Arif Altan
Yılın son günü. Basamaklardan aşağı indiriliyor. Ekşi koku, küf, sessizlik, zifiri karanlık. Kaderini söylesin diye gözlerine mil çekilmiş kâhine götürülüyor. Yeni yılın ilk gününde taç giyecek olan veliaht titriyor. Körpe ruhu bilinmedik bir ağırlık altında eziliyor, bir canavarın ağzı gibi açılan ve yeraltına doğru inen merdivenin her basamağında zayıf ve çelimsiz bacakları bükülüyor, nefesi daralıyor, içi geçiyor. Uzaktan, çok uzaklardan, yerin karnından gelen yumuşak suyun sesi, mağaranın dokunamadığı soğuk taşları gibi beyninde kaskatı kesiliyor. Yüzü sapsarı, başı dönüyor, midesi bulanıyor. Arada bir düşecek gibi oluyor, o vakit sağından ve solundan uzanan, biri mücevherlerle kaplı ince ve narin, öteki dirseğe kadar çelik zırhlı ve güçlü iki ayrı iki kol tarafından zarifçe kavranıyor, düşmesi engelleniyor.
Hiç bitmeyen, sonsuzluk kadar süren uzun bir merdiven. Kral olacak çocuk ve ona eşlik eden göz kamaştırıcı bir kafile. Sarayın altındaki mağaranın bir şelaleyle gizlenmiş çıkış kapısında son buluyor merdiven. Bilge, taştan bir sedir üstünde oturmuş. Sırtı gelenlere, yüzü ise suyun ve ışığın öpüştüğü çıkışa dönük. Dünyayı bir perdenin ardından izler gibi gözlerini kırpmadan, doğunun ipekten tüllerini andıran ve mağaranın ağzını bir uçtan ötekine kapatan su perdesine bakıyor. Gözleriyle dünyanın harikaları arasındaki tek engel sanki yalnızca bu ipince perdeymiş gibi inatla ve bıkmadan bakıyor. Kıymetli ayaklar gelip de tam arkasında durduğunda bile istifini bozmuyor. Taş gibi sessiz, bir heykel gibi hareketsiz.
Başını çevirmedi, yer göstermedi, kral olacak çocuğa “yaklaş” demedi. Berrak tül perdeden başka yere bakmadı. “Aradığın alnındaki yara izinde değil, ardında, daha geride.”
Çocuk elini hızla indiriyor, dehşet içinde geri çekiliyor. Yığıldı, yığılacak. Fırtınanın vurduğu bir başak gibi devrildi devrilecek. Aynı koruyucu iki el yine iki yandan tutup doğrultuyor. Bakmadan gören gözler. Sessizlik uzuyor, sessizlik çocuğu sağır edecek bir hiddetle gürlüyor. Kâhin bakmadan görüyor, ağzını açmadan söylüyor.
“Hayat eğlenceli anlar olmadan, tıpkı yeraltında hiç ışık ve hava almayan sayısız basamaklı uzun bir yolu yürümek gibi boğucu.”
Kral olacak çocuktan başkası görmüyor, işitmiyor. Öyle ya, hayatın gizemlerine dair hikmet dolu sözler işitecek, krallığına saadet getireceği şüphe götürmez işaretler görecek, karanlıkların diplerine kitli en yüksek kafadan ışık ve nurdan göksel sırlar yağacak ve yalnızca o, kral olacak çocuk bunları taşıyacak. Onun için burada. Gizemli sözleri işitmek, sadece kral babadan oğula geçen yetenek. Bu yüzden sadece o duyuyor ve yalnızca o titriyor. Kâhin sürdürüyor;
“Titreyen bacaklar yol aldırmaz, güçsüz omuzlar ülke taşımaz, kararsız kafada taç ışımaz.” Yüzünün çizgileri değişiyor, çocuk damarlarındaki güçlü kanı hissediyor, anlaşılmaz bir hızla şakaklarını dövüyor, ürkmüş gözlerinin derinliklerine önce bir parıltı, sonra yakıcı bir alev gelip oturuyor.
Küreye bakmadı kâhin, taşları dizmedi, koyun bağırsakları sermedi. “Susarak konuşmasını, konuşarak susmasını bilenlerden başla.” Kral olacak çocuk anlıyor, yeni zamanın öğretisini ve başlayacak kızıl çağın ruhunu kavrıyor. Bulanık zihnine aydınlık çöküyor, incecik bembeyaz parmakları kuvvetle çatırdıyor. “Erdem yorgun hayatların çıkınıdır, ahlak acizlerin övgüsü, iyilik güçsüzlerin yükü, vicdan çıplakların örtüsü, merhamet açların üç öğünü. Selamet ve sefaletin yolu birdir. Yolu uzat, bir güçlü sen ayakta kal!”
Kâhin ışığı alınmış gözleriyle su perdesini dalgalandırıyor. Havalandığında gündüz, indiğinde içeriyi gece basıyor. Mağaranın içi bir aydınlık, bir karanlık.
“İlkler unutulmaz denilir, unutulmalı, son anında neye dönüştüğünü görmemeli insan. Biçimsizlik hayal gücünü rahatsız etmez, çünkü bütün başlangıçlar biçimsizdir, bütün sonlar gibi dağınık. Bilgelerin ahmaklığı, bilgi artışıyla mutluluğu bir tutmaları. Bilgi mutsuzluktur, her şeyi kavramak deliliktir, anlamak azaptır, görmek işkencedir. Tüm insanlar için geçerli ilkeden, yalnızca krallar muaftır. Onlar bilmek ve kendini tanımak için yaşamaz, sadece hükmetmek için yaşar. Yanında akıllı ve iyi insanları tut diyene, kılıcının kabzasını kavra ve ‘haydi bana akıllı ve iyi insanı göster, sana ahmak bir kafa ve bozuk bir yürek göstereyim’ demeli.”
Hiç hareket ettirmeden ayağıyla üç kez yere vurdu, sol dizinde duran sol elinin işaret parmağını kıpırdatmadan üç kez tavanı gösterdi. Kral olacak çocuk dışında kimse görmedi.
“Krallığının ilk gününün sabahını ölülerle, ikinci gününü kötürümlerle, üçüncü gününü gecesini delilerle geçir. Sende olup onlarda olmayanı, dördüncü günün şafağında düşün, mümkünse mücevher işlemeli hançerine işle. Kabzayı her kavradığında hep şunu hatırla; yalnızca ölüler bizden bir şey beklemez, bir tek kötürümler ayaklanmaz, sadece deliler akıllı olduğuna inanır. Ama çok akıllı olmakla ahmaklık birdir. Salt düşünceden ibaret kafa, kolayca kanmaya hazır yürekle ikiz. Hep gökleri tarayan göz, ayak ucunu görmez. Yüksek düşüncelerle havalanan zihin, elinin altındakini yitirir. Zevkin çeşitliliğini hesaba katmadan iyilik yapmaya çalışan can sıkıcılar, yardımseverlik için koşturan aşağılayıcılar, hakareti övgü sananlar, gevezeliği ilme vardıranlar. Çok fazla kalabalık, çok fazla gürültü. Ne kulakları olanların hepsi duyar, nu duyanların hepsi anlar. Gözleri olmadığı halde her şeyi görenler olduğu gibi, keskin gözlere sahip olduğu halde hiçbir şey göremeyenler var. Bazıları artık işitecek hiçbir şey kalmadığında duymaya, bazıları da artık görülecek hiçbir şey kalmadığında görmeye başlar. Her şeyi isteme gücü olana duygu aşılamak gereksiz, çünkü tüm duyguları en yüksek duyguda erimiştir, duygusuzluğunda.”
Bu kez sararıp yığılmak üzere olan kraliçe naibi, kral olacak çocuğun annesi. Duymuyor, sadece hissediyor. Kâhinin dizlerine kapanıyor.
“Tahtın bedeli ağırdır, basamakları kanlıdır. Yükselmek gömmektir, tutku rüyadır, gözleri hep açıktır, çünkü ölüm uykusuzluktur. Haşmetmeapları duyuyor, efendimiz anlıyor.”
Duyuyor, fazlasıyla anlıyor haşmetmeapları. Arkadan yaklaşıyor. Güçlü ve ikirciksiz. Hançeri tutan çocuk el, bembeyaz gerdanı sarıyor. Acı dolu gözler, oğulun soğuk ve duru gözlerini buluyor. Kâhinin Buda oturuşu değişmiyor. Yaklaşıyor, tiksintiyle süzüyor. Anne kanına bulanmış bıçak bu kez kâhinin ensesinde geziniyor, bir dakika kadar sürüyor, ama geri çekiliyor. Kâhin sürdürüyor; “Bizi olduğumuz gibi gören kişilerden hoşlanmayız, ama zaten hoşlanmamız da gerekmez.” Kral olacak çocuk, boyu uzamış, büyümüş, kolları güçlenmiş olarak dönüp merdivenleri çıkıyor. Son basamağa vardığında yerin karnından gelen sesi duyuyor:
“Hırs, karakteri işte böyle değiştiriyor.” Kralın dudakları seğiriyor, tebessüme benzer bir çizgi, ama buz soğuğu, jilet keskinliği, çelik sessizliği…