Arif Altan
Şaşırtıcı metinler, altüst edici, gerçekçiliği insanın içini titretecek incelikte. Vahşi saldırlar altında, insanın dayanma gücünün sınırlarını sınayan yokluğun akıl almaz koşullarında bunca duyarlık, bunca cömertlik sersemletici. Bir canavarın en duyarlı dokusundan yakalayıp sarsarsın ve olduğu yere çöküp hüngür hüngür ağladığını görürsün de ondan daha çok içlenir, sararırsın ya, öyle işte. Onların hayata ve insana dokunuş biçimi yazıya döktükleri gibi, büyük yapıtlarda bile seyrek rastlanır o bütüncül duygu iletimi. Yaşamları şiirin kendisi olduktan sonra, şiirleri de yaşamlarının özlü bir özeti olup çıkanların yazdıkları. Öyle böyle değil, bir diriliş gücünde. Kabul edilebilir bir kusur; neşe ve coşkuya dair olmaz hep, aksine, yoğun gerçeğe, sıkıştırılmış az zamana ve ardışık acının sürekliliğine denktir çoğu zaman, eserleri gibi yaşamları da.
Farklı ülke deneyimlerinde de rastlanırdı, ama böyle bütüncül bir etki yaratmamıştı. Fakat yine de kazara gün yüzüne çıkmış birkaç dizeye, gelişigüzel çiziktirilmiş birkaç satıra, yırtık ve kanlı bir deftere serpilmiş bir yarım hikâyeye denk gelindiğinde sanatsal olanın, gerçekte felsefi ve şiirsel olanın ne olabileceğini sorgulamaya yetmişti. “Ölüme hazırdım, bir devrimcinin yazgısıdır bu, ama kötü bir ölüme değil” diyen Arjantinli bir tutsağın sözünde mi, yaşadıklarında mı saklıydı şiirsel olan? “Eğer bedensel acıya dayanamayan birinin konuşmasını anlayabiliyorsan tinsel acıya dayanamayan birinin de konuşmasını anlamalısın. Biliyor musun, ruhun da tıpkı beden gibi ağladığı bir an vardır ve o anda beden için tek bir şey kalır geriye; iyi bir ölüm!” diyen bir yerli savaşçının düşünsel düzeyini, dünyanın öte ucundan “İyi bir ölümün gururunu çekip alamazlar elimizden” diye selamlayan bir başka isyancının, coşkulu kitlelerin ağzında uzun yıllar göçebe olan sözleri şiirin de, felsefenin de erişilmez kaynağı, dinmeyen derin yankısı değil de nedir? Müziği sevmiş ya da sevmemiş olmasının ne önemi var, kurşuna dizilmeden önce “Hiç dans etmedim, hiç neşeli bir şarkı öğrenemedim, ezbere bildiğim tek şarkı bir savaş şarkısı” diyen Vietnamlı çocuğun sözleri, en dokunaklı müziğin kendisinden fazlasını barındırmaz mı? İster, napalm dumanları yükselen Uzak Doğu dağlarında, ister Metina’da üstüne fosfor yağan ve o güne dek kendi köyünden başka yer görmemiş yoksul bir Kürt çocuğunun ağzından çıkmış ne gam, bundan daha yüce bir şiir duyulmuş mudur: “Ölmekten öte bir şey, kahraman dediğin, erdemli, cesaretli ve bilgedir, bir kahraman kendi gerçeğinden asla vazgeçmez. Bir kahraman hiç kimsenin haberi olmaksızın ıssız bir koyakta da gülümseyerek can verebilir.”
İdam mangasının karşısına çıkarılan adı sanı bilinmeyen bir tutsağın karanlık hücresinin duvarlarına, son nefesini vermeden az önce yaslandığı kayaya kaynayan kanıyla birkaç dizeyi yazmaya ayıran bir savaşçının yazdıklarında, bizi kült sanatçılar ve eserlerinden daha fazla çeken bir şeyler vardır. Sarsıcılığı, yazılanın niteliği ve gücü mü yoksa deneyimin, deneyimin nihai evresi ölüm anının o olağanüstü şiddetinin yarattığı yıkıcı etkiden mi ileri gelir? Hep merak eder, şaire/yazara sormak istediği ilk sorusudur saf okurun; “Yazdıkların gerçek mi, farazi mi, nasıl bir duygu?” Merakı giderilir mi, bir yanıt alır mı bilinmez, ama anlamak istiyor, belli. Yazanın ilham duraklarına varmak, şairin/yazarın/ressamın duygu kaynağına uğramak derdinde. Doğru, hep bir muamma, etrafında dönüp dururuz. Sahi, yaşadığı gibi yazanlar bizi sanatın devlerinden, onların yazdıklarından daha mı fazla sarsar? İşin esası, özü itibariyle sorunun kendisi sorunlu, eşildiğinde dibindeki müstehcen haksızlığın kalıntılarına varmak mümkün. Kurtlanmış yaralarına sırt çantasındaki son tutam nemli tuzu basan isyancıyla Shakespeare’in sahnede seslendirilen tiradının “tuz ve yara” izlekli iki ayrı dizesinin etkisini ölçecek bir araca sahip değiliz. Ama ilkinde deneyimin şiddetine, ikincisindeki söz sanatının büyüleyiciliğine kapıldığımız doğrudur. İlkinde hala akmakta olan sıcak kanın, ikincisinde duyguyu biçimlendiren sesin pürüzsüz akışını duyarız. İlkinde canlı bir manzarayı görür, tanıklık ettiğimiz gerçek bir hikâyeyi buluruz, ikincisinde düşünce kayalıklarına çarpa sürtüne içeriğinden ve ağırlıklarının neredeyse tamamından kurtulmuş bir yankıyı dinleriz.
Asri zamanların bütün sanatını sıksan, kurşunlar altındayken ve birazdan can verecekken yine de ismini not düşmeyi küçültücü bulan adsız bir savaşçının, “Sevgisiz yaşam/ Yalnızlık ve karanlık içinde bir ağlayış gibidir…” dizesinde eriştiği yetkinlik çıkmaz. Çünkü tıpkı eski hilesiz zamanlarda olduğu gibi sanat bir kez daha sanatçıdan yetkinliğin bedeli olarak sadece dolaylı izlenimleri değil, tam ve eksiksiz payını, yaşamının bütününü ister; fikir ve eylem birliğini, tin ve ten uygunluğunu, söz ve anlam bütünlüğünü, anlatı ve olay denkliğini…
O yüzden asri zamanların sanatı bir fiyasko. Çünkü bir şey söylemiyor, yeni bir şey anlatmıyor, birkaçı dışında hemen hepsi. Çağın büyük yazarları, sanatçıları tarafından kandırıldık. Belki de kanmak istedik. Onlar büyüdükçe hiçbir şey söylemez oldular, ünleri sınırları aştıkça, zihnimize saldırdıkça hiçbir şey anlatamamaya başladılar. Söylemedikleri, anlatmadıkları her şeyi anlamlı bulduk. Onların dokunamadığı her şeyi, her gediği, boşluğu hayallerimizle doldurduk. Büyük yapıtlarla beslenmeyen bir hayal boşluğu doldurduğunda, boşluk neye benzeyecekse artık. Dehanın yerini ucuz piyasa söylemi aldığında sanatın esas krizi başlamıştı da bunalımın boğucu havasını düşünce adına dağıtmayı üstlenen ticaret, dürüst bir kurtarıcı gibi göründü. Her şeyin ticareti, ama her koşulda kazandıran doğru bir pazarlama tekniği ve azmi ile birlikte. Sonuçta dağıldı, gerçek, gerçekten de paramparça oldu. Sanatçının, düşünürün zihin dünyası da. Bunca güçsüz yapıt, bunca laf kalabalığı! Dönüp dolaşıp eski bir büyüklükten izler taşıyan sayfaları çevirme, çizgileri kurcalama, kıvrımları süzme, o büyük ustaların bıraktığı yankıları dinleme, yapıtlarının üstüne inşa edildiği o aşılmaz duyguyu hissetme çabasını bile imkânsız hale getiren büyük karmaşa, o evrensel bunalım retoriği.
Sonuçta düşünceyi sezdirmiyor, duyguyu iletmiyor yapıtları, aksine, evrensel anlama düzeyini, yönelimini taşıyan her düşünce nüvesini, her duygu kırıntısını bile parçalayarak çalıyor, gasp etmek mümkün değilse yok ediyor. Bir piyasa kuralıydı halbuki; iyi, kötüyü kovardı. Çağ sanatının tek ilkesi ise kötü, iyiyi kovar. Onu, nüfuz edebilme ihtimali bulunduğu gerçeğin ve canlı dünyanın ötesine atar. Sanat dışılığın hükümran dünyasında insana yitirdiğini geri verecek sahici sanata yer yok da ondan. Nihayetinde her büyük bir eser, gerçek bir öyküden doğar. Çağcıl insanın ise artık bir öyküsü yok, hafızası delik deşik. En fazla hayal kesitleri, bulanık rüya fragmanları.
O yüzden sanatın onurunu kurtaracak olan bir sanat, bugün bize ancak bu dünyanın dışına sürülmüş olanlardan geliyor. Issız dağların kaya çatlaklarından, dipsiz kuyuların derinliklerinden. Çünkü gerçekte yalnızca onların bir hikâyeleri var, kendi yaşantılarından süzülüp gelen. Yapıtları gerçek olamayacak kadar yetkin. Zira kimse o kadar uzun süre fedakarlık yapmamıştır, kimse çektiği acının bilincini o kadar uzun taşıyamamış, kimse o kadar uzun süre yokluğa dayanamamış, kimse bütün bunlara rağmen o kadar uzun süre coşkulu ve içten kalmayı sürdürememiş, katlanılmaz olanı böylesine yaşam sevinci haline getirememiştir. Yeni bir sanat, yeni bir edebiyat, yeni bir söz, yeni bir anlam. Bütün bunların toplamı yepyeni bir duyuş gücü. Kudretini yalınlığından, yaşanmışlığından, gerçekçiliğinden, bütün bir evrene yetecek içtenliğinden alan. Gerçeğin ta yüreğinden kopup gelen. Sanatın özü olan, arayışının temelini oluşturan, büyük ozanların, büyük yazarların, düşünürlerin, sanatçıların hayatları boyunca arayıp durduğu, yapıtlarında görmek istediği ve çoğunun tam olarak başaramadığı, en iyilerinin bile ancak kısmi yansıtabildiği o büyülü birlik duygusunu duyuran. Gerçeğin paramparça olduğu yerde, en başa dönmenin sanatı. İnsanın evrensel serüveni, onun acıları, onun sevinçleri, onun bir bütün öyküsü.
Sadece bir tutarlılık çabası da değil. Onları Homeros’a bağlayan gizemli bir yankı, ipince bir bağ, onun çağına ve zamanına götürüp bırakan bir yarı loş tünel, bir saklı geçit var. Homeros aşılamamıştır, doğru. Her sanatsal form (en azından şiir ve hikaye) ona çıkar, ama bu, onlarda kurgulanmış değildir, hayatın kendisi akan bir romandır, gerçeğin kendisi şiirdir, her olay kendi başına bir büyük resimdir orada. Çünkü orada sanat paramparça olmuş ilk biçimini, lime lime edilmiş saf özünü bulmuştur. Onu yeniden bir araya getirmiş, yeniden işlemiş ve ondan yüzyıllardır sanat üstüne kafa yoranların “yitirilmiş” saydığı o birleştirici gücü yaratmıştır. Bu metinlerde öz hangisi, biçim hangisi, herhangi bir çizgiyle belirlenmemiştir. Orada öz biçim, biçim özün kendisidir. Kurgulanan gerçektir, gerçek, hayalin kendisidir. Orada edebi ve sanatsal form kayıp ruhunu bulmuştur, cevheri, kristalize gerçeği, insanı duygulandıran, düşündüren, belli bir eyleme sevk eden ilk insanın anlam bütünlüğünü kazanmıştır. Orada su sudur, ağaç ağaçtır, acı gerçekte acı, sevinç sahiden sevinç, hüzün hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde sapmaya uğramadan, yalana burkulmadan, süslemeye ihtiyaç duymadan bir sararma, bir solgunluktur. Bütün anlamlarıyla sanat da zaten bundan ötesi değildir.