Erdal Doğan
Tarihin aktörleri doğaya, emeğe ve kültüre saygılı olmadıkça ilerlemeci tarih fikri bir aldatmacadan öte bir şey değildir. Bilim, ne kadar ilerlerse ilerlesin eğer doğa ve insanlığın hizmetinde değil de türlü çıkar gruplarının elinde ve onlara hizmet ediyorsa, insanlık tarihi değil ilerleme daha zifiri bir karanlığa gömülür. Bunu da eriştiği teknolojik ve modern biçimiyle daha kaotik ve daha vahşi faşizan şekilde inşa ederek yürütür.
Bu fotoğrafı resmetmek ya da bu resmî fotoğraflamak için çok değil şurada geçmiş 50 yılın dünya aktörlerinin sahneledikleri oyun düzenine bakıldığında bile her şey tüm çıplaklığıyla görülür. Ve bu çıplakta oyunun kurbanının tüm dünya halkları olduğu da görülür. Denilebilir ki “ya çok oyun var hangi birini sayalım ki?” Evet oyunlar çok, sahnelenen de çok fakat hepsini değil şurada Afganistan, Pakistan, Türkiye, İran, Irak sahne cephesinde Sovyetlere karşı kurulan yeşil kuşak projesinin yarattığı hasara bakıldığında yalnızca can ve mal kaybının olmadığı, kaybın çok ama çok ötesine taşındığı ve bu yıkımların kendisine bakmak bile yeterli. Öyle ki sınırlı sayıda ismini zikrettiğimiz az önceki ülkelerdeki olan biten siyasi alt üst oluşlara fotoğraf makinemizi zoomladığımızda bile sahneye sürülen oyunun aynı veya farklı aktörlerle nasıl istikrarla aynı vahşetle sürdürüldüğünü görürüz. Başka bir söylemle bazen aynı deste kartlarla bazen de farklı deste kartlarla kartların yeniden karılıp aynı çıkar hedefine aynı oyunun oynandığı usanmadan, bıkılmadan oynandığı görülür.
11 Eylül 2001’de ikiz kulelere yapılan saldırı ile dünyada topyekun bir başka politik ve hukuki kulvara girildiği de görülür. Halbuki dünya bu katliamın ve ardından gelen hukuki ve siyasi sıçrayışın geliş adım izlerini, 12 Eylül 1980 Türkiye darbesinden görmeliydi desek hiç de abartmış olmayız. Hatta bugünlerde Taliban’ın meşruiyetini sağlamaya yönelik tüm bu çabanın içinde, Taliban içinde nüvelendirilen El-Kaide, IŞİD ve IŞİD-Horasan yapılanmaların eylemlerinden belliydi desek de abartmış olmayız.
ABD ve en güçlü müttefikleriyle o zamana kadar Birleşmiş Milletler kurucu antlaşması ve içtihatlarında yer almayan ve alması daha önce düşünül(e)meyecek “ön alıcı savaş doktrinini” Birleşmiş Milletler’e ve sonra da sıralı olarak kendi içinde etnik, dini ve siyasi eşitliği sağlamamakta direnen ülke hukuk sistemlerine dayatan veya gönüllü benimseyen “terörle mücadele yasalarını” yeni form ve anlayışıyla yeni bir dünyanın işaret fişeğini Afganistan’a yaptığı bu ön alıcı savaş doktrini saldırısıyla başlatmıştı.
Düşman bellediğine bu “hukuki ve siyasi” algı ve niyet okumaya dünden hazır Türkiye gibi ülkeler, yeni bu “terörle mücadele” anlayışıyla -ki bu düşman ceza hukukunun ötesinde bir normsuzluğu ve keyfiyeti barındırır- yeniden iktidar algısını muhafaza ve inşa etmeye başladılar. Geçiş çok da zor olmadı. İlk zamanlarda hukuki mevzuatı, yargı ve siyasi bürokrasisinde düşman bellenenlere uygulanan ama yetersiz bulunan o eski içtihat ve normlar yine sanki yine varmış gibi gösterilerek bu yeni ön alıcı savaş doktrinine uygun mevzuat ve pratiğe hızla geçiş sağlanıverdi. Öyle ki bu niyet okumalarla iktidar düzenekleri kendileri için tehlikeli gördüklerini artık hiçbir maddi hukuki ve siyasi dayanağı olmayan birden “düşman, hain, terörist” yapıvermesi kendisi için bulunmaz bir fırsattı ve büyük bir hevesle de uyguluyıverdiler.
ABD başta olmak üzere diğer önemli NATO aktörlerinin Yeşil Kuşak Projesi ile yalnız uyguladıkları ülkelerde insanları katledip, işkence edip ve darbeler düzenlemekle kalmadılar. Özellikle o coğrafyaların kadim tarihi kültürlerini yine tarihin hiçbir zamanında görülmediği biçimde üzerinden buldozer gibi geçerek belleksizleştirip ve buharlaştırdılar. Afganistan, Türkiye, Pakistan ve Ortadoğu bu yıkımın en büyük sahne sahası oluverdi.
Yine tarihte hiç görülmemiş biçimde siyasi oportünizmin sahnelendiği dönem yine bu son yarım yüzyılda gerçekleşmiştir. İlkesizliğin en sefil hali hem yerel hem de uluslararası arenanın politik ve diplomatik düsturu olarak neredeyse kabul edilmiştir.
Elbette ki yaşana gelen bu vahşet ve sefillik yalnız sahnelendiği coğrafya ile sınırlı kalmamış, dalga dalga özellikle önce batıya doğru tüm ülke sınırlarını zorlamış, etkilemiş ve tüm dünya halklarını çeşitli versiyonlarıyla esir almıştır.
Tüm bu sefillik ve vahşetle altüst edilmişliğe rağmen ilk uygulandığı ülkelerden başlamak üzere kategorik olarak dalga dalga etkilenen tüm dünya halklarının evrensel hukuki değerlere bağlılığı ve onu yaşama geçirme mücadelesi, doğaya ve tarihine yabancılaşmamış insanlık için halen büyük bir umut ve direnç hattıdır.