzere, bir bütün olarak Êzidî toplumunun 2014’ten sonra yaşadığı kırım, bir televizyon programının reyting kurbanı olamayacak kadar ciddidir. Özellikle de bu yüzleşme seremonisinin üzerine atlayan muhalif basın, kadın hareketleri ve sessiz kalarak bunu onaylayan dünya kamuoyu için kötü bir sınav olduğunu üzülerek belirtmek istiyorum.

Bir yüzleşememe seremonisi olarak Şengalli Ashwag’ın hikayesi – Azad Barış yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>
73. Ferman: Bir düşünün – Azad Barış https://gazetekarinca.com/73-ferman-bir-dusunun-azad-baris/ Sat, 03 Aug 2019 07:45:40 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=145263 HABER MERKEZİ – Ezidilerin “73. Ferman” dediği soykırımın beşinci yılındayız. Soykırımda 5 binden fazla Ezidi hayatını kaybetti, 6 bine yakın kadın ve çocuk esir alınarak cinsel saldırıya maruz bırakıldı. IŞİD’in 3 Ağustos 2014’te Şengal’deki Ezidilere dönük başlattığı soykırımın etkileri hala sürüyor. Soykırımın yıldönümünde Ezidi toplumundan, HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Azad Barış kaleme aldığı yazısında […]

73. Ferman: Bir düşünün – Azad Barış yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>
HABER MERKEZİ – Ezidilerin “73. Ferman” dediği soykırımın beşinci yılındayız. Soykırımda 5 binden fazla Ezidi hayatını kaybetti, 6 bine yakın kadın ve çocuk esir alınarak cinsel saldırıya maruz bırakıldı. IŞİD’in 3 Ağustos 2014’te Şengal’deki Ezidilere dönük başlattığı soykırımın etkileri hala sürüyor. Soykırımın yıldönümünde Ezidi toplumundan, HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Azad Barış kaleme aldığı yazısında Ezidilerin yaşadıklarını anımsatarak herkesi ‘düşünmeye’ davet ediyor. Barış’ın Yeni Yaşam’da yer alan yazısını paylaşıyoruz.

Azad Barış


Kadim kelamların ilk buyrukları, akletmeyi, fikretmeyi öğütleyen temel kaidelerden oluşur. İnsanlığın bu “modern” çağda hala bu kaidelere ihtiyaç duyması, bu buyruklara pek icabet edilmediğini göstermekte aynı zamanda. İradenin bütün iyimserliğine istinaden, bu buyrukların en önemlisi olan düşünmeyi ısrarla insanlığın önüne koymak, temel bir görev olarak hepimizin önünde durmaktadır.
Biz Êzidîler inanç kozmogonimizdeki farklı ve özgün durum, devraldığımız mirasla kurduğumuz kolektif ilişki ve onu başka nesillere nakletme konusundaki tutumumuz nedeniyle türlü iftiralara uğramış ve tarih boyunca dışlanma, baskı ve katliamlara maruz kalmış kadim toprakların kadim inançlarından biriyiz. Biz, bugün karşı karşıya kaldığımız “yok edilme” tehdidini, tarihsel hafızamızdan dolayı 73. Ferman (kırım) olarak tanımlıyoruz. Biz, ferman dediğimizde, aslında 20. yüzyılın dünyasının diliyle “soykırım” demek istiyoruz. Biz, bugüne dek varlığımızı bir şekilde korumayı başarmış olsak da kültürel yaşamımızı nasıl devam ettireceğimizi ya da inançsal varlığımızı bundan sonra yaşatıp yaşatamayacağımızı hiçbir şekilde bilmiyoruz. Çünkü bu bizim için varlık yokluk meselesi. Biz, 73. Ferman’ın ve onun ardılı olan bölgesel savaşların kökensel varlığımızı ortadan kaldırmak gibi “ayrı” bir gayesi olduğunu gayet iyi biliyoruz. Tarihsel hafızamız bunu bize 72 kez nakletti. Biz, antik Mezopotamya’nın İslam öncesi kültürel mirasını taşıdığımız için yok edilmek istendiğimizin de farkındayız. Biz, 72 millete aynı nazarla bakan ve her yeni günün kutsi doğumu için avuçlarını göğün bütün tanrılarına açıp 72 milletin selameti için dua eden halkımız adına coğrafyanın tüm Müslümanlarına birkaç irfani söz söylemek istiyoruz.
Düşünün, sadece düşünün, kadim kelamların ilk emrini hatırlayın ve düşünün; başımıza gelenler en galiz düşmanın başına gelsin istemeyiz. Sadece düşünün, düşünün ki “Haçlı Seferleri’nin ruhu” birdenbire canlandı ve Haçlılar ebedi düşmanları olan Müslümanları alt etmek için İstanbul’u bir gecede işgal etti.
Düşünün ki İstanbul işgal edildiğinde evinizi, şehrinizi, ülkenizi terk etmek zorunda kaldınız.
Düşünün ki size ait ne varsa işgalcilerin ganimeti oldu; evleriniz, arabalarınız, bankadaki paranız. Erkeklerinize ölüm, kadınlarınıza tecavüz, çocuklarınızaysa din değiştirmeyi reva gördüler.
Düşünün ki sizi öldürürlerse, tecavüz ederlerse, gebe bırakırlarsa cennete gideceklerine inandılar. Düşünün ki kötünün mutlak temsili ve bütün felaketlerin tek kaynağı olduğunuza emindiler ve ellerinden gelen her kötülüğü size yaptılar.
Düşünün ki bu zalimler şehre saldırdıklarında içinizden şanslı olanlar bir fırsatını bulup Trakya’nın dağlarına kaçmayı başardı.
Düşünün ki Trakya’nın dağlarını aşıp, sizi topraklarında asla istemeyen Bulgaristan gibi anti-Türkçü bir devlete sığınmak zorunda kaldınız ve bütün kapılar yüzünüze kapandı.
Düşünün ki savunmasız, aç-susuz olduğunuz için çoğunuz dağlarda çocuklarınızın ölülerini bıraktınız ya da ardınıza düşen insan avcılarca yakalandınız.
Düşünün ki bu umut yolculuğu tam bitmek üzereyken, ölümün merhametsiz atlıları önünüzü kesip sizi yağmalanmış şehre zorla geri getirdi.
Düşünün ki erkekleriniz öldürüldü, kadınlarınız satıldı, çocuklarınıza ise kiliselerde İncil okutuluyor, gelecekteki Haçlı Seferleri’ne çıkmak üzere savaşçı olarak yetiştiriliyor.
Düşünün ki din değiştirmek için size sadece 72 saat verildi ve buna riayet etmeyenin “kellesinin” gideceği veya tecavüz edileceği söylendi.
Düşünün ki bir günde on bin üzerinde ölü, bir o kadar esir ve 100 binlerce evsiz, yurtsuz ve aç insandan biri oldunuz. Sadece bir an düşünün ve bunların hepsinin başınıza gelebilme ihtimalini hayal etmeye çalışın. Bunu sadece bir kere düşünmeniz bile bize yeter!
İşte bizler beş yılı aşkın bir süredir tüm bu dehşeti 73. kez yeniden satır satır yaşadık ve her gün yeniden yaşama tedirginliğiyle yaşıyoruz. Bütün bunlara rağmen yaralarımızı sarmaya, öfkemize ise hâkim olmaya çalıştık ve öz kıyıma başvurmamak için adaleti bekledik. Kıyılan canlar, parçalanan ruhlar ve çalınan hayatlar için komşumuz olan halklardan “merhamet” bekledik. Daha güzel bir gelecek için, insanca yaşayabilmek için onlardan kara peçelerini çıkarıp kendi insanlıklarıyla yüzleşmelerini istedik. Çünkü ancak böyle bir yüzleşmenin varlığımıza yönelik tehditleri bertaraf edeceğine inandık. Dağılan ruhları, zedelenmiş vicdanları onarmak için tüm halkların rızasını ön koşul kabul ettik. Tek şartımız yanlıştan bir an önce dönmeleri ve kendi tarihleriyle yüzleşerek farklılığımızı, doğamızı kabul etmeleridir. Düşünmeliler.
İman sahibi Müslümanlardan beklentimiz bu tecavüzcüleri kınamak, lanetlemek ve gamlı gönlümüzü almaktır ama bunu bile çok gördüler. Müslümanlık ve İslamiyet adına tüm bunları bize reva gören vahşilerden kendilerini hâlâ soyutlayamadılar. Oysa tarihte büyük kötülüklere kapı aralamış başka halklar ve milletler yaptıkları kötülüklerden ötürü bütün insanlıktan kalbi özürler dileyerek tarihleriyle yüzleşmeye çabaladılar.
Willy Brandt’ın Ausschwitz soykırım anıtının önünde diz çöküşü, onu insanlık tarihinin en erdemli mertebelerinden birine taşıdı. Brandt bunu yaparak Nazi faşizmi adına Yahudilerden ve kıyıma uğramış diğer bütün halklardan af diliyordu, işte tam da bu “diz çöküş” hem Brandt’ı hem de Alman halkını büyüttü. Oysa Brandt Nazizim karşıtıydı ve direnişçi cephede yer alan bir dava adamıydı ama yine de halklardan özür dileyerek, af dileyerek erdemli bir duruş sergiledi ve bütün insanlığın tanıklık ettiği bir ilkeye imza attı. Yani “O diz çöktü ama halkını yükselti”. İşte biz iman ve irfan sahibi Müslümanlar için bunu istiyoruz ve kendimiz için sadece merhamet ve bir avuç vicdan bekliyoruz. Soykırımın ardından geçen beş yıla rağmen ne coğrafyanın bir devleti ne de Dünya İslam Teşkilatı yüzleşmeye dair bir adım attı. Hiç kimse bizi arayıp gönlümüzü almadı, özür dilemeyi akıl etmedikleri gibi her gün yeni tehditlerle üzerimize yürümeye çalışıyorlar. Bugün biliyoruz ki biz insanlığa karşı suç işleyenleri affetsek de, tarih asla affetmeyecektir. Son olarak, Müslümanlar dışında ayrıca bütün insanlığa da Êzidîlerin müzelik bir topluluk olmadığını, bu kadim toprakların en kadim topluluklarından biri olarak var kalmak istediklerini hatırlatmak istiyoruz.


HDP’li Uca: Ezidilerin mücadelesine destek vermek hepimizin ortak görevi

Dördüncü yılında 73. Ferman ve hatırladıklarımız – Namık Kemal Dinç

Soykırımın üçüncü yılında Şengal Fermanı – Azad Barış

Tarih, bir ferman korteji – Adnan Çelik

73. Ferman: Bir düşünün – Azad Barış yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Gleichschalltung: Eş zamanlı devre dışı bırakma mekaniği ve baskın seçim – Azad Barış https://gazetekarinca.com/gleichschalltung-es-zamanli-devre-disi-birakma-mekanigi-ve-baskin-secim-azad-baris/ Fri, 27 Apr 2018 07:46:42 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=88558 Azad Barış Gleichschalltung terimi Almanca’da “aynı anda şalter(ler)i çevirme” anlamını ifade etmektedir. Etimolojik intizama göre de “eşzamanlı devre dışı bırakma” mealinde kullanılır. Türkçedeki karşılığı ise  “aynı anda  düğmelere basma” olarak tercüme edilebilir. Oysa aynı kavram Nazi Almanyası terminolojisinde muhalif tüm odakların susturulup tüm halkın aynı şekilde düşünmesini ve kimi olguları sorgulama yetisini yitirmesini sağlayan yönetim aygıtının […]

Gleichschalltung: Eş zamanlı devre dışı bırakma mekaniği ve baskın seçim – Azad Barış yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>


Azad Barış


Gleichschalltung terimi Almanca’da “aynı anda şalter(ler)i çevirme” anlamını ifade etmektedir. Etimolojik intizama göre de “eşzamanlı devre dışı bırakma” mealinde kullanılır. Türkçedeki karşılığı ise  “aynı anda  düğmelere basma” olarak tercüme edilebilir. Oysa aynı kavram Nazi Almanyası terminolojisinde muhalif tüm odakların susturulup tüm halkın aynı şekilde düşünmesini ve kimi olguları sorgulama yetisini yitirmesini sağlayan yönetim aygıtının adı olarak tarihe geçmiştir.
Tarihe ‘yönetsel bir aygıtın baskı mekaniği’ olarak geçmiş bu kavram içeriği ve çeperindeki bağlamlar üzerinden, Türkiye’nin yakın tarihinin yönetsel aygıtının baskıcı fıtratını daha meşakkatsiz bir şekilde anlatıyor. Bu kavrama odaklanmamın esas sebebi ise o zamanki Almanya’nın bugünkü Türkiye ile olan homotetik siyasal özdeşliğidir. Buna da ne gerek vardı diyenler mutlaka olacaktır ve haklı olarak bu kadar zorluğun içinde böyle bir şeyi yazmak sanki işin kolayına kaçmak gibi geliyor insana diye düşünebilirsiniz fakat günümüz Türkiye’sinde rejim erkini rölatif sosyolojik bağlamda anlamak için söz konusu kavramın her hâlükârda önemli olduğu hususu ağır basmaktadır. Buradan hareketle Gleichschalltung kavramını  algı dünyanızın kapısına kadar getirmeye cüret ettim bir şekilde. Zira onu içeriye alıp almayacağınızı tümüyle size bırakıyorum. Her ne kadar kolay gibi görünmese de soyut klişeliği nedeniyle algı eşiğini kendiliğinden aşacağına eminim. Çünkü toplumun azim ekseriyeti ağırlıklı olarak siyaset rejimin yönetsel model veya modellerini konuşup durmaktadır. Velakin son olarak alınan bu ‘baskın seçim’ kararı da böyle bir karşılaştırmanın ne kadar elzem olduğu hususunu özellikle ortaya koymaktadır. Söz konusu seçimin salt bir baskın seçim kararı mı yoksa öteden beri tasarlanmış olan “aynı anda  düğmelere basma” mekaniğinin bir parçası olup olmadığını anlamak için de kolaylaştırıcı bir katkısı olabilir. Dolayısıyla son yılların temel tartışma temalarına bakıldığında Türkiye’deki olgusal kabuk değiştirmelerin birçok bakımdan Nazi Almanya’sının başlangıç süreciyle izomorfik bir bütünlük gösterdiğini ve birçoğunun Gleichschalltung mütearifesiyle ifade edilebileceğini tahayyül etmek zor olamasa gerek.

Hitler’in ilham aldığı İtalyan faşizmi

Hâlihazırdaki benzerliğin olgusal hakikati ise bütün faşist rejimlerin emsal teşkil eden metotlara başvurarak ortaya çıkmasıdır. Bunun en çarpıcı örneklerinden biriyse İtalya tipi faşizmdir. İtalya, faşizmin öne sürdüğü somut pratik öneriler üzerinden rejimi kazanabileceğini göstermiştir. 1922 yılının Ekim ayında Benito Mussolini Roma’ya doğru yola koyulduğunda İtalya toplumunun tüm muhaliflerinin seslerini baskı mekaniğini devreye sokarak kesmişti. Roma’nın dışında diğer bütün kesimleri rehin alacak şekilde baskılara maruz bırakarak  faşizmi gündelik hayatın bir parçası haline getirmişti. Hitler’in bundan ilham almaması mümkün değildi. Avrupa faşizminin primer öncüsü olan İtalyan faşizminin çelimsiz mimarının İtalyan halkına karşı tedavüle soktuğu baskı metotlarını birebir kopyalayıp daha mümtaz bir baskı unsuru olarak kullanmak üzere “Alman titizliğiyle” üzerinde çalışacaktı.
Akdeniz halklarının birçok ortak özelliğinin başında gelen dayanışma, akrabalık ve geniş aile ilişkilerini dağıtmadan başarılı olamayacağını iyi bilen Duce hemen harekete geçmişti. Duce’nin  sistematik yönelimi Akdeniz’in dayanışmacı sosyal yapısını ortadan kaldırmak, onun yerine devlete hizmet edecek bireyler yaratmaktı. Söz konusu yaratım eski değerlerin yerine “yeni değerler kodu” oluşturmak ile mümkün olabilirdi, bu da ancak Roma imparatorluğunun mirası üzerinde inşa edilecek “yeni İtalya ve onun kutsi davası” olabilirdi. Dolayısıyla yepyeni bir insan tipine ihtiyaç vardı ve bu yeni insan tipi şu özelliklere sahip olmalıydı; kendi yaşam koşulları ve geleceği üzerinde düşünmeyecek ayrıca kendisinden olmayanın haklarını ve yaşam koşullarını engellemek üzerine bir tasavvurla yetiştirilecek ve yaşayacaktı.
Başka bir deyişle birçoğumuza oldukça tanıdık gelen mistik bir ulus kimlik miti devreye sokularak herkesin beşeri ‘varlığının kutsi İtalya’nın varlığına armağan’ olduğu telkin edilecekti. Bu tasavvur ile ulaşılmak istenen ise Duce’nin kutsal emaneti olan kutsi devleti muhafaza etmekti.
Naziler, Duce’nin Akdeniz halkları üzerinde deneyimlediği söz konusu sosyal kurguyu “Allah’ın bir lütfu” olarak kabul edip sosyal bir kategori olarak kabul etmiştir. Lakin “Alman Tinin” kâsesini dolduracak kudrete sahip olmadığını düşünerek Alman disiplinine göre daha da geliştirmiştir. İtalyan faşizminin sağladığı başarının şafağında rüyayla uyanan Alman faşizminin fikir babaları, bunun yeterince bir kurama evrilmediği düşüncesini taşıyorlardı ki, hemen işe koyuldular. Yaratımın yanı sıra yıkımın da mucidi olan “Alman Tini” (Deutscher Geist) “Akdenizli bir despotun” yarı ilkel metotlara başvurarak sağladığı başarının mütemadiyen olmayacağının farkındaydılar. Zaman zaman komik bir figür olarak gördükleri Duce’nin kodlarının bir kısmını ödünç alarak geri kalanı geliştirmek üzere “ırk kanunlar geliştirme merkezlerine” havale ettiler ve Ariyan ırkın aşkın erkini inşa etmek üzere işe koyuldular.
“Alman Tini” ve onun “insanüstü” disipliniyle geliştirilen bu yeni mekanizma bütün çağları aşkın bir tesire tanıklık etmeli, Nazilerin el attıkları her şey hem alt hem de üst yapı bakımından örneksiz (müstesna) olmalıydı. Yani yerli arabadan yerli uçağa, silahtan sanayiye, yollardan stadyumlara, bilimden insana kadar her şey Nazilerin dünya tasavvuruna göre istisna teşkil eden ölçülerde olmalıydı.
Nazi ideologları tarafından toplumsal bir kurgu olarak hazırlanan yeni “yaratım teorisinin” öngördüğü başat belit, dinamik bir şekilde toplumsal hayatın her evresine sirayet etmek ve bütün bunları mümkün olduğu kadar sesten ve fiyakadan uzak bir şekilde hayata geçirmekti. 1933 çıkışlı bu yönetsel aygıtın asıl amacı Almanya’daki  bütün sosyal ve siyasi  alanları etkilemenin yanı sıra gündelik hayatı da karşıt kamplar veya “düşman resimler” (Feinbilder) şeklinde ayrıştırmaktı. Oluşturduğu yeni toplumsal stereotipler üzerinden kendi “kimliğini” birleştirme sürecini hızlı bir şekilde hayata geçirmekti. Bu bağlamda oluşturduğu mücadele hattının ve başvurduğu bütün siyasi hilelerin ulusal yaşam alanı (Lebensraum) adına kutsi bir dava olduğunu kitlelere empoze ederek adım adım başarıya yürümekti.

Naziler, Gleichschalltung sistemi ve gündelik faşistleşme

Führer’in niteliksiz olarak nitelendirdiği sekülerizm ve toplumsal çoğulculuk ancak eşzamanlı devredışı bırakma mekanizmaları vasıtasıyla (yaratılan yıkıcı bir kargaşa sayesinde) yaramaz bir kurgu olarak benimsetilecek, Alman milli çıkarlarına hizmet etmediği topluma gösterilecek, onun yerine özgün ve güçlü bir Alman krallığı (Reich) inşa edilecekti.  Buna bağlı bir biçimde Nazilerin kraliyet politikasının gereği olarak kamu kuruluşları ve  devlet ile ilişkili kurumların Nazileştirilmesi, bu kurumlarda liderlik (Führer) prensibinin işlerliğe geçirilmesi ve ırk yasalarının uygulanması gibi pratiklerin hayatta geçirilmesi öncelendi.
Eşzamanlı devre dışı bırakma mekaniği Nazi faşizminin Almanya’daki bütün toplumsal kesimleri susturmak için geliştirdiği ve adım adım hayata geçirdiği yeni bir sistem teorisiydi ve bu sistem nihayetinde sadece Ariyanlara yaşam hakkı tanıyordu. Ne yazık ki bunun sonucu olarak 1933 baharından itibaren binlerce aydın ve sosyalistle birlikte Komünist Parti lideri Thaelman tutuklanıp daha sonra Buchenwald toplama kampında kurşuna dizildiler. O yıllarda “yeterince Ariyan” olmayan birçok siyasi parti kapatıldı, muhalifler, yazarlar, şairler ve hatta din âlimleri tutuklandı veya öldürüldü, parlamento binası ateşe verildi, yüz binlerce insan görevinden uzaklaştırıldı,  medya kurumları kapatıldı, düşünce ve basın özgürlüğü yasaklandı ve ırk yasaları yürürlüğe girdi. Özellikle bütün medya Führer’in sesini yansıtacak tek tip hale getirildi. Buna uymayan medya kuruluşları zaman içinde ya kendiliğinden kapandı ya da kapatıldı. Bu aynılaştırma politikaları kısa bir zaman zarfında beraberinde gündelik faşistleşmenin de ilk aşamalarını kuramsallaştırıyordu. Yahudiler, Romanlar, Slavlar gibi halklar iç düşman olarak belirlenerek hedef tahtasına koyuldu ve Almanya kısa zaman içinde “iç düşmanlara” karşı Nazi sloganındaki gibi “tek millet, tek devlet, tek lider” ülkesi haline getirildi. Ardından milli beka adına “dış düşmanlar” olarak hedefe konulan Polonya ve Çekoslovakya başta olmak üzere birçok komşu ülke işgal edildi. Sonuç olarak nihai hedef olan ve İkinci Dünya Savaşı olarak tarihe geçen “nihai topyekün savaşı” (Der totale Krieg)  nihai zafer (Totalen Sieg) adına sahnelendi. Naziler hükümete geldiği günden itibaren güç ve hegemonya istencinin peşine düşerek, bunu da sistematik bir plan dâhilinde takip ettiler. Nihai zafere ulaşmak için metotları ise Gleichschalltung sistemiydi.  Söz konusu nihai yönetsel sistemi mutlak bir cebri erke dönüştürmek üzere eşzamanlı devre dışı pogromlarına başvurdular ve adım adım kendi “özgün iktidarlarını” kurdular.
Toplumsal kesimleri ve kurumları eşzamanlı devre dışı bırakma operasyonları zamanla devasa baskı ve şiddet aygıtına dönüşerek tekçi bir kimlik birliği oluşturdu. Oysa Nazi yönetimi, ilk beş yılında Gleichschaltung‘e binaen nasyonalist sayıklamaların yoğun olarak dolaşımda olduğu kitleler, sadece hür iradeleriyle Hitler’e oy verenler ve Nazilerin birinci derecedeki militan ve sempatizanlarından oluşmaktaydı. Birçok totaliter ve faşist geleneğin sosyal kurgusunda olduğu gibi önceleri sadece sözünün geçtiği yerde varlık sürdürürken daha sonraki dönemlerde güçlenmesiyle birlikte herkesin üyesi olmak için birbirini ezdiği neredeyse ülkede üye olmayan kurumun kalmadığı bir yapı haline gelmişti.  Yani eski kurumlar ele geçirilmiş, ele geçirilmesi imkânsız olan kurumlar yok edilmiş, gerekli görüldüğü takdirde de yenileri yaratılmıştı. Bunun bir gereği olarak gençlerden çocuklara kadar gönüllü ispiyoncuların ve sivil katillerin bulunduğu örgüt evleri kurulmuştu. Ev kadınlarının, işçilerin, kısacası toplumun her kesiminin üye olduğu bir Nazi örgütü mutlaka bulunmaktaydı. Bütün kitle katmanlarıyla birebir Führer kendisi ilgileniyor, çoğunlukla çocuklarla boy boy fotoğraflar vererek Ariyan kutsal ailesine vurgu yapıyordu. Özellikle bu “özel yol” (Sonderweg) üzerinden cihana karşı bir Germen ilhak ordusu istiyordu. Başlarda herkesin donanımsız gördüğü, kaideye almadığı, muzip ve yerel bir karikatür olarak gördüğü Hitler ve şürekâsı zamanla Führerliğe yükselmiş ve tarihin en nizamlı yıkıcı sistemini kurmuştur.
Yani önce diğer partileri ve siyasi görüşleri demokratik seçimle cezalandırmak isteyen halkın oylarını almış ancak bir kere iktidara geldiğinde de Gleichschalltung aracılığıyla hem kurumları ele geçirmiş hem de tüm ideolojisini kısa bir sürede bütün halka empoze etmeyi başarmıştır.

Yıkım sistemleri

Rejimler ‘demokratik’ de olsa bazen iktidara öyleleri gelir ki, demokrasinin olmazsa olmaz kurallarına tahammül etmeleri mümkün değildir, sahip oldukları dünya idraki sebebiyle… Zira iktidara gelişlerinin o kurallar sayesinde mümkün olduğunu unutur ve kendi kurallarını hâkim kılmak için mevcut değerler merkezini yerle bir ederler. Bazıları ise, dünya konjonktüründen de faydalanıp bilinen ‘sivil darbe’ metotlarıyla, demokrasiyi uzun bir süre için ortadan kaldırmayı becerebilirler. Bunun örneklerini sadece ekonomik ve sosyal gelişmesi olmayan ülkelerin tarihinde değil, en gelişmiş sanayi ülkelerinin çoğunun tarihinde de görmek mümkündür. Muhalif taraftayken ağzından düşürmediği ‘hak, hukuk, adalet’ söylemlerini rafa kaldırır, demokratik devletin özgür veya özerk olması gereken tüm kuruluşları kendi emrine almak için eşzamanlı düğmelere basar ve kendince ebedi gibi görünen bir ceberut erk kurarlar.  Hem dünya siyasi tarihinde hem de demokrasi rejimlerinin başına musallat olmuş bütün totaliterlerin veya faşist tandanslı liderlerin iktidarı ele geçirme gayretleri ve başvurdukları pratiklerin benzerliği oldukça hayret vericidir. Özellikle söz konusu gayretlerin başında ayrıştırıcı ve aynılaştırıcı yönelimlere öncelik verilmesi oldukça dikkat çekicidir. Bir taraftan ayrıştırma üzerinden tesisi zor kutuplaşmalar ve  hatta yıkıcı bloklaşmalar yaratırken, diğer taraftan aynılaştırıcı, yani kendi siyasi gayretleri çerçevesinde bir militanlaşma ve birlik kimliği oluştururlar. Kendi kimliklerinin ana eksenini oluşturan bu dost/düşman düalist olgusu sayesinde hedeflerine ulaşmaya çalışırlar. Dolayısıyla bulundukları noktadan başlayarak söz konusu ayrıştırıcı ve aynılaştırıcı  metaforlar üzerinden siyasi ve sosyal alan kazanımlarını sağlamaya çalışırlar. Etkisi altına aldıkları bütün alanları kesintisiz kavgaların kol gezdiği güvensiz  birer mecraya dönüştürürler. Toplumsal birçok kesimin anlam veremediği olaylar ortaya çıkar, ülkede nedenleri ve amaçları pek belli olmayan münakaşa ve çatışmalar vuku bulur. Hem ayrıştırdığı hem de benzeştirdiği kitle üzerinde kurduğu tahakküm sayesinde her iki kesime büyük zarar verilir ve bundan ötürü öngörülen kutuplaşma istenen ölçüye  ulaşır. Ne var ki ortaya çıkan bu tür ideolojik kutuplaşmalar ve siyasi bloklaşmalar toplumsal hayatın hem iç hem de dış gerçekliğini önüne geçilemez biçimde ziyana uğratır.  Ortaya çıkan ziyan o kadar büyük olur ki, kendilerini kurguladıkları erkin mekanizmalarıyla bile kontrol edemez hale gelirler. Çünkü zamanla keskinleşen kutuplaşmanın boyutları beraberinde kontrol edilemeyecek kadar büyük çatışmalar ve toplumsal anomileri ortaya çıkarır. Planlı çatışmalar üzerinden yönetim merkezini ele geçirmek üzere başlatılan olaylar, nihai erki  pekiştirmek için planladıkları çerçeveyi zamanla aşar ve yerini telafisi mümkün olmayan çatışmalara bırakır.
Yani hem toplumsal sözleşmenin yekûnu hem de ülkenin sosyal ve ekonomik refahı sekteye uğrar. Başka bir deyişle hem kendilerine hem de halklarına büyük hasarlar verirler.  Dolayısıyla evrensel ölçekte tarihteki en ehem yıkıcı örneklere emsal olarak hem Hitler Almanya’sı hem de Duce İtalya’sını verebiliriz. Almanya’da Hitler’in ve İtalya’da Mussolini’nin kurdukları o iflah olmaz yıkım sistemleri, salt kendi halklarına ve onun kültürel mirasına zarar vermekle kalmamış, dünyanın büyük bir kısmını felakete sürükledikleri gibi onun tarihsel hafızasına da büyük bir dehşete terk etmiştir. Belki de insanlığın tanıklık ettiği tarihin en  yıkıcı zatlarından biri olan Hitler, kurduğu sistemle yeryüzünde yaratacağı büyük felaketin farkında olan nadir mahlûklardan biriydi. Tarihin trajikomik figürlerinin arasında yerini alan bu cılız ve enez adamın, büyük bir yıkıcı çığır açabileceğini sayısı çok az olan planlama arkadaşlarının dışında kimsenin bilmediği de rivayetler arasındadır.

Gleichschalltung sistemi ve Türkiye

Yakın tarihin Türkiye’sine ise bütünlüklü bir analizle bakıldığında birçok can alıcı kararın sadece belirli bir yönetici grubu tarafından alındığı ve uygulandığı çok net bir şekilde ortada durmaktadır. Zira dehşetin seraba dönüştüğü yer de bu noktadadır. Eşzamanlı devre dışı bırakma mekaniği neticesinde Alman halkının büyük kısmının suça ortak olmasına rağmen, ne için yapıldığına dair yeterince fikir sahibi olmadığı da tarihçiler ve sosyal bilimcilerin sıkça ele aldığı konular arasındadır. Dolayısıyla eşzamanlı devre dışı bırakma mekanizmaları hem ayrıştırılan (ötekileştirilen) hem de aynılaştırılan kesimler için nihayetinde aynı anlama gelmekteydi. Çünkü ayrıştırılanlar yeni sistemin aygıtları ile aynılaştırılanlar tarafından bertaraf edildikçe, diktatörlük şurası aynılaştırılanlar arasında da aynı seleksiyon mekanizmalarını devreye sokmaktan asla geri durmamıştır. Totaliter elementlerin öngördüğü güven skalasına göre ayrıştırılanların bertaraf edilmesinden müteakiben aynılaştırılanlara karşı da nihai yıkım  başlar ve bu yıkım o kadar kapsamlıdır ki en yakın yol arkadaşı ve suç ortağına kadar bile gelme ihtimali vardır. O  (Führer) kurgularının gereği olarak tümüyle bir kuşku ve güvensizlik dünyasının içinde yaşamaktaydı ve herkesten aynı derecede kuşkulanmaktaydı…  Bu kurgunun öngördüğü en temel prensiplerden biri de en yakın yandaşın veya dostun bile bir anda en korkunç bir düşmana dönüşme ihtimalinin  yüksek olmasıdır ve bu dehşet verici ihtimalin er veya geç devreye gireceği mutlak bir hakikattir. Bu yalın hakikat Batı Führerleri için geçerli olduğu kadar Doğu despotları içinde bir o kadar geçerlidir zira Führerler ve despotlar arasında sıradan benzeşmeleri aşan temel bir örtüşmenin söz konusu olduğu aşikârdır.
Dolayısıyla şu an Türkiye’de yaşananların Nazi Almanya’sının doğum sürecine benzeyip benzemediğine herkes özgür iradesiyle karar verme ehliyetine sahiptir.


Soykırımın üçüncü yılında Şengal Fermanı – Azad Barış

Gleichschalltung: Eş zamanlı devre dışı bırakma mekaniği ve baskın seçim – Azad Barış yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Soykırımın üçüncü yılında Şengal Fermanı – Azad Barış https://gazetekarinca.com/soykirimin-ucuncu-yilinda-sengal-fermani-azad-baris/ Thu, 03 Aug 2017 09:23:58 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=47625 Azad Barış Ezidilerin deyimiyle “o büyük şey” kâinat henüz yeni bir güne gebeyken başlamıştı. Şengalliler güneşin aydınlığını karşılamaya hazırlanırken karanlığa çaput bağlayanlar kara kaftanlarıyla yürüdüler ateşin çocuklarının üzerine… Öyle bir yürüdüler ki asırların sessizliği büyük bir tufanla yeri göğü inletmişti. Onlar uğursuzluğun sesini, merhametsizliğin rengini ve ölümün fırtınasını getirmişlerdi. Onlar kara kaftanlarıyla atalarından devraldıkları dikenli […]

Soykırımın üçüncü yılında Şengal Fermanı – Azad Barış yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>


Azad Barış


Ezidilerin deyimiyle “o büyük şey” kâinat henüz yeni bir güne gebeyken başlamıştı. Şengalliler güneşin aydınlığını karşılamaya hazırlanırken karanlığa çaput bağlayanlar kara kaftanlarıyla yürüdüler ateşin çocuklarının üzerine…

Öyle bir yürüdüler ki asırların sessizliği büyük bir tufanla yeri göğü inletmişti. Onlar uğursuzluğun sesini, merhametsizliğin rengini ve ölümün fırtınasını getirmişlerdi. Onlar kara kaftanlarıyla atalarından devraldıkları dikenli ölüm ağlarını insanlığın tüm masumiyetine ördüler. Onlar çaresizliğe hükmedip güneşin çocuklarını bir bir ölüm tarlalarına sürüklediler. Öyle ki kendi yavrularını yiyen kara örümcekler kadar merhametsizdiler. İnsanlığa galiz sözler söyleyecek kadar küçüktüler. Güneş merhametsizliğin karşısında acılar doğurmaya başlamış ve karanlık gittikçe uzuyordu. İşte o gün Şengalliler kâinatın ilk kıvılcımı olan o büyük ateşe avuçlarını açıp 72 millet için daha duaya durmadan 73. kez kara kaftanlıların istilasına uğradılar. Çöken karanlık dağıldığında dehşet bütün büyüklüğüyle ortadaydı. Tarihler 3 Ağustos 2014’ü gösterdiğinde “ölüm meleğinin neferleri” halkların marifet kapısı ve kültür hafızası olarak bilinen, Ezidilerin yaşadığı yerleşim yerlerine yıkım gücü yüksek büyük bir saldırı düzenlediler. IŞİD ve onun işbirlikçileri bu büyük saldırıyı “cihadın kutsal seferi” olarak tanımlayarak Ezidi cemaatine karşı akla durgunluk veren bir vahşet sergilediler.

Trajedinin başka bir boyutu da o güne kadar birbirleriyle komşu, dost, kirve ve hısım olan insanlar, aniden birer canavara dönüşerek yakınındakini boğazlamaya ve alt etmeye kalkıştılar. Kendilerini ‘İslam Devleti’ adına Allah’ın askerleri ve Ezidi cemaatini ise “Tanrı tanımaz” olarak gören bu galizler, arkalarında izleri yüz yıllar boyunca silinemeyecek kadar büyük bir yıkım bıraktılar. IŞİD ve onun yerli milisleri girdikleri her köye, önce zorla din değiştirmeyi dayatmış, ardından yakaladıkları erkekleri öldürmüş, kadınlara ve kız çocuklarına ganimet olarak el koymuş, pazarlarda “seks-kölesi” olarak satışa çıkarmıştır. 5000’i aşkın Ezidi kadını IŞİD tarafından şeriat kisvesi altında akıl almaz uygulamalara maruz kalmış ve tecavüz edilmiştir. Ellerindeki 1.000’i aşkın esir Ezidi çocuğu ise çetenin sapkın tarikat okullarında zorunlu müslümanlaştırma programlarına mahkûm edilmiş ve kendi halkına karşı birer ölüm makinesine dönüştürerek mazlum Ezidi halkının yaralarının derinleşmesine sebep olmuştur. Ayrıca o güne kadar Şengal halkının güvenliğini sağlayan binlerce Peşmergenin, sahip olduğu ağır silahlarını alarak bölgeyi terk etmesi, başta Ezidiler olmak üzere bütün bölge halkını derin bir acıya sürüklemiştir. Tarihe ve vicdana kara bir leke olarak düşen bu bedel Şengal halkına ödettirilmiştir.  Savunmasız kalan yüz binlerce Ezidi, tarihte soykırımlara maruz kalmış kadim kardeş halklardan Ermenilerin, Asurilerin ve Yahudilerin yaşadığı büyük felaketlere benzer bir soykırım yaşamıştır. Üzerinden üç yıl gibi bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Ezidi halkının yaşadığı soykırımın boyutları ne yazık ki tam olarak gün yüzüne çıkarılabilmiş değildir. Medeni dünyanın en başat değer olarak kabul ettiği insan hakları ve demokrasi bilincinin en gelişkin olduğu günümüz dünyasının gözü önünde gerçekleşen bu soykırım karşısında, bölgenin muktedir güçleri başta olmak üzere dünyanın “medeni” güçleri de kayıtsız kalmıştır. Başta Irak Kürdistan Bölgesi yönetimi ve Irak hükümeti olmak üzere, Birleşmiş Milletler de yükümlülüklerini yeterince yerine getirmemiştir.

Soykırım sebebiyle yurtlarını terk etmek zorunda kalan insanların bir bölümü halen Rojava’da (10.000), Irak Kürdistan Bölgesi (200.000) ve az bir kısmı ise Türkiye’de (2.500) sığınmacı olarak yaşam mücadelesi vermektedir. Şu ana kadar hiçbirinin hukuki statüsü olmadığı gibi, yaşamsal sıkıntıları tüm ağırlığıyla devam etmektedir. Hayatta kalmayı başarmış olanlar insanın vicdanına olan güven ve umutlarını tümüyle kaybetmişlerdir. Yaşamış oldukları kayıp ve köksel kopuşlar hem ağır bir travmayı hem de önüne geçilmez bir endişeyi ortaya çıkarmıştır. Soykırımın üçüncü yılında hem Birleşmiş Milletler hem de diğer uluslararası kurumlara bu bağlamda yeniden sorumlu olmayı hatırlatırken, Şengal halkına uluslararası halklar hukuku çerçevesinde bir statünün tanınmamasının, soykırımın daha da ileri gideceğinin başka bir gerçeği olduğu özellikle vurgulanmalıdır. Bunun yanı sıra kendilerini yeni soykırımlara karşı savunmak üzere IŞİD’e karşı onurlu bir mücadele veren Şengal Savunma Birliklerini çözümün başat bileşeni olarak görmek ve tanımak gerekir. Bu hakikati görmek istemeyenler, Ezidiler tarafından şüpheyle karşılanacaktır. Bu nedenle medeni dünyanın vicdanlı kurum ve kuruluşları mazlum Ezidi halkının varoluş mücadelesinin yanında yer almalı, soykırım sonrası devreye sokulan ve hala devam eden etnik temizlik katliamına karşı “dur” demelidir. Diğer bütün soykırımlarda olduğu gibi 73. Ezidi Fermanı da bütün insanlığın kolektif utancı olarak şimdiden tarihe geçmiştir.

Soykırımın üçüncü yılında Şengal Fermanı – Azad Barış yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>
Şengal: Kürtlerin hazin tarihi ya da Kabil’in Habil’e hilesi https://gazetekarinca.com/sengal-kurtlerin-hazin-tarihi-ya-da-kabilin-habile-hilesi/ Sat, 08 Apr 2017 09:36:57 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=29024 AZAD BARIŞ* Ne söze hak ettiği anlamdan başka mana yüklemeye çalışmanın ne de kelimeyi dolandırmanın hiçbir anlamı yok Şengal düğümü söz konusu olunca. Çünkü düğümün esas sebep ve hazımsızlığının nedeni, Ezidilerin kendi toprakları üzerinde söz sahibi olmalarından başka bir şey değil. Hemen hemen 1000 yılı aşkın bir zamandır toprakları üzerinde hâkimiyet kurmuş muktedirlerin temel cibilliyetleri […]

Şengal: Kürtlerin hazin tarihi ya da Kabil’in Habil’e hilesi yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>


AZAD BARIŞ*


Ne söze hak ettiği anlamdan başka mana yüklemeye çalışmanın ne de kelimeyi dolandırmanın hiçbir anlamı yok Şengal düğümü söz konusu olunca. Çünkü düğümün esas sebep ve hazımsızlığının nedeni, Ezidilerin kendi toprakları üzerinde söz sahibi olmalarından başka bir şey değil. Hemen hemen 1000 yılı aşkın bir zamandır toprakları üzerinde hâkimiyet kurmuş muktedirlerin temel cibilliyetleri budur.

Ezidiler bugüne kadar hiçbir zaman kendi toprakları üzerinde ne bir hâkimiyet talebinde bulundular ne de sömürge güçlerin veya kendi soydaşları olan Müslüman Kürtlerin yer yer kurdukları hegemonyalara ortak olabildiler. Onun için Ezidiler “vatansız kavmin istenmeyen cemaati” olarak anılmaktadır.

Ezidilerin toplumsal tarihleri ve inançsal hafızaları çağları aşan bir ötekileşmenin hazin hikâyesi olduğu kadar fermanlarının da bizzat tarihidir. 3 Ağustos 2014 tarihinde IŞİD daha Ezidilerin köy ve kasabalarına saldırmadan önce, başta KDP olmak üzere orada bulunan bütün Peşmerge güçleri geri çekilmeye başlamış ve geri kalan kısmı da ferman günü tek bir mermi sıkmadan bölgeyi çetelere terk etmişti. Söz konusu bu tarihi hakikat hem tanıklıklar hem de basın ve Peşmerge kademe komutası tarafından eksiksiz bir şekilde ifade edilmiştir. Zira işlenen bu katliam suçuna bağlı olarak bazı sorumlulara karşı göstermelik hukuki soruşturmalar açıldığını bizzat Barzani’nin ağzından duymuştuk.

Buna bağlı olarak IŞİD’in Şengal’de işlediği katliam suçunun esas ortaklarının Barzani’ye bağlı Şengal’deki silahlı güçler olduğu anlaşılmıştır. Dolayısıyla Barzani’nin sorumluluğunda olan bu güçlerin mesuliyetinde meydana gelmiş bir katliamdır Şengal fermanı.

Ezidilerin tarihsel hafızalarında 73. Ferman olarak yer alan bu katliamın yıkıcılığı vicdan sahibi dünyayı derin bir hayrete düşürmüş ve insanlık bu kötülük karşısında neredeyse çaresiz kalmıştı. Lakin bu acı hakikat Ezidilerin anavatanı ve kutsal toprakları olan Şengal’in yerle bir edilmesi, binlerce Ezidi’nin öldürülmesi, 7 bine yakın kadın ve çocuğun esir alınması ve 300 bini aşkın insanın yurtlarını terk etmesine yol açmıştı. Ancak tarih karşısında hakikatin kadim kadri için haklarını teslim etmek zorunda olduğumuz o yedi gerillanın kahramanlıklarını unutmamalıyız. Eğer onlar o gün orada olmasaydı, soykırım kıyamet büyüklüğüne ulaşabilirdi. Dolayısıyla o gün yaşananlar her ne kadar çağımızın iblisleri olarak adlandırılan IŞİD’İn vahşi çeteleri tarafında yapılmış da olsa, bu katliama yol veren ve sebep olan Şengal’deki Barzani ailesine bağlı Peşmerge kademe komutasından başkası değildir.

Bu acı hakikatin farkında olan Ezidiler, tarihlerinin talihsizliğinden ders çıkarmak üzere bir özsavunma fikriyle talihlerini ellerine almaya başladılar. Dolayısıyla bütün katliam ve soykırımlara rağmen başta Ezidi kadınları olmak üzere Şengal halkı temsilinde Ezidi halkı, 3 Ağustos 2014 sabahından başlayarak kendi tarihinden bir direniş miladı yazarak özsavunma birliğini kurmuştur.

Kadim halkların komşusu ve kutsal kelamın elçisi Tausi-Melek’in halkı 21. yüzyılın en barbar insanlık düşmanlarının karşısında, tarihlerinin en karanlık gününde bile direniş iradesini bütün dünyaya göstermiş ve hiçbir koşulda teslim alınamayacağını Şengal savunmasıyla sarih bir şekilde ortaya koymuştur.

Buna en çok sevinmesi gereken, kendi soydaşları olan Kürtler olmalıydı. Ama ne yazık ki siyasi rekabet ve yer yer dini bağnazlık nedeniyle Ezidilerin bu çıkışına sevinmek ve desteklemek yerine öfkelenenler ve karşı çıkanlar olduğunu bugün daha iyi görüyoruz.

İnsanları kurbanlık koyun gibi kesen, kadınlara tecavüz eden, çocuklara zorla din değiştirmeyi dayatan ve insanlığın kültür mirasını ateşe veren vahşi çetelere karşı kendi özsavunma birliklerini oluşturan Ezidilere arka çıkmak ve hatta destek beklenirken, buna karşı çıkmak iyi niyetin her şeklini aşan bir durumu ortaya koymuştur.

Söz konusu durumun dışavurumu Barzani ailesine bağlı paramiliter güçlerin son bir ay içinde Şengal’e yönelik organize saldırıları ve bu saldırıların sonucunda meydana gelen ölümler açık bir şekilde göstermiştir. Ezidiler hedef tahtasına konmuştur.

Zira KDP ile PKK arasındaki siyasi rekabet ve alan hâkimiyetinden ötürü ortaya çıkan gerginliğin zemini Şengal olmamalıydı ve olmamalıdır.

Şer ve savaşın her şekline karşı olan Ezidi inancı Kürtler arası olası bir kardeş kavgasını iman ve irfanla reddetmektedir. Dolayısıyla Ezidilerin esas beklentileri, Şengal düğümünün Kürt siyasi birliği içinde barışçıl ve kardeşçe çözülmesidir.

Bunun yanı sıra özsavunma fikri ve buna bağlı olarak bir Özerk-Şengal yapısının bütün taraflarca kayıtsız şartsız desteklenmesi beklenirken, orayı savaş alanına sürüklemek kabul edilebilir bir durum değildir. Söz konusu özerklik istenci Kürt siyasi birliği içinde otonom Ezdixan şeklinde düşünülmekte ve tümüyle Kürdistani bir fikriyatı baz almaktadır. Yani bu “Grand Kürdistan içinde Ezidi Vatikan’ı” gibi özerk bir yapı olarak düşünülmektedir.

Dolayısıyla Ezdilerin bütün taraflardan acil beklentisi askeri nüfus ve siyasi tahakküm yerine, haklı ve acil taleplerine kulak verilmesidir. Özellikle son soykırımın meydana geliş şekli ve Barzani kabilesinin sorumluluğu göz önünde bulundurularak yapılması gereken öncelikli şey, Ezidilerin birlik gayretlerine her koşulda destek sunulmasıdır. Oysa Barzani ve kabilesinin içinde bulunduğu durum, Ezidilerin beklentilerinin tersine bütün Kürtler için tarihin en galiz gafletine denk düşen bir tutumdur. Bu tutum Kabil’in Habil’e karşı başvurduğu hileyle birebir aynıdır. Çünkü kendi siyasi hegemonyasını kurmak için kardeş kavgasını bile mubah gören bir riyakârlıkla ilişki ağları kurmuş ve bunları sorumsuzca sürdürmekte ısrar etmektedir.

Bunun en bariz örneklerinden biriyse, Ezidilerin kadim kasabası olan Başika’yı müttefiklerine peşkeş çekerek işgalci askeri birlikleri kutsal topraklara yerleştirmesidir. Dolayısıyla kendi toplumunun en zayıf halkası olan Ezidilere reva gördüğü muamele, henüz taze yaralara tekrar tuz basmak olmuştur.

Şengal özgünlüğünde müttefikleriyle birlikte yaptıkları planların hayra alamet olmadığı, özellikle Şengal saldırısıyla beraber net bir şekilde anlaşılmaktadır. Peşmerge eliyle yapılan ve bütün Kürtlerin utancı olan Şengal’deki son ölümler ne yazık ki yeni katliamların da habercisidir.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, her fırsatta bütün Ezidileri katliam ve ölümle tehdit etmek başka bir fütursuzluktur. Tüm bunların yanı sıra IŞİD gibi vahşi ve insanlık düşmanı bir güruhu Kürtlerden ve dolayısıyla Ezidilerden daha medeni gören müttefikleri yanına alarak Ezidi yurduna saldıran, aynı zamanda muhayyel Kürdistan’ın hayalini kuran bütün Kürtlere de saldırmış sayılmaktadır.


* Ezidi, sosyolog

Şengal: Kürtlerin hazin tarihi ya da Kabil’in Habil’e hilesi yazısı ilk önce Gazete Karınca üzerinde ortaya çıktı.

]]>