Mehmet Nuri Özdemir
Her nesnenin yer değiştirmesi ve her canlının kabuk değiştirmesi gibi her kavram da zamanla değişime uğrayabilir, anlamını kaybedebilir ya da yeni anlamlarla yoluna devam edebilir; çağımızın vandalizmi de değişip dönüşmüştür. Sokağa inip kırıp dökmeye gerek yoktur.
Çağımızın nasıl ki her şey değişiyor ve dönüşüyorsa vandallık da değişiyor. Çocuk saflığıyla bakmak bunu görmek için yeterli; hiyerarşiyi, hegemonyayı, egoyu, bencilliği, merhametsizliği, nobranlığı, iktidarın zengin biçimlerini ancak çocuk saflığıyla görebilir ve yaşamın yorgunluğuyla bu mikroptan arınabiliriz; bu iki uzakmış gibi görünen görme biçiminden bakmayı başarabilirsek oyuncak kıran birer vandal olduğumuzu o zaman daha iyi görür ve belki de o zaman vazgeçebiliriz.
Çağımızda vandalizmin zehrinden beslenmek için ırkçı, cinsiyetçi ve de faşist olmak gerekmiyor; tüm bu sığlığı perdenin arkasında yaşayabilirsiniz. Fakat bunu anlamak isteyenlerin işi çok zor; yağmalamayı fikir özgürlüğü sananlar ile fikirleri despotça yasaklayanların aynı anda tepindiği, bir o kadar da zihin dünyalarının kesiştiği zeminlerde vandalizmin ezilenlerin üzerinde yarattığı faşizme kör ve dahası bu yetmiyormuş gibi ezileni de vandalizmle suçlayanları nasıl ayırt edebiliriz? Bu tarihin henüz cevap bulamadığı bir sorudur; çünkü geçişler, dönüşümler çok hızlı ve iç içe; özneler ise değişken ve sabırsızdır; haliyle köylü saflığından, köylü miskinliğinden ve bir köyün sükunetinden çok uzağız artık.
Çağımızın Vandalizm pratikleri, büyük ihtimalle bir duvarın, bir kapının, bir camekanın indirilmesinden çok daha derine gitmiş olabilir; Vandalizm, ruhumuz, bedenimiz ve yaşamımız üzerinde irademizin dışında gelişen, her gün sayısız kez karşılaştığımız ve savaş halinde olduğumuz; kimimizi kahramanlaştıran, kimimizi rehin alan, kimimizi düşkünlüklerinden faydalanan büyük ihlallerin disipline edildiği rejimin genel adı da olmuş olabilir; ol sebeple büyük bir hapishanenin içinde birimizi gardiyan birimizi mahpus olarak kodlayan bu rejimin denetim ve kontrol prosedürlerini bilmek zorundayız; nasıl işlediğini, zihinlerimizi nasıl şekillendirdiğini, birimizi barbar diğerini medeni, birimizi kahraman diğerini ihanetçi, birimizi ev sahibi diğerini misafir, birimizi korkak diğerini cesur gösteren bu ayırım cihazının içini açmak ve onu bilmek zorundayız; kaldı ki bu dönüşümün öznesi herhangi sıradan “birimiz” olması, içimize kadar işleyen vandalizmin ne kadar sinsice ilerlediğini görmek açısından gayet öğretici olamaz mı?
Yeni Vandal
Halkı halk olmakla, siyasetçiyi siyasetçi olmakla, kadını kadın, Kürdü Kürt olmakla suçlayan; beşeri ölçüleri Moğol libidosu ile yağmalayıp kime aracılık yaptığıyla yüzleşmemek için de sürekli kılık değiştiren çağımızın sıra dışı bir karakteri var karşımızda. Bu karakter nedense hep en derin yerden vurmayı deneyerek kendisini konuşturmayı sever ve bununla övünmeyi de. Nedense hep normal yaşamın üstünde bir yaşamı ve normal görme biçimlerini aşağılayan bir görme arzusunda gözü vardır. Diğerleri onun için sıradanlaşmış ego nesnesidir; diğerleri kandırılmıştır, diğerleri cahildir, diğerleri kördür; ama kendisi tüm bunları değiştirmeyi, dahası rahatsız olduğunu söylediği şeyleri değiştirmeyi aklının ucundan bile geçirmemektedir; çünkü değiştirmekten korkmaktadır; çünkü değiştirmek onu yalnızlaştıracaktır, değişimle birlikte oyunun nesnesi elinden alınacaktır, sıradanlaşmaktan korktuğu İçin değişimin suyunu “ha babam de babam” bulandırmaktadır.
Yeni vandal, hiçbir kural, ilke ve hukuk tanımadan, etik ölçüleri de bir şekilde tasfiye edip boşa çıkarma ustalığını sinsice öğrenmiş biri olabilir; herhangi bir cinsiyet kimliğinin sınırlarında nobran olarak dolaşan biri olabilir; etnik ya da dini bir kümenin değer dünyasında egemen olarak dolaşan biri, bir bireyin özgürlük alanlarında despot olarak dolaşan biri olabilir, kümesteki tavuğumuzu çalarken suç üstü yakaladığımız biri olabilir; annemizi, babamızı, kardeşlerimizi, dostlarımızı ve komşularımızı sevme biçimine kadar müdahale edebilecek kadar kibirli bir küstah da olabilir; kendi habitatımızda güç bela kurduğumuz sözü; ekmeğimiz, etimiz, kanımız, mekanımız üzerinden kurduğumuz sözü; elimizde kalan tek şey olan sözü ve kılamı ve acıyı elimizden almaya tenezzül edebilecek kadar korkunç bir açlığın pençesinde kalan zavallı biri olması da gayet olanaklıdır; tüm yaşamımız üzerinde istediği gibi sörf yapabilme cüreti gösteren “genelleşmiş biri”
Bu “biri” vandalizmin post halinin kaldıracı olmuş olabilir; bu “biri”ni şeffalaştırmamız, üzerindeki örtüyü çekip atmamız gerek; bu postun altına gizlenmiş ve özenle makyajlanmış mikrobu toplumumuzun bağışıklık sistemine daha fazla zarar vermesini “seyir” etmeden onu hak ettiği yere gönderebilmemiz gerek.
Trajik olan hayatlarımızın her detayı üzerinde gezinen bu “biri”nin, genel insanların büyük bir kısmının duygularını okşayabilmeyi başarabilmesidir; bunu yine bir önceki yazıda belirttiğim gibi Bourdieu’cü anlamda “sembolik ya da simgesel şiddet” olarak tanımlamak istiyorum. Kuşkusuz ve ısrarla belirtmek isterim ki egonun yarattığı bu sembolik şiddet, bireyin ve kitlelerin ruhunu ele geçirebilir; ruhlarını kaptıranlar, hasbelkader egemenin sofrasına oturmuş ve aç insanların gözüne baka baka tıkınan insanların sonradan yaşayacakları derin travmadan azade değillerdir; bu yüzleşmeyi yaşadıkları zamanlar gecenin mikroplarından arınmış, hakikate uzanabilecekleri saf şafak vakitleridir; çok nadir görülen bu anın kıymetini bilmek ve kesinlikle çok iyi değerlendirmek lazım.
Ezilen Kazmayı Elinden Düşürmemeli
Vandalizmi çağımızın kurnaz zekasının ölçüleriyle değerlendireceksek; onu bir sanatsal sunuma ve bu sunumun etrafında yoğunlaşan söylemsel çeviriye indirgemek basit kalacaktır, dahası bu sade analiz vandalizm için kaba bir iyilik olur; daha da ötesine, daha da derine kazmayı en çok kurnaz ruhlar istediği için ezilenin elinde de şüphesiz daha derine kazmaktan daha derine gitmekten başka seçenek mi kalır? O zaman ezilenler, kazmayı daha derine gitmek için vurmaya devam edecekler; yerin üstünden yerin altına doğru; yeryüzüne en yakın hakikatten yerin dibinde parlayan hakikatin elmasına yol alır gibi; Zola’nın Germinal’inde karanlıkta maviye çalan gözleriyle yeryüzündeki güneşin aydınlığına kısa bir süreliğine kavuşup rahat bir nefes alabilme umuduyla daha derine daha derine kazmayı vuran madencilerin cüretiyle…
Ezilen, ele geçirilmiş-gasp edilmiş gündelik yaşamın içinde; herhangi bir zamanda, her türlü zorbalıkla saldırmanın avantajlarını elinde tutan ve bunu istediği mekanda öne süren egemenin düellosuna elindeki pek az olanakla karşı koymaya her zaman hazırdır, hazır olmak zorundadır, onun için iradesinin dışında olanı reddetmek ve karşı koymak kazanmaktan daha değerlidir; ol sebeple zekası da kasları gibi gergindir ve artık öne atılmaktan çok önünü görebilecek şekilde, öne atılanın kurnazlığını teşhir edebilecek şekilde mevzide beklemeyi öğrenmiştir, öğrenmek zorundadır; zira ezilen için hayat mevziden mevziye uzanan zorlu ve kesintisiz yolculuklardan ibarettir; ezilene kalan üzerindeki az ve sadeleştirilmiş malzemeyle sadece mevzileri zamanında değiştirebilmektir; ya da dişiyle, tırnağıyla, etiyle, kanıyla ve kemikleriyle inşa ettiği mevziyi koruyabilmektir, ya da o mevziyi asla terk etmemektir; çünkü mevziyi imha etmek isteyenlerle mevziyi terk edenlerin aynı suda yıkanabileceğini kendi öz deneyimlerinden, tarihin kendi bedenine attığı çiziklerden ve canavarlaşmış aç ruhlardan bilmekte ve “ezilen” böylesi zamanlardan geçildiğinin gayet bilincindedir, bilincine varmanın eziyetini göze almıştır; haliyle esnaf kurnazlığı yapacak durumda değildir.
Sonuç
Ve sonuç olarak mesele bir irade savaşı değil, bir yeniden insanlaşma süreci değil, bir egemenlik kurma biçimiyse eğer o zaman hepimiz Sisyphos’un kaderini yaşamaya razı olmalıyız; oysa mesele radikal bir irade savaşıdır; ve bu sefer irade savaşını çarpıtan ve sulandıran herkes, Sisyphos olabilme ihtimali değil iki yüzlü Janus olması muhtemeldir. Zira Bacon’ın dediği gibi; insanların ne yapmak zorunda olduklarını değil ne yaptıklarını anlatan Makyavelli’ ye olan borcumuzu seve seve ödemesini biliriz; çünkü yılanın tüm özellikleri, sürüngen alçaklığı, sinsi esnekliği, sivri dilini bileyen nefreti tanınmadan, onun iki yüzlülüğü güvercinin masumiyetiyle karşılaştırılamayacağının gayet bilincindeyiz.
Her şeyi bulanık hale getirerek ve de uzatarak derinleştirmenin hazzını yaşayan bilgeler çağının en radikal-muhafazakar öznesiyle karşı karşıyayız. Yeni vandalizm herkesin içine kaçmış olabilir ama en çok çağımızın bilgelerinin içine kaçmıştır: Çağımızın bilgeleri, kadim bilgelerin ilk zamanlarda yaptığından farklı olarak bilgiyi sadeleştirerek değil muğlaklaştırarak koltuğunu koruyabilmektedir. Bu iktidar biçiminin muğlaklığına girmek mayınlarla döşenmiş bir tarlaya girmekle eş değerdir; o da bir karşı cüret ister; lakin tüm zamanlar için söyleyebileceğimiz demirden bir iradeye işaret eden sözle bitirelim: ezilenin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok.