Siyasetin popüler angajmanı: Endişe pazarlığı

Siyasetin popüler angajmanı: Endişe pazarlığı

Mehmet Nuri Özdemir

Türkiye siyasetinde elitler yer değiştirse bile siyasal alana sürükledikleri endişeler her zaman gündemdeki yerini korumayı başarıyor. AKP iktidara geldiği ilk zamanlarda uzun süre boyunca modernlerin endişelerine tanık olmuştuk; yirmi yıl sonra ise muhafazakarların endişelerini konuşmaya başlıyoruz. Zihniyet kodları bakımından her iki tarafın farklı zaman ve zeminlerde kamuoyunun gündemine dayattığı ve aynı kaplardan beslenen bu endişe setlerinin her birisi, herhangi bir toplumsal kaygıdan öte aslında çoğu zaman toplumun üzerinde canlı tutulan birer “tehdit” gibi görünüyor. Haliyle
siyaset üzerinde her dönem belirleyici olan ve tehdit gibi okunan bu endişelerin toplumsal ve siyasal gerçekliğini tartışmak da zorunlu bir hal alabiliyor.

Siyasi elitlerin önce kendi aralarında, sonra da toplumsal yaşam üzerinde yürüttükleri bu endişe setlerinin siyaset üzerinde katı birer angajman kuralı haline geldiğini söylemek mümkün. Bu kurallar, siyaseti tıkayan, anormalleştiren, tekelleştiren, tek tipleştiren ve son kertede kilitleyen bir özelliğe sahip; kuralları yürürlüğe koyan asıl etken ise yukarıda değindiğimiz gibi bir takım endişe setlerinin üretilmesi.
Peki kimler niye endişeleniyor? Endişeler belli bir grup aktörün (endişeli subaylar, endişeli modernler, endişeli muhafazakarlar) taşıyıcılığıyla özellikle kaybetme eşiklerinde azgınlaşmaya ve tehlikeli bir hal almaya başlıyor. Endişelilerin tutundukları subaylık, modernlik veya muhafazakarlık gibi kökler ile siyasal konumları arasındaki korelasyon irdelendiğinde meselenin kişisel ya da toplumsal hakikatlerle bağlantılı olup olmadığı da anlaşılmış oluyor.

Siyasi elitlerin endişe ve aceleciliğinin arkeolojisi yapıldığında kazının özgün bir mimari ile inşa ettikleri imtiyazlı ve konforlu mahallere çıktığı görülüyor. Pazarladıkları meselelerin toplumcu ya da kamusal yarar niteliğinden uzak; aksine birbirine geniş ağlarla bağlanmış bir kesimin genel menfaatlerinin korunmasıyla ilgili özel kaygılardan oluştuğu anlaşılıyor.

Endişe politikasının kökeni

Endişeli ruh halinin yarattığı angajmanın politik kökleri bir zamanlar Osmanlı aydınlarının Batıda hızla yayılan modernleşmeye yetişebilme “telaşına” kadar gidebiliyor. Türk siyasetindeki bu telaş genel olarak “Alarmizm” olarak tanımlanıyor. Alarmizm 1900’lerin başından itibaren neredeyse milli bir vecize haline gelmişti: “Kuvvetsizler yaşayamazlar, vatan elden gidiyor, din elden gidiyor, ezmeyen ezilir” gibi söylemler farklı ideolojik angajmanlara yataklık etmiş olsa da kamuoyunda sürekli tekrarlanıyordu. Bu tarzı siyaset İttihat ve Terakki geleneğinden gelenlerin eliyle Cumhuriyete ve cumhuriyet kadrolarına da taşındı ve endişe içerikleri, yeni kurulan cumhuriyetin milli hassasiyetleriyle iç içe geçirilerek kurucu bir motivasyona dönüştürüldü.

Bu siyaset tarzı ile halkın iç dünyasında yapay endişeler üretiliyor ve bu tür endişelerle toplum, siyasal elitlerin menfaatleri doğrultusunda motive ediliyordu; kuşkusuz bu motivasyon ile travmatik bir toplumun inşa edilmesi kimsenin umurunda değildi, şimdi olduğu gibi; toplum sürekli kaygı içinde yaşamaya mahkum edilirken özgürlüğünden mahrum edildi, özgürlük arzusu endişenin yarattığı güvenlik ve gelecek kaygısıyla yok edildi. Özgür yaşamak isteye, kendi aklıyla hareket etmeye çalışan ve kendi kararlarıyla yaşamını sürdürme gayreti içinde olan bir toplumdan öte bağımlı, başkalarının aklına sürekli ihtiyaç duyan, ve başkalarının kararlarına tabi olan bir toplumsal gerçeklik üretildi. Zira iktidarın tarihi egemenlerin; kaygı, korku ve endişe aracılığıyla toplumu itaate razı ettikleri tekniklerin, prosedürlerin ve pratiklerin tarihidir. Alarmizm ile tetiklenen endişe tekniği, o zamandan beri elitlerin sık başvurduğu bir iktidar aracıdır; bu açıdan her zaman popülerdir.

Aktüel siyasette yeniden endişe üretimi

Son zamanlarda aktüel siyasette endişe üretme pratiklerinin izlerini ve yansımalarını yeniden görmeye başladık. Millet ittifakının beslendiği statükocu gelenek yıllarca Kürtleri ve İslamcıları iki temel tehlike olarak göstererek buradan bir endişe devşiriyordu. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler ve İslamcılar iki temel endişe kaynağı olarak kodlanarak bu kodların politik, sosyolojik ve iktisadi anlatısı özenle inşa edilmişti. Modernler, barbar olarak gördükleri toplumun farklı kesimlerini kendilerince zaman içinde medenileştirmişlerdi, fakat bir kısmı hala bu modernleşmeye kafa tutuyordu ve bu da büyük bir endişe kaynağıydı: Şüphesiz modernler olmasaydı insanlar çatal-kaşık kullanmayı bile bilmeyeceklerdi, sofra adabı yoktu, devlet öncesi doğa durumu gibiydi yaşam ve onlar da Leviathan’ı topluma hediye eden Hobbes’ un tezahürleriydiler.

Bu anlatının taşıyıcısı olagelen beyaz politikacılar, aydınlar, askerler, gazeteciler ve sermaye grupları geniş bir bağımlılık ağının birer parçası olarak belli bir disiplin ve işbölümü halinde çalıştılar. Şüphesiz bağımlılık ağına dahil edilen her aktör kendi alanındaki ekonomik ranttan pay aldığı sürece müesses nizamın kolonlarından biri olarak kalmaya devam etti.

AKP geldiğinde “laiklik elden gidiyor” sloganı atmaya başlamışlardı. Demokratik değerleri esas alıp her yurttaşın eşit haklara sahip olmasını arzulayan yapıcı bir aklın yerine başkalarını şeytanlaştırıp mevzilerini korumaya almak daha kolaydı; onlar da onu yaptı.

Yerel iktidarın özellikle İstanbul ve Ankara gibi iki büyük şehirde İslamcılara geçmesi, modernlerin endişesini kat be kat arttırdı. Bu endişenin somut çıktılarından biri, yerel rant ağlarının yeşil sermayenin eline geçmesiyle adım adım örülmeye başlanan darbenin ayak sesleriydi; ne zaman zora düşseler demokrasiyi ve toplumu çağırma yerine kışlanın kapısına giden modernler, nihayet 28 Şubat postmodern darbesiyle İslamcıları iktidardan indirdiler; ülkeyi 2002 itibariyle tamamen İslamcılara teslim etmek uğruna.

Muhafazakarların endişeleri

Postmodern darbeden sonra yüzde on barajının sağladığı avantajı da arkasına alan İslamcılar 2002 yılında yanlarına kimi Kürtleri ve ordu karşıtı bazı liberalleri de alarak iktidara geldiler. İktidarda kaldıkları süre boyunca demokratikleşmeyi kurucu ve kalıcı bir savunma kuralı haline getireceklerine, modernlerin endişelerini bertaraf etmeye ve devlet elitlerine tehlikeli olmadıklarını ispatlamaya çalıştılar; bunu yaptıkça özellikle

Kürt meselesi başta olmak üzere büyük sorunlarda hızla benzeşmeye bağladılar; benzeştikçe elitleştiler ve nihayet devletleştiler. Şimdi ise İslamcılar devletleşmenin ve sermayeleşmenin bugüne kadar kendilerine kazandırdığı mevzileri korumak için modernlere benzer şekilde geleneksel resmi endişeyi yeniden farklı argümanlarla dolaşıma sokuyorlar; sadece aktörleri değişmiş olan geleneksel endişe, toplumun farklı katmanlarının her birisine ayrı ayrı pazarlanıyor. Mesela İslamcı tabana “bizim sayemizde ibadetinizi rahat yapabiliyorsunuz, bizim dönemimizde sermaye, mevki ve makam sahibi oldunuz, desteğinizi bizden çekerseniz kazanımlarınız tehlikede” endişesini üreterek bu kesimlerin kopmasını engelliyor ve bağımlılık ağını tahkim etmeye çalışıyor.

Kürtlere de ise “biz İmralı ile oturduk, çözüm sürecini yürütmüşken ana muhalefet partisi ve ortakları HDP ile yan yana görünmekten bile korkuyor” algısı yaratıyor; bu şekilde Kürt meselesinde vazgeçilmez olduğunu kanıtlamaya ve Kürtlerde bir “muhataplık endişesi” üreterek oylarını almaya, dahası en azından mevcut Kürt oylarını kaybetmemeye çalışıyor.

Bunun yanında muhalefeti sürekli şeytanlaştırıyor ve kendini yüce bir iktidar olarak ilan ediyor; bölgesel gerilimleri de araçsallaştırarak “benden sonra tufan” algısını sürekli canlı tutuyor ve iktidarını bu şekilde uzatmaya çalışıyor. İktidar, günümüz siyasetinde her aktörü zayıflatacak ve kendi konumunu da güçlü tutacak çeşitli endişelere sarılarak siyaset yapmaya devam ediyor. Bir iktidar açısından gelinebilecek son noktalardan biri endişe üretimidir. İktidar da uzun süreden beri endişe siyaseti ile ayakta kalabiliyor.

Nihai olarak siyasal elitler, benzer şekilde her dönemde toplumun sorunlarını çözmekten öte ürettikleri çeşitli endişelerle toplumu huzursuz etme ve egemen olarak kendilerine bağımlı kılma oyununu oynadılar. Oysa yönetici olarak yıllarca halk adına yüzlerce karar alan siyasal aktörler alt tabaka insanların, kadınların, yoksulların, ve gençlerin endişelerini maniple ederek kendi siyasal geleceklerine malzeme ettiler.

Siyasal rejim hiçbir zaman demokratikleşmediği için ve rejimin elitleri her zaman kişisel menfaatlerini sağlama almayı öncelikli hale getirdikleri için asıl endişeli olan toplumdur; sürekli gergin, huzursuz ve geleceksiz bırakılan halkın bizzat kendisidir.